KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Soru ve Cevaplar                                                                                                           Soru ve Cevaplar

Bugün :  

  Sık Kullanılanlara Ekle                                                                                                                                                                                                                                                         Başlangıç Sayfası Yapın
 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Soru-93:Lütfen bana sahabe hakkındaki görüşünüzü açıklayın; sizler bütün sahabenin adil olduğuna inanmıyor musunuz? Eğer cevabınız evet ise, bunun sebebini, açıklar mısınız? Sonra  Ehl-i Sünnet'in bu konuda ileri sürdüğü delillere ne diyorsunuz? Kur'ân'ın Rıdvan biatıyla ilgili ayeti, "Ashabım gökteki yıldızlar gibidir..." veya "Aşere-i Mübeşşere" hadisleri gibi...

 

 

 

Cevap-93:Muhterem kardeşim, eğer müsaade ederseniz sizin sorunuzu bahane ederek bu konuyu geniş bir şekilde ve birkaç bölümde ele almak istiyoruz; fakat sizden istirhamımız tarafsız bir gözle ortaya koyulan bilgi ve belgeleri sonuna kadar inceleyip ondan sonra karar vermenizdir; her halükarda ikna olmadığınız hususlarda bize tekrar yazabilirsiniz...     

 

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

Birinci Bölüm:

 

 Ehl-i Sünnet'e Göre Sahâbî Kimdir?:

 

İbn-i Hacer, "El-İsâbe" adlı eserinin 1. faslının girişinde "sahâbî"yi şöyle tarif eder:

"Sahâbî, iman etmiş olarak Hz. Peygamber'i (s.a.a) gören ve müslüman olarak da ölen kimseye denir. İster Hz. Resulullah'la (s.a.a) uzun süre görüşüp konuşmuş olsun, ister kısa bir süre; Resulullah'tan bir söz duyup o sözü rivâyet etse de, etmese de; Hz. Peygamber'in (s.a.a) safında müşriklere karşı savaşmış olsa da, olmasa da; hatta Allah'ın Resulü'nü sadece bir kez görüp onun meclisinden hiç faydalanmamış veya körlük vb. sebeplerden dolayı onu gözüyle bile göremeyip sadece huzuruna varmış olsa bile "sahâbî" sayılır."[1]

İbn-i Hacer, bir başka yerde, "Pek çoklarının sahâbî olarak tanınmasının ölçü ve kıstasları" başlığı altında şöyle yazmaktadır:

"...İlk başlarda belli bir gelenek vardı, bu gelenek gereği, savaşlarda ordu komutanları sadece sahâbî olanlar arasından seçilirdi... Hicretin onuncu yılına varıldığında ise Mekke ve Taifliler arasında müslüman olmayan ve Hz. Resulullah'la (s.a.a) vedâ haccına katılmamış bulunan bir tek kişiye rastlamak mümkün değildi. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ömrünün son zamanlarında Medine'de ve Evs'le Hazrec kabileleri arasında müslüman olmayan hiç kimse kalmamıştı. Hz. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu sürece bu insanlardan hiçbiri alenen İslâm'dan çıkmamış ve açıkça küfrünü göstermemişti[2].

Evet, İbn-i Hacer'de geçen tarif kısaca böyle. "Yüz elli Uydurma Sahâbî" adlı kitabımıza başvuran okuyucular, "sahâbî"ye getirilen bu yetersiz ve tutarsız tanımlama ve sırf bu bakış açısı nedeniyle, İslâma ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sünneti ve hadislerinin başına neler geldiğini açıkça görebilirler.

 

Ehl-i Beyt (s.a) Mektebine Göre Sahâbî Kimdir?:

Ehl-i beyt (s.a) mektebine göre "sahâbi"ye getirilen tanım ve tarif, eski Arapça lügatlarında bu terimler için verilen tarif ve tanımlarla aynıdır. Bunlardan bazısı şöyle:

"...Çoğulu sahb, sıhâb, ashâb ve sahâbe olan "sâhib" kelimesi arapçada dost, arkadaş, sırdaş, kafa dengi ve kendisiyle sıkça görüşüp konuşulan yakın arkadaş anlamlarına gelir ve uzun ve köklü dostlukları ifade etmek için kullanılır; nitekim musâhabet  uzun bir süre muâşeret ve hem sohbet olma manasını içerir."[3]

İki kişi veya kişiler arasında yakın sohbet arkadaşlığı kurulduğunda "sâhib" kelimesi ikinci zamire eklenerek tamamlama yaratmakta ve meselâ Kur'ân-ı Kerim'de de geçtiği bir örnekte olduğu gibi "Ya sâhibey-is sicn" (ey benim hapis arkadaşlarım) veya "Ashâb-u Musa" (Musa'nın arkadaşları) tamlamalarında sâhib ve ashâb kelimeleri "sicn" ve "Musa" kelimelerine eklenerek belirtili tamlama oluşturmaktadır.

Aynı şekilde, Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde de o hazretin sohbet arkadaşlarına "Sâhib-ür Resul" ve "Ashâb-ür Resul" denilerek tamlama yapılırdı.

Ayrıca yine o dönemlerde kullanılan "Ashâb-u bi'at-iş şecere" (bir ağacın altında yapılan Rıdvan biatı Ashâbı) ve "Ashâb-u Suffe" (sofa ehli) isimlerinde de "ashâb" kelimesi tamlamanın ek unsuru durumundadır.

Binaenaleyh Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde sırf "sahib" veya "ashâb" terimleri söylendiğinde o hazretin dostları ve arkadaşları anlaşılmıyordu; bilakis, daha sonraları, hilafet mektebinin izleyicileri tarafından Hz. Resulullah'ın (s.a.a) arkadaşları için sadece "sahâbî", "sahâbe" ve "Ashâb" kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. Yani sırf Peygamber'in arkadaşlarının "sahâbî" olarak adlandırılması ne Kur'ân'dan kaynaklanan bir şeydir ne de İslâm'dan; bu sadece daha sonra bazı müslümanlar tarafından belirlenmiş bir ıstılahtır.

Halifeler Mektebinde "Sahâbî"yi Tanıma Yöntemi:

Halifeler mektebine (Ehl-i Sünnet'e) mensup "Peygamberin Ashâbının biyografilerini yazan yazarlar", Ashâbı tanımak ve kimin sahâbî olup kimin olmadığını belirtmek için özel bir kural koymuşlardı, bu cümleden olmak üzere İbni Hacer "El-İsâbe" adlı eserinde şöyle yazar:

"... Kimin sahabî olduğunun anlaşılması için önderlerin -halifelerin- üstü kapalı olarak belirttikleri kıstaslardan biri de İbn-i Ebî Şeybe'nin "El-Musannaf" adlı eserinde geçen ve kesinlikle sahih kabul edilen şu rivâyettir: "Halifeler arasında, savaşlarda komutanları sadece Ashâptan olanlar arasından seçmek bir gelenekti -ilk iki halifenin yöntemi ve sünnetiydi-"[4].

Halbuki, "Kesinlikle sahihtir" diye tanıttıkları bu rivâyet, aslında Taberî'yle İbn-i Asâkir'in müsnedlerinde kendi senetleri olarak gösterdikleri Seyf b. Ömer, Ebu Osman, Hâlid ve Ubâde'den naklettikleri rivâyetteki şu cümledir:

"...Komutanlar, sahâbe arasından seçilirdi; sahâbe arasında böyle önemli bir görevi üstlenecek biri bulunmazsa, sahâbe olmayanlar da seçilebiliyordu."[5]

Taberî bir başka rivâyette Seyf'ten şöyle nakleder:

"... Ömer, savaşın üstesinden gelebilecek birini bulursa, onu  komutan olarak atamayı ihmal  etmezdi. Sahâbe arasından böyle birini bulamadığı zamanlarda ise "tabiin" arasından, iyi isim yapmış ve bu özelliğe sahip birini seçerdi. Müslümanlarla mürtedler arasındaki savaşlara katılanların böyle bir göreve seçilme şansı yoktu."[6]

 

Halifeler Mektebindeki "Sahâbeyi Tanıma Yöntemi"ne Eleştiri:

Yukarıda bahsi geçen her iki rivâyetin de ilk kaynağı, yalancılık ve zındıklıkla suçlanmakta olan Seyf b. Ömer et-Temimi'dir[7]. Seyf bu kuralı Ebu Osman'dan duyduğunu söylemekte, o da Hâlid ve Ubâde'den naklettiğini belirtmektedir. Halbuki Seyf b. Ömer, rivâyetlerinde ondan (Ebu Osman'dan) "Yezid b. Useyd El-Ğassânî" adıyla sözetmektedir ki, gerçekte bu isimde bir râvî mevcut olmayıp tamamen Seyf'in uydurduğu isimlerden biridir![8]

Ancak biz burada, sözkonusu rivâyetin râvîlerini bir kenara bırakıyor ve bu tür rivâyetlerin esasen tarihi gerçeklerle de bağdaşmadığını ve bilinen birçok hakikatle zaten çeliştiğini vurgulamak istiyoruz. Zira:

Ebulferec İsfahânî, "El-Ağanî" adlı eserinde şöyle yazar:

"İmru-ul Kays, 2. Halife Ömer'in vasıtasıyla müslüman oldu ve Halife de buna karşılık hemen orada, henüz bir tek rek'at namaz dahi kılmamış olan bu adama devlet işinde önemli bir görev verdi"[9].

İsfahânî, bu ilginç olayın ayrıntılarını Avf b. Hâricet-il Merrî'den şöyle nakleder:

"Hattaboğlu Ömer'in halife olduğu dönemlerdi; onunla birlikte bir mecliste oturmuştuk. Bu sırada birisi içeriye girdi; başının sağ ve sol taraflarındaki az saçıyla göze çarpıyordu, ayakları çıplaktı, öylesine ki ayak parmakları birbirinin tam karşısında ve tabanı vücudunun sağ ve sol yanına dönük durumdaydı. Orada oturanları ite kaka ilerleyerek en öne, Ömer'in bulunduğu yere ulaştı ve halifeliğin geleneğine uygun şekilde onu selamladı. Ömer kim olduğunu sorduğunda "Ben Hıristiyanım, adım İmru-ul Kays b. Adıyy-il Kelbî'dir" dedi. Ömer onu tanıdı, "Pekalâ, söyle bakalım ne istiyorsun?" diye sordu. İmru-ul Kays müslüman olmak istediğini söyleyince Ömer İslâm'ı anlattı ve o da kabul ederek müslüman olduğunu söyledi. Ömer bir mızrak istedi; getirdiler. Mızrağın ucuna bir sancak bağlayarak o adama verdi ve onu Şam yakınlarındaki Kuzâa[10] müslümanlarının valisi olarak atadığını bildirdi. İmru-ul Kays, Ömer'in verdiği sancağı alıp o meclisten çıktı, rüzgarda dalgalanan sancağıyla, Kuzâa mıntıkasına doğru yola koyuldu."[11]

Aynı şekilde; Algame b. Elâset-il Kelbi'nin mürted olduktan sonra Ömer tarafından Hurân[12] bölgesine vali olarak atanması olayı da bu iddiayla tamamen çelişmektedir. İsfahanî'nin El-Ağâni kitabında, Algame'nin biyografisi bölümünde şöyle kayıtlıdır:

"Algame, Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde müslüman oldu; o hazretle görüşüp konuşma şerefine de kavuştu. Ancak, Ebubekr'in halifeliği döneminde İslâm'dan çıkarak mürted oldu. Ebubekir, Hâlid b. Velid'i onu tutuklamakla görevlendirdiyse de Algame kaçmayı başardı. Algame'nin daha sonra geriye dönerek özür dilediği ve tekrar müslüman olduğu söylenir[13]."

İbn-i Hacer'in El-İsâbe isimli eserinde de şöyle geçer:

"Algame, Ömer'in hilafeti döneminde şarap içince Ömer ona had uyguladı. Bunun üzerine Algame İslâm dinini bıraktığını söyleyerek Romalılara sığındı. Roma imparatoru onu sıcak bir şekilde karşılayıp "Sen, Âmir bin Tufeyl'in amca oğlu değil misin?" diye sordu. Bundan pek alınan Algame "Âmir'den başkasını tanımıyorsun galiba!" dedi.[14]

Daha sonra Âmir'in hatırı için sığıntı kabul edilmeyi kendine yediremeyip geri döndü ve Medine'ye gelip tekrar İslâm dinini kabul etti.

Algame açıkça mürted olduğu halde Halife tarafından önemli bir makama atanmıştır. Bir hayli düşündürücü olan ve "sahâbe tamamen âdildir ve sahâbeden gayrisi da komutanlığa veya resmi bir göreve atanmamıştır" iddiasıyla da açıkça çelişen bu acı vak'a hem İsfahânî, hem İbn-i Hacer tarafından kaydedilen sahih belgeler arasındadır. İsfahânî olayı şöyle anlatır.

"...Hâlid b. Velid'in yakın arkadaşlarından olan Algame, mürted olup dinden çıktıktan sonra tekrar Medine'ye dönüp kimselere görünmeden akşam karanlığında camiye girip bir köşeye oturdu. Bir süre sonra Hattaboğlu Ömer camiye girerek bir köşede oturmakta olan Algame'ye selam verdi. Ömer'in Halid'e çok benzemesi, Algame'yi hataya düşürmüştü; gecenin karanlığında Ömer'i Halid zannederek onunla -yavaş sesle- konuşmaya başladı. Sohbet koyulaşınca "Ömer seni görevinden azletti mi?" diye sordu. Algame'nin hatasını farkeden Ömer, daha fazla bilgi alabilmek için Halitmiş gibi davranarak "evet" dedi. Algame "Böyle olacağı belliydi" diyerek "Seni çekemeyenler vardı, bu onların işi olsa gerek" diye hayıflanınca, Ömer bu fırsatı kaçırmayarak atıldı: "İntikam almak istersem yardımcı olur musun?" Algame sert bir şekilde itiraz etti: "Neler söylüyorsun sen? Allah'a sığınırım! Ömer'in boynumuzda hakkı var, reisimiz bizim o! Ona el kaldırmaya hakkımız yok bizim!" Bunun üzerine Ömer -ki Algame onu halâ Halid zannediyordu- ayağa kalkıp camiyi terk etti.

Ertesi gün Ömer'in halkı kabul günüydü. Halit'le Algame de gelip bir köşeye oturdular. Bir süre sonra Ömer, Algame'ye dönerek "Ne haber Algame? Halid'e söyleyeceklerini söyledin mi?"  diyerek sordu. Algame neye uğradığını şaşırmıştı, "Ey Ebu Süleyman! Sen konuştun mu onunla?" dedi tedirginlikle Halid'e. Halid "Hayır dedi, "Seninle görüştüğümüzden bu yana Ömer'le hiç konuşmuş değilim ki!" Halid kısa bir duraklamadan sonra Algame'nin kulağına eğilip "Sen onu daha önce görmüş ve ben zannederek konuşmuş olmayasın?" diye sorunca Algame her şeyi anladı "Evet, vallahi doğru!" diyerek Ömer'e dönüp "Ey mu'minlerin emiri, sen benden hayır ve iyilikten başka şey duydun mu hiç?" diye sordu. Ömer onu tasdik ederek "Doğrudur" dedi ve ekledi: "Huran'ın yönetimini sana vermemi ister misin?" Algame "Elbette isterim!" deyince halife hemen orada gerekli fermanı hazırlayıp Algame'yi Huran'a komutan ve vali olarak atadı. Algame, ömrünün sonuna kadar Huran'da vali ve komutan olarak kaldı ve orada da öldü."

İbn-i Hacer, bu hadiseyi yukarıdaki şekilde anlattıktan sonra şöyle der: "Ömer, Huran'ın yöneticiliğine dair fermanı Algame'nin eline verdikten sonra "Senin gibi gerçek taraftarlarımın olması dünyadaki her şeyden daha değerlidir benim için" dedi.

Evet, yukarıdaki hadise, maalesef  bütün ayrıntılarıyla muteber İslâm kaynaklarından alınmış tarihi gerçeklerden sadece biridir. Buna rağmen Halifeler mektebi (Sünnî) uleması salt rivâyetlerine dayanarak Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesini tanımanın ölçü ve kıstaslarını belirleme yoluna gitmiş ve bu yüzeysel yaklaşımın tabii bir neticesi olarak da Seyf b. Ömer gibi zındıklıkla suçlanan birinin uydurduğu insanları Hz. Resulullah'ın (s.a.a) gerçek sahâbîlerinden sayma hatasına düşmekten kurtulamamıştır. Biz burada meseleyi özetle aktardık; daha etraflıca öğrenmek isteyenler "Yüz Elli Uydurma Sahâbî" adlı eserimize başvurabilirler.

Kimlere sahâbe denilip denilemeyeceği konusunda Ehl-i Sünnet ve Şîa mezhebindeki kıstasları böylece değerlendirdikten sonra, şimdi bu iki mezhebin "Sahâbenin adaleti" konusundaki görüşlerini kısaca aktarmaya çalışalım:

 

İkinci Bölüm:

 

EHL-İ SÜNNET VE ŞÎA MEKTEPLERİNDE SAHÂBENİN ADALETİ MEVZUU

1- Ehl-i Sünnet (Halifeler) Mektebine Göre Sahâbenin Adaleti:

Ehl-i Sünnet (Halifeler) mektebine mensup müslümanlar, istisnasız olarak bütün sahâbeyi âdil bilir ve İslâmî hükümlerde ve şer'î konularda sahâbeye müracaat ederler.

Dirâye ve hadis ilimleri dallarında Ehl-i Sünnet'in en önde gelen alimlerinden biri olan, "Cerh ve Tâ'dil" ehlinin İmâmı Hafız Ebu Hâtem Râzi[15]; bu mevzuda eserinin mukaddimesinde, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesinin adaleti konusunda şöyle yazar:

"...Allah Resulü'nün (s.a.a) sahâbesi vahy ve Kur'ân'ın nuzûlüne şahid olup bunların tefsir ve tevillerini bilen kimselerdir. Allah-u Teâlâ onları Peygamber'ine dost kılmış, ona yardımcı etmiş, dinini ve sünnetini yaymaları ve ayakta tutmaları için seçmiş, Peygamber'ine sohbet arkadaşı olarak beğenmiş ve onları bizlere rehber ve önderler tayin etmiştir. Belirlediği sünnetler, kurallar ve koyduğu kanunlardan, sâdır ettiği hükümlere, yaptığı hakemlikler ve verdiği hüküm ve kararlara, serbest ve câiz gördüğü veya men edip yasakladığı şeylere varıncaya kadar Allah Resulü'nün (s.a.a) Allah-u Teâlâ tarafından kendilerine tebliğde bulunduğu her şeyi tam anlamıyla kavrayıp anlamış, iyice öğrenip belleklerine yerleştirmiş ve dinde fakih ve âlim olmuşlardır. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanında bulundukları için Allah'ın emir ve nehiylerini -yasaklarını- hikmet ve gerekçeleriyle birlikte öğrenmiş ve Kur'ân'dan nasıl faydalanılması ve hükümler çıkarılması gerektiğini en iyi şekilde anlayıp kavramışlardır. Allah (Azze ve Celle) onları seçip ümmetin liderleri ve önderleri olarak belirlemek suretiyle kendilerine lütufta bulunmuştur; şüphe, tereddüt, hata, kötü zan, kendini beğenmişlik ve başkalarının kusur ve ayıplarını arama gibi hasletleri onlardan tamamen silip uzaklaştırmış ve onları ümmetin âdilleri olarak tanımlayarak "... ve böylece insanlara şahid olmanız için sizi orta -yolu izleyen- ümmet kıldım" (Bakara,143) buyurmuş ve Allah Resulü (s.a.a) de bu âyette geçen vasat ümmet -orta yolu izleyen ümmet- tabirini "âdil ümmet" olarak tefsir etmiştir. Binaenaleyh o hazretin Ashâbı, ümmetin âdilleridirler; bizi doğru yola hidâyet eden önderler, din konusunda Allah'ın hücceti ve Kur'ân ve Sünnet-i Resulullah'ın (s.a.a) taşıyıcılarıdırlar. Allah-u Teâlâ onlara müracaat edilmesini ve onların yöntem ve yolunun izlenilmesini emretmiştir. Onları örnek almamızı ve onlara uymamızı istemiş ve Nisa, 115'te şöyle buyurmuştur: "Kim de kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan sonra Peygamber'e muhalefet ederse ve mu'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yaratıktır o!"[16]

Yine birçok hadiste Hz. Resulullah (s.a.a) halkı hadislerini yaymaya teşvik etmekte ve Ashâbını övüp onlar için dualarda bulunduktan sonra şöyle buyurmaktadır: "Benim sözlerimi dinleyip aklında tutan ve onları duymayanlara aktaranları Allah daima korusun" ve "Burada hazır bulunan sizler, benden duyduklarınızı gidip başkalarına da anlatın." ve "Kur'ân âyetlerinden biri dahi olsa, benden duyduklarınızı başkalarına aktarın ve hiç çekinmeyin, kimseden korkmayın"

Bu nedenledir ki Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesi -ki Allah onlardan razı olsun- dört bir yana dağılarak savaşlara, gazvelere ve zaferlere katıldılar; yargı, yönetim ve benzeri işlerde çeşitli önemli görevler üstlendiler. Kendi beldelerinde veya ikamet ettikleri yerlerde, Hz. Resulullah'tan (s.a.a) duyup öğrendiklerini halka anlattılar[17] Kendilerinden sorulan sorulara; Hz. Peygamberin (s.a.a) o soru ve benzeri sorulara verdiği cevapları dikkate alarak cevap veriyor ve kendi görüş ve fetvalarını belirtiyorlardı. Allah rızasını umarak O'nun helal ve haramlarını, farzlarını ve ahkâmını ve resulünün sünnet ve hadislerini insanlara öğretip anlatmaktaydılar. Allah (Azze ve Celle), onları kendi katına alıncaya kadar bütün sahâbe böyle yaşadı, Allah cümlesinden razı olsun, cümlesine rahmet eylesin"[18]

İbn-i Abdulbir, İstiâb'ının önsözünde "Sahâbenin tamamının âdil olduğu ispatlanmıştır" dedikten sonra, daha önce Ebu Hâtem Râzi'den aktardığımız örnekte olduğu gibi, sahâbenin sadece mu'minleri hakkında buyrulan âyet ve hadisleri ard arda nakleder[19]

İbn-i Esir de, Üsd-ül Gâbe adlı eserinin önsözünde şöyle yazar:

"Allah'ın hükümlerinin teferruatlı açıklaması ve dinimizle ilgili helaller, haramlar ve diğer meseleleri kapsayan sünen, ancak onları rivâyet eden râviler ve senet olarak gösterdiği ricallerin, bilhassa da Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahâbelerinin doğru olarak bilinip tanınması halinde sahih kabul edilebilir. Hele sahâbelerin kimler ve nasıl insanlar olduklarını öğrenmeden ve onları tanımadan diğer rical ve râvîleri tanıyıp bilebilmek hiç mümkün olmayacaktır. O halde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbının soy-sop ve biyografilerinin teferruatlı bir şekilde bilinmesi zaruridir. Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbi cerh, ta'dil ve onların durum ve davranışları hakkındaki eleştiriler dışında; hadis ve sünnet senetlerinde adı geçen diğer râvîlerle her açıdan eşit ve beraberdirler, zira Ashâbın hepsi adildir, onlara kusur bulmak ve onları eleştirmek imkansızdır."[20]

Hadis hafızı İbn-i Hacer, El-İsâbe adlı eserinin 3. faslında Ashâbın adaleti konusunda şöyle yazar:

"Ehl-i Sünnet mensupları Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bütün Ashâbının istisnasız olarak adil olduklarına ve bir avuç bid'at ehlinden başka kimsenin onlara karşı çıkmadığına inanır..."[21]

Tanınmış hadisçi  İmam Ebu Zâr'e'den de şöyle nakledilmektedir:

"Allah Resulü'nün (s.a.a) Ashâbından birini eleştiren ya da onlardan biri hakkında ayıp ve kusur iddiasında bulunan birini görürsen bil ki o zındıktır(!)[22]. Çünkü Allah ve Resulü'yle, Kur'ân'da belirtilen herşeyin doğru ve hak olduğunu biliyoruz ve bütün bunları bize iletip ulaştıranlar ise Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbından başkası değildir. Binaenaleyh Ashâbı eleştirenler, bizim İslâm hakkındaki şehidlerimizi lekelemek suretiyle onları yalanlamak ve böylece neticede Kur'ân ve sünneti reddetmek istemektedirler. Asıl eleştirilmesi ve kirli çamaşırları su yüzüne çıkarılması gerekenler, Ashâbı eleştirmeye yeltenen zındık kâfirlerdir!"[23]

Evet, Ashâbın adaleti konusunda ehl-i  sünnet ve Halifeler mezhebi mensuplarının görüşleri böyle. Şimdi Şîa Ehl-i Beyt mezhebinin "Ashâbın adaleti" konusundaki görüşlerine bakalım:

 

2- Ehl-i Beyt Mektebine Göre Sahâbenin Adaleti:

Ehl-i Beyt mektebi; Kur'ân'da da belirtildiği gibi Hz. Peygamber-i Ekrem'in (s.a.a) Ashâbı arasında dürüst ve iyi niyetli mu'minler olduğuna ve Allah-u Teâlâ'nın onları övdüğüne inanır. Bu cümleden olmak üzere Allah-u Teâlâ, Şecere Biati'ne katılanlar için şöyle buyurur:

"Andolsun, Allah, sana o ağacın altında biat ederlerken mu'minlerden razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine güven duygusu ve huzur indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap olarak vermiştir" (Fetih,18).[24]

(Fetih,18).[24]

Yukarıdaki âyette geçen övgü ve takdir, Şecere -Rıdvan- Biati'ne katılan sahâbelerin hepsi değil, sadece mu'min olanları içindir[25] nitekim biat sırasında orada bulunan Abdullah b. Ubeyy, Evs bin Havlî gibi münafık sahâbeleri kapsamına almamaktadır.

Ehl-i Beyt inancı ve Şîa mezhebinde, Kur'ân'daki sarih âyetlere istinaden sahâbe arasında da münafıklar bulunduğuna inanılır; Allah-u Teâlâ'nın bu münafıkları kınadığı ve kötülediği âyetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır:

"Çevrenizdeki bedevilerden münafık olanlar vardır ve Medine halkından da nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır; sen onları bilmezsin, biz onları biliriz; biz onları iki kere azaplandıracağız; sonra onlar büyük bir azaba döndürülecekler."[26]

Keza yine Nur Suresi'nde de buyrulduğu gibi sahâbe arasından bazıları Hz. Resulullah'ın (s.a.a) haremini ahlâki sapmayla suçlayacak kadar iftiranın boyutlarını[27] artırmış, Allah'ın gazabını üzerlerine çekerek O'nun Resulüne (s.a.a) töhmet ve karalamada bulunmuşlardır. Yine Allah-u Teâlâ'nın, asıl emellerini bilerek haklarında şöyle buyurduğu münafıklar da vardı sahâbe arasında:

"...Oysa onlar, bir ticaret veya eğlence konusu gördüklerinde -fırsatı ganimet sayarak- hemen ona doğru koştular ve seni ayakta bıraktılar..."[28]

Bu vakıa Resulullah (s.a.a) mescidde durmuş Cuma hutbelerini okurken vuku bulmuştur.

Keza, aynı "sahâbî"ler arasında öyle münafıklar vardı ki Tebük gazvesi[29] -veya bir diğer rivâyete göre de Vedâ haccı[30]- dönüşünde Hureşi Geçidi'nde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) canına kastederek onu terör etmeye bile yeltendiler.

Bütün bunlar bir tarafa; Hz. Resulullah'ın (s.a.a) en yakın sahâbesi, onunla en sık ve en samimi görüşen hanımları olduğu halde onlar için bile âyette uyarı ve tehdit geçmekte ve şöyle buyrulmaktadır: "Ey peygamberin kadınları, kim sizden açık bir çirkinlikte ve utanmazlıkta bulunursa onun azabı iki kat olarak artırılır; bu, Allah'a pek kolaydır. Ama kim de sizden, Allah'a ve Resulü'ne gönülden itaat eder ve salih bir amelde bulunursa, ona da ecrini iki kere veririz, ve biz ona üstün  bir rızık da hazırlamışızdır. Ey peygamberin kadınları! Siz diğer kadınlar gibi değilsiniz..." (Ahzab, 30-32)

Yine bir başka yerde Allah-u Teâlâ, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) eşlerinden ikisine hitaben şöyle buyurmaktadır: "Siz, Peygamber'in iki eşi, Allah'a tevbede bulunmanız iyi olur, çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi. Yok, eğer ona karşı birbirinize destek olmağa kalkışırsanız, artık Allah onun mevlasıdır, Cibril de ve mu'minlerin salih olanı -Hz. Ali- da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler..." Daha sonra Rabb'ul Âlemin şöyle buyurmaktadır: "Allah, küfretmekte olanlara Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek olarak verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki kulumuzun nikahı altındaydı; ancak, onlara -onların dâvalarına- ihanet ettiler. Peygamber eşi olmaları onları Allah'ın azabından kurtarmadı; kıyamet günü o iki kadına, 'Diğer cehennemliklerle birlikte girin cehenneme!' denilir. Allah, iman etmekte olanlara da Fir'avn'nın karısını örnek verdi, hani o demişti ki 'Rabbim, bana kendi katında, cennette bir ev yap; beni Fir'avn'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve beni o zalimler topluluğundan da kurtar!..' İmran'ın kızı Meryem'i de, ki o kendi ırzını korumuştu..." (Tahrim,10-12)

Hz. Resulullah (s.a.a) bu sahâbelerin Kıyamet günüyle ilgili şöyle buyurmuştur:

"Kıyamet günü  Ashâbımın önde gelenlerinden bazısını getirip amel defteri siyah olanlarla birlikte haşredecekler. Ben "Allah'ım! Onlar benim Ashâbım!" dediğimde, şu cevabı duyacağım: "Senden sonra bu Ashâbının neler yaptıklarını bilmiyorsun!" O zaman ben de o salih kulun sözlerini (Mâide, 117'de Hz. İsa'nın (s.a) sözü kastediliyor) tekrarlayacak "..Ve ben aralarında bulunduğum sürece amellerine şahittim onların, beni aralarından aldıktan sonra de kendin şahid oldun" diyeceğim. Bunun üzerine bana şöyle denilecek: "Sen aralarından ayrılır ayrılmaz bunlar mürted olup dinden çıktılar ve eski hallerine döndüler"[31]

Bir diğer rivâyette de şöyle geçer:

"Kevser havuzu kenarında Ashâbımdan bazılarını bana getirirler. Ben onları tanıyınca -kim olduklarını onaylayınca- onları benden ayırıp götürürler. O zaman ben "Ya Rabbim! Ashâbımdı onlar..." dediğimde "Senden sonra onların neler ettiğini bilmiyorsun..." denilir bana"[32]

Sahih-i Müslim'de de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu kayıtlıdır:

"Kevser havuzu kıyısında, Ashâbım ve arkadaşlarımdan bazısını bana getirip gösterirler; ben hepsini birer birer tanıdıktan sonra onları alıp götürürler. O zaman ben "Allah'ım! Onlar benim Ashâbımdı" derim ve şu cevabı duyarım: "Bunların senden sonra neler ettiğini bilmezsin!.."[33]

Münafıkla Mu'mini Ayırdetmenin Kıstasları:

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesi arasında münafık olanlar da bulunduğu ve bunların gerçek yüzünü Allah'tan başka kimse bilmediği için Emir'el mu'minin Hz. Ali (s.a)[34]'den, Hz. Ümmü Seleme'den,[35] Abdullah bin Abbas'tan,[36] Ebuzer-i Ğıfâri'den,[37] Enes bin Mâlik'ten,[38] İmran b. Husayn'den[39] naklolunan meşhur bir rivâyette Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mu'minle münafığı birbirinden ayırt edebilmenin ölçü ve kıstası olarak Hz. Ali'nin dostluğunu belirlediği ve "Ali'yi ancak mu'min olan sever, Ali'ye ancak münafık olan düşman olur" buyurduğu geçer.

Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hayatta bulunduğu dönemde bu hadis çok yaygındı ve herkesçe bilinmekteydi. Nitekim Ebuzer-i Ğıfârî şöyle der:

"Biz; münafık olanları Allah ve Resulü'nü reddedişlerinden, namazdan kaçmalarından ve Ali'yle düşman olmalarından tanır, bilirdik"[40].

Ebu Said-i Hıdrî de[41] şöyle rivâyet eder:

"Biz Ensâr müslümanları, münafıkları Ali b. Ebi Talib'e düşmanlıklarından ve onu pek sevmeyişlerinden tanırdık!"

Abdullah İbni Abbas'tan şöyle rivâyet olunur:

"Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hayatta olduğu dönemde, münafıkları Ali'ye düşmanlıklarından tanırdık."[42]

Cabir bin Abdullah Ensârî de şöyle der:

"Münafıkları kolayca tanımamızın yolu, ali'ye düşman olduklarını bilmemizdi."[43]

Bütün bunlara istinaden ve Hz. Resulullah'ın "Allah'ım! Ali'yi seveni sev, ona düşman olana düşman ol!"[44] buyruğuna binaen Ehl-i Beyt mezhebi mensupları Allah'ın dininin hükümlerini öğrenme hususunda çok ihtiyatlı davranır ve Hz. Ali'nin (s.a) dostlarından olmayan ve o hazrete karşı düşmanlığa girişen sahâbelerden, başka bir deyişle sahâbe arasında gerçek yüzlerini ancak Allah'ın bildiği münafıklardan uzak durmaya çalışır ve İslâm'la ilgili hüküm ve rivâyetler hususunda onların sözlerini ölçü ve kıstas olarak almaz.

 

Üçüncü Bölüm:

 

İki Mekteb AçIsIndan Ashâb Konsunun Özetİ

 

İki Mekteb Açısından Sahâbe Ve Adaleti

 

Hilafet Mektebine Göre Sahâbe ve Sahâbîlerin Adaleti:

Ehl-i Sünnet ve Hilafet mektebine göre kısa bir süre için de olsa Resulullah'a (s.a.a) iman ederek onu gören herkes sahâbîdir; hatta bir saat bile olsa sahâbî sayılması için yeterlidir. Bu görüşe göre Resulullah'ın (s.a.a) döneminde yaşayan ve o hazreti gören herkes sahâbîdir. Çünkü hicretin onuncu yılında Mekke ve Taif'de müslüman olmayan ve Resulullah'la (s.a.a) Vedâ Haccı'na katılmayan kimse yoktu. Resulullah'ın (s.a.a) hayatlarının son dönemlerinde Medine sakinleri olan Avs ve Hazrec kabileleri arasında müslüman olmayan bir teki kişi bile yoktu; o halde onların hepsi Resulullah'ın (s.a.a) sahâbîsi sayılır!

Yine Ehl-i Sünnet mektebi izleyicileri, eskiden sadece sahâbîleri ordunun kumandanı ederlerdi, söyleyerek kendi uydurdukları büyük bir çoğunluğu Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbı tanıttılar. "Hamsune Miete Sahâbiyy-in Muhtalak" (yüz elli uydurma sahâbî) kitabında bunların uydurma sahâbîler olduklarını ispatlanmıştır.

Ehl-i Sünnet ve Hilâfet mektebinin izleyicileri sahâbenin hepsini adil bilir ve hiç kimsenin onları eleştirmesine müsaade etmezler. Onlardan birini eleştiren zındık sayılır!

Bu mektebin izleyicileri, Her kesin, Ashâbın naklettiği rivâyetlerin sahih olduğunu kabul etmeleri, İslâm dininin öğretilerini onlardan almaları ve ona amel etmeleri gerektiğine inanırlar.

 

Ehl-i Beyt Mektebine Göre Sahâbe ve Sahâbenin Adaleti:

Ehl-i Beyt mektebi izleyicileri "sahâbî" kelimesini şerî bir ıstılah değil, sadece arapça bir kelime bilmektedir. Onlar derler ki: "Sâhib" terimi lügat kitaplarında dost, arkadaş, sırdaş, kafa dengi anlamlarına gelir ve uzun ve köklü dostlukları ifade etmek için kullanılır. Musahibet iki kişi veya kişiler arasında yakın sohbet arkadaşlığı kurulduğunda "sahib" kelimesi ikinci zamire eklenerek tamamlama yaratmakta ve meselâ Kur'ân-ı Kerim'de de geçtiği bir örnekte olduğu gibi "Ya sâhibey'is sicn" (Ey benim hapis arkadaşlarım) veya "Ashâb-ı Musa" (Musa'nın arkadaşları) tamlamalarında sâhib ve Ashâb kelimeleri "sicn" ve "Musa" kelimelerine eklenerek belirtili tamlama oluşturmaktadır. Aynı şekilde, Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde de o hazretin sohbet arkadaşlarına "sahib-i Resul" ve yakın arkadaşlarına "Ashâb-ı Resul", "Ashâb-us Suffe" denilir, "sâhib" ve "Ashâb" kelimeleri "Resulullah" ve "Suffe" terimlerine eklenerek tamlama yapılırdı.

Resulullah'tan (s.a.a) sonra "sahâbî" terimi özel bir isim halini aldı. Bu kelime başka bir kelimeye ekleme yapılmadan kullanılır ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Ashâbı kastedilirdi. Dolayısıyla, "sahâbî" ve "sahâbe" kelimeleri şer'î bir ıstılah değil, müteşerria ıstılahıdır (müslümanların adlandırmasıdır).

Ashâbın adaletine gelince, bu mektebin izleyicileri Kur'ân-ı Kerim'i izleyerek diyorlar ki: Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbı arasında sinsice nifakta bulunan münafıklar da vardı ve Allah'tan başka kimse onları tanımıyordu. Resulullah'ın (s.a.a) harimine ahlakî sapıklık iftirasında bulunanlar, o hazretin canına suikastta bulunarak gecenin karanlığından yararlanıp Hereşi geçidinde Allah'ın Habibi'ni terör etmeye kalkışanlar da işte onlardı. Yine Resulullah (s.a.a) onların kıyamet günündeki durumlarını haber vermiş, onları kendisinden ayıracaklarını ve kendisinin "Ya Rabbi! Ashâbım!..." diyeceğini, bunun üzerine "Bunların senden sonra neler yaptıklarını biliyor musun? Bunlar senin kendilerinden ayrıldığın andan itibaren gerisin geriye cahiliyete döndüler, mürted ve sapık oldular" denileceğini bildirmiştir.

Yine Ehl-i Beyt mektebi izleyicileri derler ki: Yine o sahâbîler arasında Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün kendilerini övdüğü çok takvalı, çekinen, gerçekten mu'min, dindar kimseler de vardı. Dolayısıyla Ehl-i Beyt mektebi izleyicilerine göre, Kur'ân-ı Kerim'de ve Resulullah'ın (s.a.a) hadislerindeki övgüler, sadece mu'min sahâbîleri kapsar, münafıkları değil. Resulullah (s.a.a) da Ashâbın mu'minlerini tanımak için Ali b. Ebitalib'i sevmeği, münafıklarını tanımak için ise ona düşman olmayı ölçü olarak belirtmiş ve bunu herkese bildirmiştir.

 

EHL-İ SÜNNET'İN BU KONUDA DELİL OLARAK SUNDUĞU İKİ MEŞHUR RİVÂYETİN DURUMU

 

a)-"Aşere-i Mübeşşere" Rivâyeti:

Ehl-i Sünnet arasında çok meşhur olan ve bir kısım sahabe hakkında sürekli referans olarak gösterilen rivâyetlerden birisi "Aşere-i Mübeşşere Hadisi" diye bilinen ve güya Allah Resulü'nün ismini vererek cennetle müjdelediği on kişiyi anlatan rivâyettir. Bu rivâyet hakkında şimdilik aktarabileceğimiz bazı hususları şöyle sıralayabiliriz: 

1-Evvela bu hadis en muteber hadis kaynağı kabul edilen Buhârî ve Müslim'de nakledilmemiştir. Halbuki Ehl-i Sünnet âlimlerinden bir çoğu Buhârî ve Müslim'de olmayan bir hadis (aleyhlerinde olduğu zaman) hemen Buhârî ve Müslim nakletmediği için hadisin reddine kalkışırlar.

2-Bu hadis iki Sahabîden nakledilmiştir ki ikisi de bu hadise göre, müjdelenen on kişinin içerisindedir. Birisi Abdurrahman b. Avf, diğeri ise Said b. Zeyd. Bu ise sadakat ve taharetleri başka delillerle sabit olamayan kimseler hakkında, kendilerine yönelik bir tezkiye ve medhiye niteliğini taşıdığı için şüphe ve şaibeye muciptir.

3-Bu hadisin bir râvisi Abdurrahman b. Hamid isminde bir kişidir ki söz konusu hadisi, babası Hamid b. Abdurrahman ez-Zuhri kanalıyla bir defasında Abdurrahman b. Avf'tan, bir defasında ise direk olarak Resul-i Ekrem'den nakletmiştir.

Bu senet esastan batıl bir senettir. Zira evvela Hamid b. Abdurrahman ez-Zuhrî bir kere sahâbî değil tâbiîdir; tabîî olduğu için de Resulullah'tan direk nakli söz konusu olamaz; saniyen Abdurrahman b. Avf'tan nakli de doğru değildir; zira bu adam hal tercemesinde kaydedildiği üzere Hicrî 32. yılında, tam Abdurrahman b. Avf'ın vefat ettiği senede veya ondan bir sene sonra dünyaya gelmiştir. Abdurrahman öldüğünde henüz bir bebek olan veya daha dünyaya gelmemiş olan birisinin ondan hadis rivayet etmesi düşünülebilir mi?![45] Böylece bu rivâyetin senedi kopuk bir senet olduğu için muteber sayılmaz.

4- Hadisin nakledildiği diğer sahabî ise Said b. Zeyd'dir.

Bu hadis iki senedle Said'den nakledilmiştir. Hadisin metnine bakıldığında, da görüldüğü gibi Said, bu hadisi Muâviye zamanında Kûfe'de, Kûfe mescidinde nakletmektedir.

Şimdi evvela sormak lazım, bu kadar aradan zaman geçmesine rağmen neden o güne kadar Said bu hadisi nakletmemişti. Halbuki Peygamber'den sonra saha-beler,  ezcümle hadiste isimleri geçenler arasında çıkan ihtilaflar, kavgalar sırasında en çok bu tür hadislere ihtiyaç duyuluyordu. Eğer böyle bir hadis olsaydı hemen kendisi veya sevenleri ona sarılır ve onu referans olarak gösterirlerdi. Halbuki tarih o zamana kadar böyle bir hadise, herhangi birisi tarafından temessük edildiğini nakletmemiştir.

Burada iki ihtimal söz konusu olabilir; birincisi şu ki Said, Hz. Ali'ye (a.s) açıkça yapılan hakaretlere karşı onu savunmanın tek yolunu, onu da o gün kabul gören bazı meşhur Sahabîlerin de yanına koyarak, cennetlik olduklarını, dolayısıyla hakaret edilmemesi gerektiğini vurgulamakta gördüğü için böyle bir yola baş vurmuştur.

Bundan da daha güçlü ihtimal şu ki, Said tarihlerin de yazdığı gibi Kûfe'de bulunduğunda, Muâviye'nin valisinin ve Muâviye taraftarlarının Hz. Ali'ye (a.s.) yaptıkları hakaretlere karşı gelmesi, artı Yezid veliaht tayin edildiğinde de biat etmeyip Mervân'la sert tartışmaya girdikten sonra, Muâviye'nin  hilelerinden ve başına gelecek tehlikelerden korkarak kendisini bir nebze emniyete almak için bu rivayeti uydurup, ben Ali'yi de, muhaliflerini de seviyorum imajı vermek istemiş olabilir.

Belki de hiç birisi değil ve bu hadis Said'in diline uydurulmuştur (ki bizce bu en mantıklı ihtimaldir). Yoksa birbiriyle taban tabana zıt düşünce ve tavırlar sergileyen, hatta birbiriyle savaşan, on kişinin hepsinin de cennetlik olması nasıl düşünülebilir?

Bu çelişkileri gözleriyle görmek için, tarafsız bir gözle konuyla ilgili değişik kaynakları araştıran kimseler bunun açık örneklerine sık sık  rastlayabilirler. Bu on kişi arasında yaşanan ihtilaf ve sürtüşmeler hakkında detaylı bilgi sahibi olmak isteyen kimselere bizzat Ehl-i Sünnet kaynaklarından gerekli bilgi ve belgeler sunmamız mümkündür.

Hatırlatılması  gereken bir diğer husus şudur ki, faraza bu hadis doğru bile olsa, bunun benzeri olan ve diğer bir kısım sahabînin cennetlik olduklarını isimleriyle vurgulayan ve senet açısından daha güçlü ve daha sahih olan hadisler de bulunduğu halde neden sadece bu hadis dillere destan olmuştur? Öyle ki mesela İmâm Ahmet b. Hanbel "Bu on kişinin dışında kimseye, 'şu cennetliktir' denmesi câiz değildir" demektedir.[46]

Mesela Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkında:

"Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendisidir" diye buyurduğu hadis ittifakla sahih olarak kabul edilmiyor mu?

Yine: "Hasan ve Hüseyin'in, dedeleri, babaları, anneleri, amcaları, halaları, teyzeleri, kendileri ve ikisini sevenlerin hepsi cennettedir" buyurmamış mıdır Allah'ın Resulü?![47] 

Aynı şekilde Hz. Fatıma'nın cennete girecek ilk kadın olduğunu vurgulayan muhtelif hadisler, yine Hz. Hatice annemizin cennetle müjdelenmesini, cennetteki yerini açıklayan hadisler neden göz ardı ediliyor?

Yine sahih senetle şöyle buyurduğu rivâyet edilmemiş midir?: "Hiç şüphesiz cennet şu dört kişiye müştaktır: Ali b. Ebi Tâlib, Ammâr b. Yâsir, Selmân-ı Fârisî ve Mikdad."

Yine şöyle buyurmamış mıdır?:

"Cennet üç kişiye müştaktır: Ali, Ammâr ve Bilâl."

Ahmed b. Hanbel büyük bir hadisçi olmasına rağmen bu hadisleri bilmiyor muydu ki "Bu on kişinin dışında kimseye, 'şu cennetliktir' denmesi câiz değildir" diyor?!

Evet, neden sağlam senetlerle nakledilen bu hadislerden kimsenin haberi yok?! Ama yukarıdaki hadis senedi zayıf olmasına rağmen dillere destandır?! Kararı sizin insaf ve hür vicdanınıza bırakıyoruz. 

              

  b)-"Ashabım gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayet bulursunuz"  Rivâyeti:

Biz bu rivâyet hakkında önce bu rivâyetin zayıf, itibarsız ve uydurma olduğunu itiraf eden Sünni âlimlerin isimlerini kaynaklarıyla birlikte vereceğiz; daha sonra rivâyetin senetlerini incelemeğe tâbi tutacağız;. ardından da hadisin muhtevası üzerinde  durmağa çalışacağız.

 

Hadis Zayıf Bilen Ehl-i Sünnet Alimleri:

1-İmam Ahmed b. Hanbel (Ölüm: 241 hc.) [48]

2-Hâfız Ebu İbrâhim-il Muznî (Ölüm: 264 hc.) [49]

3-Hâfız Ebu Bekr-il Bezzâr (Ölüm: 292 hc.)[50]

4-İbn-ül Kattân -Hâfız Ebu Ahmed Abdullah b.Adiyy- (Ölüm: 365 hc.) [51]

5-Hâfız Ebu-l Hasan Dârekutnî (Ölüm: 385 hc.) [52]

6-Hâfız İbn-i Hazm -Ebu Muhammed Ali b. Ahmed- ( Ölüm: 456 hc.) [53]

7-Hâfız Beyhakî -Ebubekr Ahmed b. Hüseyin b. Ali b. Abdullah- (Ölüm: 457 hc.) [54]

8-Hâfız Ebu Ömer İbn-i Abd-il Birr (Ölüm: 463 hc.) [55]

9-Hâfız İbn-i Esâkir -Ebu-l Kâsım Ali b. Hibetullah- (Ölüm: 571 hc.) [56]

10-Hâfız Abdurrahman Ebu-l Ferac İbn-il Cevzî (Ölüm: 597 hc.) [57]

11-Hâfız İbn-i Dihye –Ebu-l Hattab Ömer b. Hasan- (Ölüm: 633 hc.) [58]

12-İmam Esir-üd Din Ebu Hayyân-il Endülüsî (Ölüm: 745 hc.) [59]

13-Hafız Şemsüddin Ebu Abdillah ez-Zehebî Ölüm: 748 hc.) [60]

14-Ahmed İbn-i Abdülkadir Tâcuddin İbn-i Mektum Ebu Muhammed-il Kaysî (Ölüm: 749 hc.) [61]

15-Şemsüddin İbn-i Kayyim-il Cevziyye (Ölüm: 751 hc.) [62]

16-Hâfız Zeynüddin Abdurrahim b. Hüseyn-il İrâkî (Olüm: 806 hc.) [63]

17-Hafız Şehabüddin İbn-i Hacer-il Askalânî ( Ölüm: 852 hc.) [64]

18-Kemâlüddin Muhammed İbn-il  Hemmâm-il Hanefî (Ölüm: 861 hc.) [65]

19-İbn-u Emir-il Hâc -Şemsüddin Muhammed b. Muhammed b. Muhammed b. Hasan- (Ölüm: 879 hc.) [66]

20-Hâfız Şemsuddin Ebulhayr Muhammed b. Abdurrahman Es-Sahavî (Ölüm: 902 hc.) [67]

21-Kemâlüddin Ebu-l Meâlî Muhammed b. Emir Nâsıruddin Muhammed b. Ebî Bekr b. Ali b. Ebî Şerif-il Makdisî-iş Şâfiî (Ölüm: 906 hc.) [68]

22-Hâfız Celâlüddin-is Suyûtî eş-Şâfiî (Ölüm: 911 hc.) [69]

23-Şeyh Aliyy-ül Muttaki-l Hindî (Ölüm: 975 hc.) [70]

24-Şeyh Aliyy-ül Kâriyy-ül Mekkî (Ölüm: 1014 hc.) [71]

25-El-Mennâviyy-üş Şâfiî -Abdürrauf b. Tâc-ül Ârifin b. Ali b. Zeynülâbidin- (Ölüm: 1029 hc.) [72]

26-Şeyh Şehâbüddin-il Hafâcî-il Hanefî -Ahmed b. Muhammed b. Ömer (Ölüm: 1096 hc.) [73]

27-Kâzî Muhibbullah-il Behârî-il Hindî (Ölüm: 1119 hc.) [74]

28-Kâzî Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdullah-iş Şevkânî (Ölüm: 1250 hc.) [75]

29-Sadik Muhammed Hasan Hân (Ölüm: 1307 hc.) [76]

 

Burada şunu da hatırlatmamız gerekir ki bu isimleri biz örnek olarak zikrettik; yoksa bu hadisin uydurma veya zayıf olduğunu itiraf eden Sünnî âlimlerin sayısı daha fazladır. Mesela İbn-ül Mulakkin, İbni Teymiye, Celâl-ül Muhallî, Ebu Nasr-is Seczî, Ebuzer-ül Halebî, Ahmed b. Kâsım-il İbâdî, Es-Sebukî, İbn-i İmâm-il Kâmiliyye, Mevlevî Nizâmuddin, Mevlevî  Abd-ül Ali Bahr-ul Ulûm, Muhammed Nâsıruddin-il Albânî ve Seyyid Muhammed İbn-i Akil-il Alevî gibi âlimleri de bunlara ekleyebiliriz.

Açıklamamız gereken bir diğer husus da şudur ki, "Yıldızlar " rivayetinin bazı nakillerinde "Ümmetimin ihtilâfı rahmettir" şeklinde bir söz de yine Resulullah'a isnad edilmiştir ki aynı senetle nakledildiği için o rivâyetin zayıf ve uydurma olduğunu söyleyenlerin sözleri doğal olarak bu rivâyet için de geçerlidir ki bunlardan bazılarının ismini örnek olarak zikredip geçiyoruz: Hâfız İrâkî, Hafız Muhammed b. Tâhir, Tabarânî, Deylemî, Muhammed Nâsıruddin-il Albânî ve...[77]

 

Rivâyetin Senedi Üzerine:

Gerçi bir önceki bölümde bir kısmının isimlerini verdiğimiz Ehl-i Sünnet âlimlerinin, rivayetin zayıflığını ve uydurma olduğunu teyit ve tasdik etmeleri, bizi rivâyetin senedini incelemekten müstağnî kılıyor; ama yine de bahsimizin tekmili ve hiçbir şüpheye mahal vermemek için rivâyetin senedi üzerinde de kısa bir incelemenin uygun olacağını düşünüyoruz.

Evet bu rivayet bildiğimiz kadarıyla altı sahabîden nakledilmiştir ki aşağıda teker teker ele alacağımız üzere bunların hiç birisinin senedi sağlam değildir:

 

*Abdullah İbn-i Ömer:

Bu rivâyet Abdullah İbn-i Ömer'den iki senedle nakledilmiştir; bu iki senedin birisinde ezcümle şu iki râvînin isimleri göze çarpmaktadır:

1-Abdurrahim b. Zeyd:

 Buhâri'nin  ve Nesâî'nin "Ez-Zuafâ" (Zayıf Râvîler) isimli kitaplarında, İbn-i Ebi Hâtem'in "El-İlel" kitabında, İbn-i Cevzî'nin "El-Mevzuât" ve "El-İlel-ül Mütenâhiye" kitaplarında, Zehebî'nin "Mizân-ül İ'tidâl", "El-Kâşif" ve "El-Muğnî" kitaplarında, Hazrecî'nin  "Hulâsat-u Tezhib-i Tehzib-il Kemâl" kitabında ve diğer çoğu ricâl kitaplarında bu râvî, "Hiçbir  değeri yoktur", "Çok yalancıdır", "Çok yalancı bir habistir" gibi tabirlerle tanıtılmıştır.

2-Zeyd-ül Ammi:

Bu adam yukarıda bahsettiğimiz Abdurrahim'in babasıdır. Şevkânî Şöyle diyor: "O ikisi son derece zayıftırlar." İbn-i Sa'd  "Zeyd hadiste zayıftır demiştir. İbn-i Adiy ise onun hakkında "Onun bütün rivâyetleri  ve ondan rivâyet eden bütün râvîler zayıftır" tespitinde bulunmuştur.[78]

Diğer senede gelince onda da ezcümle "Hamzat-ül Cezri" (Hamza b. Ebî Hamza en-Nasibi)'yi görmekteyiz. Onun hakkında ise ricâl âlimleri şu tabirleri kullanmışlardır: "Hadisi münkerdir", "Hadisi terkedilmiştir", "Hadisi atılmıştır", "Bir şeye yaramaz",  "Hadis uyduran birisidir", "Bir para etmez." [79]

 

*2. Halife Ömer b. Hattab:

2. Halif'e Ömer'e dayandırılar rivâyette ise şu râvilerin ismi geçmektedir:

1-Naim b. Hammad:

İbn-i Cevzî onun hakkında şu tespitte bulunmuştur: "Naim (ricâl âlimleri tarafından) cerhedilmiştir."

2-Abdürrahim b. Zeyd: Durumu açıklandı.

3-Zeyd-ül Ammî: Durumu açıklandı.

 

*Câbir b. Abdullah-il Ensârî:

Câbir'e dayandırılan rivâyet de iki senetle nakledilmiştir. Bu senetlerin birisinde rivâyet ta Mâlik b. Enes'e ondan da ta Câbire kadar uzanıyor; ancak Mâlik'ten aşağıya  bütün râvîler mechul ve tanınmayan kimselerdir. Bunu İbn-i Hacer Askalânî "Tahric-u Ehâdis-il Keşşâf" isimli eserinde açıkça beyan etmiştir.[80]

Diğer sened de ise şu râvîlerin ismini görmekteyiz:

1-Ebu Süfyân:

İbn-i Hazm "Ebu Süfyân zayıftır" demiştir.[81]

2-Selâm b. Selim:

 Yine İbn-i  Hazm Bu râvî hakkında ricâl alimlerinden şu görüşleri nakletmiştir: İbn-i Hacer: "Selam zayıftır." İbn-i Harâş: "O çok yalancıdır." İbn-i Habbân: "O bir çok uydurma hadis rivâyet etmiştir." Ardından da "Bu adamın zayıflığında icma edilmiştir" tespitini eklemiştir İbn-i Hazm.[82]

3-Hâris b. Gasîn:

İbn-i Abd-il Birr rivâyeti bu senedle naklettikten sonra Şöyle demiştir: "Bu sened hüccet olamaz; zira senette yer alan "Hâris b. Gasîn" mechuldür ve durumu belli değildir. Yine Ebu Amr ve Zeynüddin-il İrâkî de onun hakkında aynı şeyi söylemişlerdir.[83]

 

*Abdullah İbn-i Abbâs:

Abdullah İbn-i Abbâs'a dayandırılan rivâyetin senadinde ezcümle şu râvîlerin ismi geçmektedir:

1-Süleyman İbn-iEbî Kerîme:

Ebu Hâtem Râzî, Celâlüddin Suyûtî ve Muhammed b. Tâhir onun zayıf olduğunu söylemişlerdir. İbn-i Adiy ise "Onun bütün hadisleri münkerdir" demiştir. Zehebî'nin tespiti ise şöyledir: "O, itibarsız ve bir çok münker (hadisin sahibidir.[84]

2-Cüveybır b.Said:

Bu râvî zayıflığı hakkında ricâl âlimlerinin söylediklerinden bazısı şöyledir: Nesâî ve Dârekutnî: "Hadisi terkedilmiştir." Buhari Ali b. Yahya'dan Şöyle nakletmektedir: "Cuveybır'ın iki hadis naklettiğini biliyorum." Ardından ikisini de naklederek onların zayıf olduğunu ortaya koymuştur. İbn-i Cevzî: "Cuveybır'a gelince, onun zayıf olduğunda icma etmişlerdir." Ahmed b. Hanbel: "Onun hadisiyle iştigal edilmez." İbn-i Muin: "Hiçbir şeye değmez." Cevzecânî: "Onunla iştigal edilmez." Ve benzeri  bir çok tabir..[85]

3-Ez-Zahhâk b. Müzâhim:

Bu râvî hakkında da şu tabirler kullanılmıştır: "Bu adamdan hadis nakledilmezdi." "Hadis hususunda zayıftır." "Âlimler tarafından cerhedilmiştir." Şu'be ve bir çok âlim ise onun İbn-i Abbas'ı görmediğini iddia etmişlerdir.[86]

 

*Ebu Hureyre:

Ebu Hureyre'ye dayandırılan rivâyetin senedinde "Cafer b. Abd-ül Vahid-il Kâzî el-Hâşimî" isimli  râvînin ismi de geçmektedir.  Rical kitaplarında bu şahıs da "Hadis uyduran", "Hadis çalan", "Yalancı", "Hadisi terkedilen" vb. tabirlerle tanıtılmıştır.[87]

Arıca bilindiği gibi Ebu Hureyre'nin kendisi de bir çokları tarafında muteber birisi olarak kabul edilmiyor.

 

*Enes b. Mâlik:

Enes b. Mâlik'e dayandırılan rivayetin senedinde ise "Bişr İbn-il Hüseyin" isimli bir râvînin ismini görmekteyiz ki rivâyeti Zübeyr b. Adiy kanalıyla Enes'ten nakletmektedir.

Zehebî "El-Muğnî" kitabında, Dârekutnî'nin onun hakkında "Terkedilmiştir" ve Ebu Hâtem'in ise "O Zübeyr'in diline yalan uydurmuştur" dediğini nakletmektedir. Bu râvî hakkında diğer rical alimlerinin yergilerini görmek için  İbn-i Hacer Askalânî'nin "Lisân-ül Mizân" kitabına bakılabilir.[88]

Böylece bu rivâyetin bütün senetlerini incelemiş bulunuyoruz; gördüğünüz gibi bu senetlerin hiç biri sahih değil ve bazısında üç, bazısında iki ve bazısında da en az bir tane zayıf râvî olduğunu bizzat Ehl-i Sünnet'in kendi ricâl kitaplarına ve ricâl âlimlerinin görüşlerine dayanarak ispatlamış olduk.

 

Rivâyetin Muhtevası Üzerine:

Rivâyetin muhtevası hakkında da birkaç nükteyi hatırlatmakla yetineceğiz:

1-Eğer gerçekten bu rivayet doğru olsaydı ve Resulullah'ın etrafında bulanan sahabenin her birisi gökteki yıldızlar gibi olsaydı, o zaman mesela şu âyetlerin indirilmesinin bir anlamı olur muydu?: "Eğer o (Peygamber) ölür ve ya öldürülürse topuklarınız üzerine gerisin geriye mi döneceksiniz."[89]

"Etrafınızda olan bedevilerden ve Medine ehlinden nifakı adet haline getirmiş nice münafıklar vardır ki sen onları bilmezsin; onları biz biliriz. Yakında onları iki defa azap edeceğiz; sonra da büyük bir azaba döndürüleceklerdir." [90]

Eğer sahabenin hepsi âdil ve her biri bir hidâyet yıldızı olsaydı, Allah Resulü onlara hitaben: "Aman benden sonra kafirler olarak geri dönmeyin."[91]

Veya: "Şirk sizin aranızda karıncanın ayak sesinden de gizli olacaktır."[92]

Yada: "Çok geçmeden, ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir ki onlardan sadece birisi kurtuluşa erecektir..."[93] buyurur muydu?!

Yine önceden de naklettiğimiz şu hadisi şerif sahabenin hepsinin âdil oluşu ve her birisinin bir hidâyet yıldızı olduğuyla bağdaşıyor mu acaba?: "Kıyamet günü  ashâbımın önde gelenlerinden bazısını getirip amel defteri siyah olanlarla birlikte haşredecekler. Ben "Allah'ım! Onlar benim Ashâbım!" dediğimde, şu cevabı duyacağım: "Senden sonra bu Ashâbının neler yaptıklarını bilmiyorsun!" O zaman ben de o salih kulun sözlerini (Mâide, 117'de Hz. İsa'nın (s.a) sözü kastediliyor) tekrarlayacak "..Ve ben aralarında bulunduğum sürece amellerine şahittim onların, beni aralarından aldıktan sonra de kendin şahid oldun" diyeceğim. Bunun üzerine bana şöyle denilecek: "Sen aralarından ayrılır ayrılmaz bunlar mürted olup dinden çıktılar ve eski hallerine döndüler."[94] Bakın bu hadiste Allah Resulü açık bir şekilde kendisinden uzaklaştırılan kimselerin, ashabından olduğunu söylüyor. Bu da açıkça öyle her sahabî denen kimsenin hidayet yıldızı ve âdil olmadığını, dolayısıyla bahis mevzumuz olan "yıldızlar" rivayetinin doğru olamayacağını ortaya koyuyor.

2-Sahabî ismi ile anılan birçoklarının hayat hikayeleri, bir çok amelleri ve icraatı bu rivâyetin doğru olamayacağının bir diğer açık kanıtıdır. Zira bunlardan bugün bile takdis edilen bir çoklarının, yalancılık, birbirine küfretme, iftirada bulunma, zina, şarap içme ve birbirleriyle savaşma ve birbirlerinin kanını dökme gibi Kur'an âyetleri ve Resul'ün sünnetiyle yasaklanan ve yapan kimselerin fâsık ve fâcir olup büyük azapları hak ettikleri, büyük günah ve kötülüklere bulaştıklarını bir çok muteber kaynakta okumaktayız ki makalenin ilk kısımlarında bunlardan bazı örnekleri okudunuz.

Durum böyleyken söz konusu rivayeti doğru kabul edip bu amellere bulaşan kimseleri hidayet yıldızı olarak addetmeği siz akıl ve mantığınıza sığdırabiliyor musunuz ki Allah'ın Resulü'ne de böyle bir sözü yakıştırabilesiniz?! yoksa Resulullah kendinden sonra meydana gelecek olaylardan haberi mi yoktu? En azından bu olayların meydana gelebileceğine ihtimal bile vermiyor muydu? Hayır kesinlikle böyle bir şey doğru olamaz. Zira yukarıda örnek olarak zikrettiğimiz âyet ve hadisler, bunun böyle olamadığını ve Allah Resulü'nün bu olaylardan haberdar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu ise bu hadisin kesinlikle uydurma olduğunu ortaya koyuyor. Zira haberdar olduğu halde böyle bir şeyi buyurması asla düşünülemez.

3-Ashabın en azından bir kısmının arasında çoğu zaman şiddetli ihtilafların yaşandığını, bir çok konuda farklı düşündüklerini, hatta bu ihtilafların bazen kavga ve nizaya ve bilindiği gibi bazen binlerce insanın kanlarının akıtılmasına vesile olan savaşlara dönüştüğünü görmekteyiz (Cemel, Sıffın ve Nehrevan savaşları gibi). Biz bütün bunlarda, onları mazur bile görsek (ki böyle olduğunu kesinlikle kabul etmiyoruz) her birisinin farklı ve bazen taban tabana zıt görüş ve davranışlarının hidâyete götüreyeceğini kabul etmemiz asla mümkün değildir. Zira bu, Allah Resulü'nün ümmetini aynı zamanda çelişkili yollara ve hedeflere sevk ve teşvik ettiği anlamına gelir ki bu da hikmet ve hidayet, akıl ve mantık Resulü olan Habibi Kibriya'dan kesinlikle uzaktır. Kısacası bu rivâyetin böyle bir muhtevaya sahip olması onun uydurma olduğunu ispatlamaya yeter, artar bile.

Evet kardeşlerim, bir şeyin meşhur olması bizi aldatmamalıdır. Nice meşhur görüş ve rivâyetler vardır ki ciddi bir araştırma ve incelemeye tabi tutulduğunda, esastan yalan ve uydurma olduğunu görürsünüz. Bugün muhakkik âlimler uzun, araştırmaların neticesinde onlarca sahabî ve râvinin uydurma olduğunu ve asla dünyada yaşamadıklarını ve mesela Seyf b. Ömer gibi zındıklıkla suçlanan, dinini dünyaya satmış bazı kıssacı ve yalancı râvilerin hayal ürünlerinden ibarettir. Arzu edenler Allame Murtaza Askerî'nin "Yüz elli uydurma sahabî" ve "Uydurma raviler" kitaplarına müracaat edebilirler. Allah-u Teala cümlemize hakkı hak, bâtılı bâtıl görebilen basiretli bir göz ve nurlu bir kalp inayet buyursun. Amin!

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


 

[1] - El-İsâbe, C.1, S.10. Halifeler mezhebi mensuplarının bu görüşünü Şehid-i Sâni de aynı dille aktarmakta ve Diraye adlı eserinde sahâbeyi şöyle tanımlamaktadır: Mu'min ve müslüman olarak Hz. Resulullah'ı (s.a.a) görmüş olan herkes sahâbîdir!"

[2] - El-İsâbe, C.1, S.10-13.

[3] - Bkz: Müfredat-ı Râğıb ve Lisân-ül Arab "Sehb" kelimesi.

[4] - El-İsâbe, C.1, S.13.

[5] - Taberi Tarihi, C.1, S.2151.

[6] - Taberi Tarihi, C.1, S.2457-2458.

[7] - Seyf bin Ömer Tamimi'nin biyografisi için bkz: Abdullah bin Saba, C.1.

[8] - Ae, C.1, S.117. Ayrıca, yazarın henüz basılmamış "Uydurma Râvîler" eserine de bakılabilir.

[9] - Ağani, C.14, S.158.

[10] - Kuzâa kabilesi: Hiydan, Behra, Belî, Cüheyne vb... kabilelerini kapsayan büyük bir kabileydi; İbni Hazm'ın "Cemheret-u Ensâb-il Arap" kitabının 440 ve 460. sayfalarında etraflıca anlatılır. Kuzâa kabilelerinin merkezi önce Şeher, sonra Necrân, sonra da Şam olmuştur. Bu kabilelerin yerleşim bölgesi Şam'la Hicaz'dan Irak'a varan çok geniş bir alanı kapsıyordu. Bkz. Mucem-u Kabâil-il Arap, Kuzâa kelimesi, C.3, S.957.

[11] - El-Ağânî, C.14, S.157. İbni Hazm bu mevzuyu özet olarak Cemhere'nin 284. sayfasında anlatmıştır.

[12] - Huran; Dimeşk eyaletine bağlı çok geniş bir bölgenin adıdır, bkz: Mu'cem-ül Büldân, C.2, S.358.

[13] - El-Ağani, C.15, S.56.

[14] - El-İsâbe, C.2, S.489-496. Algame'yle amcaoğlu Âmir arasında bir hadise vuku buluyor ve birbirlerine çirkin sözler sarfediyorlar. Biz burada onları aktarmaya utanıyoruz, Algame'nin Roma imparatorundan alınmasının nedeni de, bu macera olsa gerektir; bak: İsfahânî'nin El-Ağânî isimli eseri, C.15,  S.50-55 ve İbni Hazm'in Cemhere'si, S.284.

[15] - Ebu  Muhammed Abdurrahman b. Ubeyy Hâtem Râzi (doğ: hk.327)'nin tanınmış eseri "Takdimet-ul Marifeti Li-Kitab'il Cerh-i Vet-Tâdil, hk. 1371'de Haydarabad'da basılmıştır.

[16] - Ehl-i Beyt mezhebine mensup Şîa'ya göre, bu âyetteki "mu'min"den maksat, rastgele her sahâbe değil, sahâbenin mu'min ve takvalı olanları ve bu iman ve takvalarını sonuna kadar koruyabilenlerdir.

[17] - Halifeler mektebinde hicretin 1. yy'ının sonlarına kadar Hz. Resulullah'ın (s.a.a) hadislerinin yayılması, bilhassa hadislerin yazılması ve yazılı olarak saklanması veya yayılması yasaklamıştı; bu yasağı ilk başlatan ve bu bid'ati İslâm'a ilk sokan kimse ise, ne yazık ki ilk halife olmuştur.

[18] - El-Cerh-i Vet-Tâdil,, S.7-9.

[19] - Ebu Ömer Yusuf bin Abdullah; Muhammed bin Abdulbirr'unmeriyy'ul Kartabi'ul Mâliki (hk. 368-463)'nin torunlarından olup tanınmış eser "El-İstiy'âb Fi Esmâ'ul Ashâb"ın yazarıdır.

[20] - Usd'ül Gâbe Fi Mârifet-il Sahâbe, C.1, S.3.

[21] - El- El-İsâbe Fi Temyiz'el Sahâbe, C.1, S.17-22.

[22] - Tanınmış imam ve fakih Ebu Zırâe'nin; Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbı arasındaki münafık sahâbeler hakkında neler düşündüğünü merak etmemek elde değil!

[23] - İbni Hacer'in El-İsâbe'si C.1, S.18. İbni Hacer, Ebu Zırae'yi tanıtırken şöyle der:" 11. sınıf güvenilir hadis râvîlerinden ve hafız imamlarındandır. H.264. yılda vefat etti; Müslim, Tirmizi, Nesâi ve İbni Mâce gibi sıhah sahâbesi ondan rivâyetlerdi bulunmuşlardır. Biyografisi için bkz: Takrib'ut Tahzib, C.2, S.536 no:1479.

[24] - Fetih,18.

[25] - Şecere veya Rıdvan biati olarak bilinen bu hadise için bkz: Vâkıdî'nin Megâzî'si, S.604 ve Hutat-ı Mıqrîzî, S.291.

[26] - Tevbe, 101.

[27] - Ayşe'nin rivâyetine göre onun kendisini temize çıkaran, başkalarının rivâyetine göreyse Hz. Mariye'nin iffetini vurgulayan İfk hadisesi Nur Suresi'nin 11-17 âyetlerinde geçer.

[28] - Cuma,11.

[29] - Ahmed bin Hanbel'in Müsned'i C.5, S.390 ve 453 ve: Sahihi Müslim, C.8, S.122-123 Sıfat'ul Münâfıkun bâbı ve: Mecma-uz Zevâid C.1, S.110 ve C.6, S.195; Vâkıdi'nin Moğazi'si C.3, S.1042 ve Mogrizi'nin İmtâ'sı, S.477 ve Dürr-ul Mensur: Siyuti C.3, S.258-9, Tövbe, 74. âyetin tefsiri hakkında.

[30] - Ehl-i Beyt mezhebi mensupları bu komplonun Veda Haccı dönüşünde ve Gadir-i Hum hadisesi nedeniyel Cuhfe yakınlarında gerçekleştiğine inanırlar, bkz:Bihar'ul Envâr, C.28, S.97.

[31] - Sahihi Buhâri, Maide Suresi tefsirinde "... ve konto eleyhim şehiydâ..." babında ve Kitab'ul Enbiya "... ve ittehazallahi..." babında ve Sahihi Tirmizi "Saffet-ul Kıyame" ve "...Macâe fî şa'nul Heşr..." babları ve Tâhâ Suresi tefsiri kısmında.

[32] - Sahihi Buhari, Kitab'ul Rıkâk, Fi'l Howz bâbı C.4, S.95 ve kitab'ul Fiten "macâe fi kavlillah-i Teala" babı ve Sünen-i İbni Mâce, kitab-ı Menâsık, "hutbe't-i yevminnehar" babı 5830. hadis ve: Müsned-i Ahmed, C.1, S.453 ve C.3, S.28 ve C.5, S.48.

[33] - Sahihi Müslim, kitab-il Fezâil, "İsbât-ı harz-ı nebiyyina" babı C.4, S.1800, 40. hadis.

[34] - Müstedrek'in Hakim'i C.3, S.483 ve Mâliki'nin Fusul-ul Mühimme'si ve İbn-i Moğazeli-i Şâfii'nin Menâkıb'ı C.3, S.7 ve Şeblenci'nin Nur'ul Ebsar'ı, S.69... da geçen rivâyetlerde de belirtildiği üzere Hz. Ali (s.a) 30. Fil senesinin Receb ayının 13'ünde Kâbe'nin içinde dünyaya gelmiştir. H. 35. yılda muhacirinle ansar ona halife olarak biat ettiler. H.40. yılın Ramazan'ının 19. gecesi Kufe Camii'nde namaz kılarken, hârici taifesi mensuplarından İbni Mülcem-i Muradi tarafından zehirli bir kılıçla teröre uğradı ve iki gün sonra, Ramazanın 21. günü dâr-ı bekâ'ya göçtü. Ehl-i Sünnet'in sahih kitaplarında Hz. Ali'den (s.a) rivâyet edilen hadislerin sayısı 536'dır. biyografisi için bkz. İstiy'âb, Usd'ul Gâbe, Cevami'us siyre (C.5, S.276). Hz. Resulullah'a (s.a.a) karşı münafıkça davrananların kimler olduğu hususunda Hz. Ali'nin (s.a) rivâyetleri için bkz: Sahih-i Müslim C.1, S.61 "Delil'ul Ali En'hubbul ansâr..." bâbı ve : Sahih-i Tirmizi C.12, S.177 "Menâkıb-ı Ali " babı ve: Sünen-i İbni Mâce "Hâdi-i Aşer" babının girişinde, Sünen-i Nesâî C.2, S.271 "Alamet'il mu'min ve alamet-i münafık" babı, kitabul iman ve Şeraete'den ve: Hasâis-i Nesâi,, S.38 ve Müsned-u Ahmed C.1, S.84,95,128 ve Tarih-i Bağdad, C.2, S.255 c.8, S.417 C.16, S.426 ve Hılyet'ul Evliya: Ebu Nuaym C.4, S.185 (ki burada bütün râvîlrin ittifakıyla sahih kabul edilen bir hadis olduğu belirtiliyor). Tarih'ul İslâm: Zehebi C.2, S.198, İbn-i Kesir Tarihi, C.7, S.354 ve: İstiab, C.2, S.461 ve Usd'ül Gâbe, C.4, S.292 ve Kenz-ul Ummâl C.15, S.105 ve Riyaz-un Nazere C.2, S.284 ve Menâkıb: İbn'ul Moğazeli, S.190 hadis :255.

[35] - Ümmü Seleme olarak bilinen Hind, Ebu Umeyte bin Muğiyre Gureşi Muhzumi.Hz. Resulullah'la (s.a.a) evlenmeden  önce Ebu Seleme bin Abdulesed Mahzumi'nin eşiydi; her ikisi de ilk müslümanlardandı, önce Habeşistan'a, sonra da Medine'ye hicret ettiler. Ebu Seleme Uhud savaşında aldığı yarayla hicretin 3. yılında vefat edince, Hz. Resulullah (s.a.a) çok çocuğu olan ve kocasının vefatıyla birlikte onların geçimini sağlamada ciddi bir sıkıntıya düşen Ümmü Seleme'nin geçimini sağlamayı kendi üzerine aldı. Ümmü Seleme, Hz. İmam Hüseyin'in (s.a) şehadetinden sonra h. 61. yılda vefat etti. Sahiheyn yazarları ondan 378 hadis rivâyet etmiştir. Ümmü Seleme'yle Ebu Seleme'nin biyografisi için bkz: Usd'ul Ğabe ve Ceva Me'ul Siyre, S.276 ve Takrib'ettehzib C.2, S.617. Münafıklar hakkında Ümmü Seleme'den rivâyet olunan hadis için bkz: Sünen-i Tirmizi C.13, S.168 ve Müsnedi Ahmed bin Hanbel C.6, S.292 ve İstiyâb C.2, S.460 ve İbni Kesir Tarihi C.7, S.354 ve Kenz'ul Ummal 1. baskı C.6, S.292.

[36] - Abdullah bin Abbas. Abdulmuttalib'in torunlarından, Hz. Peygamber'in (s.a.a) ve Hz. Ali'nin (s.a) amcaoğlu Hicret sırasında üç yaşındaydı, h. 67'de Tâif'te öldü. Sahileyn yazarları ondan 1660 hadis rivâyet etmiştir. Biyografisi için bkz: Usdul Gâbe ve El-İsâbe ve Cevami'ussiyre, S.276.

[37] - Ebu Zerr Gıfârî: Cündeb ve Büreyd de onun adıdır. Cünade (Abdullah veya diğer adıyla Esseken'in oğludur. İslâm'ı ilk kabul eden ve en son hicrette bulunanlardandır. Bedir'den sonraki savaşlara katıldı ve Halife Osman'ın emriyle sürüldüğü Rebeze Çölü'nde açlık ve hastalıktan öldü (h.32. yılda) Sıhah yazarları ondan 281 hadis rivâyet etmiştir. Biyografisi için bkz: Takrib, C.2, S.420, Cevamiussiyre, S.277 ve Abdullah bin Saba Masalı: (Allame Askeri)

[38] - Enes b. Mâlik, Ensari-i Hazrecî (Hazrec kabilesi ensarından) olup on yıl Hz. Resulullah'a (s.a.a) hizmette bulunduğunu söyler. Gadir-i Hum olayına şahid olduğu halde bunu gizlediği ve şehadette bulunmaktan kaçındığı için Hz. Ali'nin (s.a) bedduasıyla abraş hastalığına yakalandı; abraşının sarığını taştığı A'lâk'un Nefise, S.122'de yazılıdır. Bu hadisenin ayrıntıları İbni Eb-il Hadid'in Şerh-i Nehc'ul Belaga'sında C.4, S.388'de geçer. H.90. yılda Basra'da öldü. Hadis kaynaklarında ondan 2286 hadis rivâyet edilmiştir. Biyografisi için bkz: Usd'ul Ğabe, Takrib, Cemamiussiyre, S.276. Münafıklarla ilgili rivâyeti için bkz:Kenz'ul Ummal C.7, S.140.

[39] - Ebu Necid İmrân b. Husayn-il Huzâî-il Kâ'bî: Hayber fethinde müslüman oldu ve Hz. Resulullah'la (s.a.a) görüşme şerefine kavuştu. Kufe'de kadılığa atandı ve h.52. de Basra'da öldü. Sıhah Ashâbı ondan 180 hadis rivâyet etmiştir. Münafıklar hakkındaki rivâyetleri için bkz: Kenzul Ummal c.7, S.140. Biyografisi için bkz: Takrib C.2, S.72ve Cevamiussiyre, S.277

[40] - Müstedrek-us  Sahiheyn, C.3 , S.129 ve Kenzul Ummal C.15, S.91.

[41] - Ebu Said Hıdrî: Sâ'd bin Malik bin Sinan-ı Hazrecî Hendek ve diğer savaşlara katıldı, rivâyetlere göre h.63 veya 65 ya da 76'da Medine'de öldü. Sıhah Ashâbı ondan 1170 hadis rivâyet etmiştir. Biyografisi için bk: Usdül Ğabe C.2, S.289, Takrib C.1, S.289. Cevâmiussiyre, S.276. Münafıklarla ilgili hadisi için bk: Sahih-u Tirmizi, C.13, S.167 ve Ebu Nuaym'in Hılye'si C.6, S.284.

[42] - Bağdad Tarihi, C.3, S.153'te İbn-i Abbas'ın, İbni Mesud'un yanında "... ki bu, ekicilerin de hoşuna gider, onunla kafirleri öfkelendirmek içindir..." (Fetih, 29) âyetini okuduğu ve "Bu, Ali Bin Ebu Talib'tir" dediği kayıtlıdır.

[43] - Cabir bin Abdullah bin Amru Ansari-i Selemi : Baba oğul, her ikisi de sahâbeydi. Cabir'le babası Akabe biatini idrak ettiler, 17 savaşta Hz. Resulullah'ın (s.a.a) safında müşriklerle savaştı, Sıffın savaşında Hz. Ali'nin (s.a) yanında yer aldı. H.70. yılda Medine'de vefat etti. Sıhah yazarları ondan 1540 hadis rivâyet etmiştir. Biyografisi için bk: Usdul Ğâbe C.1, S.256,7, Takrib C.1, S.122, Cevamiussiyre, S.276. Münafıklarla ilgili rivâyetleri için bk: İstiy'âb C.2 , S.464 ve Riyazunnezere  C.2, S.284, Tarih-i Zehebi C.2, S.198'te "...biz bu ümmetin münafıklarını ancak..." şekilde başlayarak geçer. Mecmeuzzevaid C.9, S.133'te de "Biz ansar grubu, münafıkları ancak..." şeklinde başlayarak geçer.

[44] - Sahih-i Tirmizi, C.13, S.165, Menâkıb-ı Ali babında. Sünen-i İbni Mâce'de "Ali'nin faziletleri" babında 116. hadis, Hasâis-i Nesâi, S.4 ve 30'da, Müsned-i Ahmed bin Hanbel C.1, S.84, 88, 118, 119, 152, 330, C.4, S.281,368, 370, 372, ve C.5, S.307, 347, 350, 358, 361, 366, 419, 568 ve: Müstedrek'ul Sahiheyn C.2, S.129,C.3, S.9, Riyazunnezere C.2, S.222, 5 Tarih-i Bağdad c.7, S.377 c.8 , S.290, C.12 , S.343 ve daha birçok kaynakta geçmektedir.

[45] -Tehzib-üt Tehzib ve diğer Rical  kitaplarına bakılsın.

[46] -Cela-ül Ayneyn, S.118.

[47] -Tabarânî, El-Kebir ve El-Evsat' kitaplarında bu hadisi nakletmiştir.

[48] -İmam Ahmed b. Hanbel'in bu görüşü İbn-i Emir-il Hacc'ın "Et-Takrir-u Vet-Tahbir" kitabında, İbn-i Kudâme'nin "El-Müntahab" kitabında, yine Et-Teysir kitabında C.3, S.243 ve Silsilet-ül Ehâdis-iz Zaifet-i Vel-Mevzua, kitabında C.1, S.79 da nakledilmiştir.

[49] -Câmi-u Beyân-il İlm (İbn-i Abd-il Birr), C.2, S.89-90.

[50] -Câmi-u Beyân-il İlm (İbn-i Abd-il Birr), C.2, S.90, İ'lâm-ül Muvakkıin, C.2, S.223, El-Bahr-ül Muhit (Ebu Hayyan-il Endülüsî), C.5, S.528.

[51] -Söz konusu âlim bu görüşünü, zayıf râvîler hakkında yazdığı "El-Kâmil" adlı kitabında, Cafer b. Abd-ül Vâhid-il Hâşimî-il Kadî ve Hamzat-ün Nasibî'nin hal tercemesi bölümünde açıklamıştır.

[52] -Tahric-u Ehâdis-il Keşşâf (ibn-i Hacer Askalânî), C.2, S.628.

[53] -El-Bahr-ül Muhit, C.5, S.528, Silsilet-ül Ehâdis-iz Zaifet-i Vel-Mevzua, kitabında C.1, S.78.

[54] -Tahric-u Ehâdis-il Keşşâf (ibn-i Hacer Askalânî), C.2, S.628.

[55] -Câmi-u Beyân-il İlm (İbn-i Abd-il Birr), C.2, S.90-91.

[56] -Feyz-ül Kadîr-i Fi-Şerh-il Câmi-is Sağîr (El-Mennâvî), C.4, S.76.

[57] -İbn-i Cevzî bu görüşünü "El-İlel-ül Mütenâhiye Fil-Ehâdis-il Vâhiye" isimli kitabında ortaya koymuştur. Bak: Feyz-ül Kadir-i Fi-Şerh-il Câmi-is Sağîr, C.4, S.76.

[58] -Ebekât-ül Envâr kitabının nakline göre İbn-i Dıhye'nin bu görüşü "Ta'lik-u Tahric-i Ehâdis-i Minhâc-il Beyzâvî" kitabında zikredilmiştir.

[59] -El-Bahr-ül Muhit (Ebu Hayyân-il Endülüsî), C.5, S.527-528.

[60] -Mizan-ül İ'tidâl (Zehebî), C.1, S.413, C.2, S.102.

[61] -Ed-Dürr-ül Lakît Min-el Bahr-il Muhît, (Bahr-ül Muhit'in hamişinde basılmıştır), C.5, S.527.

[62] -İ'lâm-ül Muvakkıîn, C.2, S.223.

[63] -Zeyn-üd Din-il İrâkî'nin bu görüşü, İbn-i Adiyy'in "El-Kâmil" kitabında, Hamza b. Ebi Hamza Nasîbî'nin hal tercemesinde, Beyhakî'nin "El-Medhal" kitabında, "Tahric-u Ehâdis-il Minhâc" kitabından naklen Ebekât-ül Envâr kitabında nakledilmiştir.

[64] -Tahric-u Ehâdis-il Keşşâf (Keşşaf tefsirinin hamişinde basılmıştır), C.2, S.628.

[65] -Et-Tahrir (Emir Padişah-il Hüseynî'nin şerhiyle), C.3, S.243.

[66] -Etakrir-u Vet-Tahbîr Fi-Şerh-it Tahrîr; bak: Et-Teysir-u Fi-Şerh-it Tahrir, C.3, S.243-244.

[67] -El-Mekâsid-ül Hasenet-u Fi-Beyân-i Kesirin Min-el Ehâdis-il Müşteheret-i Ale-l Elsine, S.26-27.

[68] -Feyz-ül Kadir Fi-Şerh-il Câmi-is Sağîr (Mennâvî), C.4, S.76.

[69] -Feyz-ül Kadir Fi-Şerh-il Câmi-is Sağîr (Mennâvî), C.4, S.76.

[70] -Kenz-ül Ummâl, C.6, S.133.

[71] -El-Mirqât-u Fi-Şerh-il Mişkât, C.5, S.523.

[72] -Feyz-ül Kadir Fi-Şerh-il Câmi-is Sağîr (Mennâvî), C.4, S.76.

[73] -Nesim-ur Rıyâz Fi-Şerh-i Şifâ-il Kâzî İyâz, C.4, S.423-424.

[74] -Müsellem-us Subût, C.2, S.241.

[75] -İrşâd-ül Fuhûl, S.83.

[76] -Hüsn-ül Ma'mûl Min İlm-il Usûl, S.56.

[77] -Bu konuda şu kaynaklara bakılabilir: El-Muğnî en Haml-il Esfâr-i Fil-Esfâr (İhya-ül Ulum'un  Hamişinde basılmıştır), C.1,S.34, Tezkiret-ül Mevzûât, S.90-91, Silsilet-ü Ehadis-iz Zaifet-i Vel-Mevzûa, C.1, S.76-78. 

[78] -İrşâd-ül Fuhûl, S.83. Feyz-ül Kadir, C.4, S.76.

[79] -Buhâri'nin ve Nesâî'nin "Ez-Zuafâ" (Zayıf Râvîler) isimli kitaplarında, İbn-i Cevzî'nin "El-Mevzuât" kitabında, Zehebî'nin "Mizân-ül İ'tidâl" ve "El-Kâşif"  kitaplarında, Ebu Hayyân'ın "El-Bahr-ül Muhît" kitabında ve diğer rical kitaplarının çoğunda, bu râvînin ismi bölümüne bakılabilir.

[80] -Tahric-u Ehâdis-il Keşşâf, (Keşşâf' tefsirinin hamişinde basılmıştır), C.2, S.628.

[81] -Silsilet-ül Ehâdis, C.1, S.78.

[82] -Aynı kaynak.

[83] -Câmi-ül Beyân, C.2, S.90-91, İ'lâm-ül Muvakkıîn, C.2, S.223.

[84] -Bu konuda İbn-i Cevzî'nin "El-Mevzûât"ına, Zehebî'nin "Mizân-ül İ'tidal" ve "El-Muğnî"sine, İbn-i Hacer'in "Lisân-ül Mizân"ına ve Muhammed b. Tahir'in "Kanun-ül Mevzûât"ına  ve diğer ricâl kitaplarına mürâcaât edilebilir.

[85] -Bu görüşler için şu kaynaklara bakılabilir: Nesâî ve Buhârî'nin "Ez-Zuafâ" isimli kitaplarına, İbn-i Cevzî'nin "El-Mevuât" kitabına, Zehebî'nin "Mizân-ül İ'tidâl"  ve "El-Kâşif" kitabına ...  

[86] -Bu görüşler için Zehebî'nin "Mizân-ül İ'tidâl" ve "El Muğnî" kitaplarına ve İbn-i Hacer Askalânî'nin "Tehzib-üt Tehzib" kitabına bakılabilir.

[87] -Bu konuda İbn-i Hacerin "Tahric-u Ehâdis-il Keşşâf" ve "Lisânül Mizân" kitaplarına, Zehebî'nin "Elmuğnî" ve "Mizân-ül İ'tidâl" kitaplarına, ve Suyûtî'nin "El-Liâl-il Masnûa" isimli eserine baş vurabilirsiniz.

[88] -Lisân-ül Mizân, C.2, S.21-23.

[89] -Al-i İmrân, 114.

[90] -Tevbe, 101.

[91] -İrşâd-ül Fuhûl, s.76

[92] -Feyz-ül Kadir, C.4, S.173.

[93] -El-Mezahib-ül İslamiyye (Muhammed Ebu Zühre), s.14.

[94] -Sahihi Buhâri, Mâide Suresi tefsirinde, "... Ve kuntu eleyhim şehîdâ..." babında ve Kitab'ul Enbiya, "...Ve ittehazallahu..." babında ve Sahihi Tirmizi, "Saffet-ul Kıyâme" ve "...Mâ câe fî şa'nul Heşr..." babları ve Tâhâ Suresi tefsiri kısmında.

 

 

 

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız | Îletişim için |

  Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de 'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM