Bismillahirrahmanirrahim
Soru-93:Lütfen
bana sahabe hakkındaki görüşünüzü açıklayın; sizler bütün
sahabenin adil olduğuna inanmıyor musunuz? Eğer cevabınız
evet ise, bunun sebebini, açıklar mısınız? Sonra Ehl-i
Sünnet'in bu konuda ileri sürdüğü delillere ne diyorsunuz?
Kur'ân'ın Rıdvan biatıyla ilgili ayeti, "Ashabım gökteki
yıldızlar gibidir..." veya "Aşere-i Mübeşşere" hadisleri
gibi...
Cevap-93:Muhterem
kardeşim, eğer müsaade ederseniz sizin sorunuzu bahane
ederek bu konuyu geniş bir şekilde ve birkaç bölümde ele
almak istiyoruz; fakat sizden istirhamımız tarafsız bir
gözle ortaya koyulan bilgi ve belgeleri sonuna kadar
inceleyip ondan sonra karar vermenizdir; her halükarda ikna
olmadığınız hususlarda bize tekrar yazabilirsiniz...
BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Birinci
Bölüm:
Ehl-i
Sünnet'e Göre Sahâbî Kimdir?:
İbn-i
Hacer, "El-İsâbe" adlı eserinin 1. faslının girişinde "sahâbî"yi
şöyle tarif eder:
"Sahâbî, iman etmiş olarak Hz.
Peygamber'i (s.a.a) gören ve müslüman olarak da ölen kimseye
denir. İster Hz. Resulullah'la (s.a.a) uzun süre görüşüp
konuşmuş olsun, ister kısa bir süre; Resulullah'tan bir söz
duyup o sözü rivâyet etse de, etmese de; Hz. Peygamber'in (s.a.a)
safında müşriklere karşı savaşmış olsa da, olmasa da; hatta
Allah'ın Resulü'nü sadece bir kez görüp onun meclisinden hiç
faydalanmamış veya körlük vb. sebeplerden dolayı onu gözüyle
bile göremeyip sadece huzuruna varmış olsa bile "sahâbî"
sayılır."
İbn-i
Hacer, bir başka yerde, "Pek çoklarının sahâbî olarak
tanınmasının ölçü ve kıstasları" başlığı altında şöyle
yazmaktadır:
"...İlk başlarda belli bir
gelenek vardı, bu gelenek gereği, savaşlarda ordu
komutanları sadece sahâbî olanlar arasından seçilirdi...
Hicretin onuncu yılına varıldığında ise Mekke ve Taifliler
arasında müslüman olmayan ve Hz. Resulullah'la (s.a.a) vedâ
haccına katılmamış bulunan bir tek kişiye rastlamak mümkün
değildi. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ömrünün son zamanlarında
Medine'de ve Evs'le Hazrec kabileleri arasında müslüman
olmayan hiç kimse kalmamıştı. Hz. Peygamber (s.a.a) hayatta
olduğu sürece bu insanlardan hiçbiri alenen İslâm'dan
çıkmamış ve açıkça küfrünü göstermemişti.
Evet,
İbn-i Hacer'de geçen tarif kısaca böyle. "Yüz elli Uydurma
Sahâbî" adlı kitabımıza başvuran okuyucular, "sahâbî"ye
getirilen bu yetersiz ve tutarsız tanımlama ve sırf bu bakış
açısı nedeniyle, İslâma ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sünneti
ve hadislerinin başına neler geldiğini açıkça görebilirler.
Ehl-i
Beyt (s.a) Mektebine Göre Sahâbî Kimdir?:
Ehl-i
beyt (s.a) mektebine göre "sahâbi"ye getirilen tanım ve
tarif, eski Arapça lügatlarında bu terimler için verilen
tarif ve tanımlarla aynıdır. Bunlardan bazısı şöyle:
"...Çoğulu
sahb, sıhâb, ashâb ve sahâbe olan "sâhib" kelimesi arapçada
dost, arkadaş, sırdaş, kafa dengi ve kendisiyle sıkça
görüşüp konuşulan yakın arkadaş anlamlarına gelir ve uzun ve
köklü dostlukları ifade etmek için kullanılır; nitekim
musâhabet uzun bir süre muâşeret ve hem sohbet olma
manasını içerir."
İki kişi
veya kişiler arasında yakın sohbet arkadaşlığı kurulduğunda
"sâhib" kelimesi ikinci zamire eklenerek tamamlama
yaratmakta ve meselâ Kur'ân-ı Kerim'de de geçtiği bir
örnekte olduğu gibi "Ya sâhibey-is sicn" (ey benim
hapis arkadaşlarım) veya "Ashâb-u Musa" (Musa'nın
arkadaşları) tamlamalarında sâhib ve ashâb kelimeleri "sicn"
ve "Musa" kelimelerine eklenerek belirtili tamlama
oluşturmaktadır.
Aynı
şekilde, Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde de o hazretin
sohbet arkadaşlarına "Sâhib-ür Resul" ve "Ashâb-ür
Resul" denilerek tamlama yapılırdı.
Ayrıca
yine o dönemlerde kullanılan "Ashâb-u bi'at-iş şecere"
(bir ağacın altında yapılan Rıdvan biatı Ashâbı) ve "Ashâb-u
Suffe" (sofa ehli) isimlerinde de "ashâb" kelimesi
tamlamanın ek unsuru durumundadır.
Binaenaleyh Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde sırf "sahib"
veya "ashâb" terimleri söylendiğinde o hazretin dostları ve
arkadaşları anlaşılmıyordu; bilakis, daha sonraları, hilafet
mektebinin izleyicileri tarafından Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
arkadaşları için sadece "sahâbî", "sahâbe" ve "Ashâb"
kelimeleri kullanılmaya başlanmıştır. Yani sırf Peygamber'in
arkadaşlarının "sahâbî" olarak adlandırılması ne Kur'ân'dan
kaynaklanan bir şeydir ne de İslâm'dan; bu sadece daha sonra
bazı müslümanlar tarafından belirlenmiş bir ıstılahtır.
Halifeler Mektebinde "Sahâbî"yi Tanıma Yöntemi:
Halifeler
mektebine (Ehl-i Sünnet'e) mensup "Peygamberin Ashâbının
biyografilerini yazan yazarlar", Ashâbı tanımak ve kimin
sahâbî olup kimin olmadığını belirtmek için özel bir kural
koymuşlardı, bu cümleden olmak üzere İbni Hacer "El-İsâbe"
adlı eserinde şöyle yazar:
"... Kimin sahabî olduğunun
anlaşılması için önderlerin -halifelerin- üstü kapalı olarak
belirttikleri kıstaslardan biri de İbn-i Ebî Şeybe'nin "El-Musannaf"
adlı eserinde geçen ve kesinlikle sahih kabul edilen şu
rivâyettir: "Halifeler arasında, savaşlarda komutanları
sadece Ashâptan olanlar arasından seçmek bir gelenekti -ilk
iki halifenin yöntemi ve sünnetiydi-".
Halbuki,
"Kesinlikle sahihtir" diye tanıttıkları bu rivâyet, aslında
Taberî'yle İbn-i Asâkir'in müsnedlerinde kendi senetleri
olarak gösterdikleri Seyf b. Ömer, Ebu Osman, Hâlid ve
Ubâde'den naklettikleri rivâyetteki şu cümledir:
"...Komutanlar, sahâbe
arasından seçilirdi; sahâbe arasında böyle önemli bir görevi
üstlenecek biri bulunmazsa, sahâbe olmayanlar da
seçilebiliyordu."
Taberî
bir başka rivâyette Seyf'ten şöyle nakleder:
"... Ömer, savaşın üstesinden
gelebilecek birini bulursa, onu komutan olarak atamayı
ihmal etmezdi. Sahâbe arasından böyle birini bulamadığı
zamanlarda ise "tabiin" arasından, iyi isim yapmış ve bu
özelliğe sahip birini seçerdi. Müslümanlarla mürtedler
arasındaki savaşlara katılanların böyle bir göreve seçilme
şansı yoktu."
Halifeler Mektebindeki "Sahâbeyi Tanıma Yöntemi"ne Eleştiri:
Yukarıda
bahsi geçen her iki rivâyetin de ilk kaynağı, yalancılık ve
zındıklıkla suçlanmakta olan Seyf b. Ömer et-Temimi'dir.
Seyf bu kuralı Ebu Osman'dan duyduğunu söylemekte, o da
Hâlid ve Ubâde'den naklettiğini belirtmektedir. Halbuki Seyf
b. Ömer, rivâyetlerinde ondan (Ebu Osman'dan) "Yezid b.
Useyd El-Ğassânî" adıyla sözetmektedir ki, gerçekte bu
isimde bir râvî mevcut olmayıp tamamen Seyf'in uydurduğu
isimlerden biridir!
Ancak biz
burada, sözkonusu rivâyetin râvîlerini bir kenara bırakıyor
ve bu tür rivâyetlerin esasen tarihi gerçeklerle de
bağdaşmadığını ve bilinen birçok hakikatle zaten çeliştiğini
vurgulamak istiyoruz. Zira:
Ebulferec
İsfahânî, "El-Ağanî" adlı eserinde şöyle yazar:
"İmru-ul Kays, 2. Halife
Ömer'in vasıtasıyla müslüman oldu ve Halife de buna karşılık
hemen orada, henüz bir tek rek'at namaz dahi kılmamış olan
bu adama devlet işinde önemli bir görev verdi".
İsfahânî,
bu ilginç olayın ayrıntılarını Avf b. Hâricet-il Merrî'den
şöyle nakleder:
"Hattaboğlu Ömer'in halife
olduğu dönemlerdi; onunla birlikte bir mecliste oturmuştuk.
Bu sırada birisi içeriye girdi; başının sağ ve sol
taraflarındaki az saçıyla göze çarpıyordu, ayakları çıplaktı,
öylesine ki ayak parmakları birbirinin tam karşısında ve
tabanı vücudunun sağ ve sol yanına dönük durumdaydı. Orada
oturanları ite kaka ilerleyerek en öne, Ömer'in bulunduğu
yere ulaştı ve halifeliğin geleneğine uygun şekilde onu
selamladı. Ömer kim olduğunu sorduğunda "Ben Hıristiyanım,
adım İmru-ul Kays b. Adıyy-il Kelbî'dir" dedi. Ömer onu
tanıdı, "Pekalâ, söyle bakalım ne istiyorsun?" diye sordu.
İmru-ul Kays müslüman olmak istediğini söyleyince Ömer
İslâm'ı anlattı ve o da kabul ederek müslüman olduğunu
söyledi. Ömer bir mızrak istedi; getirdiler. Mızrağın ucuna
bir sancak bağlayarak o adama verdi ve onu Şam
yakınlarındaki Kuzâa
müslümanlarının valisi olarak atadığını bildirdi. İmru-ul
Kays, Ömer'in verdiği sancağı alıp o meclisten çıktı,
rüzgarda dalgalanan sancağıyla, Kuzâa mıntıkasına doğru yola
koyuldu."
Aynı
şekilde; Algame b. Elâset-il Kelbi'nin mürted olduktan sonra
Ömer tarafından Hurân
bölgesine vali olarak atanması olayı da bu iddiayla tamamen
çelişmektedir. İsfahanî'nin El-Ağâni kitabında, Algame'nin
biyografisi bölümünde şöyle kayıtlıdır:
"Algame, Hz. Resulullah (s.a.a)
döneminde müslüman oldu; o hazretle görüşüp konuşma şerefine
de kavuştu. Ancak, Ebubekr'in halifeliği döneminde İslâm'dan
çıkarak mürted oldu. Ebubekir, Hâlid b. Velid'i onu
tutuklamakla görevlendirdiyse de Algame kaçmayı başardı.
Algame'nin daha sonra geriye dönerek özür dilediği ve tekrar
müslüman olduğu söylenir."
İbn-i
Hacer'in El-İsâbe isimli eserinde de şöyle geçer:
"Algame, Ömer'in hilafeti
döneminde şarap içince Ömer ona had uyguladı. Bunun üzerine
Algame İslâm dinini bıraktığını söyleyerek Romalılara
sığındı. Roma imparatoru onu sıcak bir şekilde karşılayıp
"Sen, Âmir bin Tufeyl'in amca oğlu değil misin?" diye sordu.
Bundan pek alınan Algame "Âmir'den başkasını tanımıyorsun
galiba!" dedi.
Daha sonra
Âmir'in hatırı için sığıntı kabul edilmeyi kendine
yediremeyip geri döndü ve Medine'ye gelip tekrar İslâm
dinini kabul etti.
Algame
açıkça mürted olduğu halde Halife tarafından önemli bir
makama atanmıştır. Bir hayli düşündürücü olan ve "sahâbe
tamamen âdildir ve sahâbeden gayrisi da komutanlığa veya
resmi bir göreve atanmamıştır" iddiasıyla da açıkça çelişen
bu acı vak'a hem İsfahânî, hem İbn-i Hacer tarafından
kaydedilen sahih belgeler arasındadır. İsfahânî olayı şöyle
anlatır.
"...Hâlid
b. Velid'in yakın arkadaşlarından olan Algame, mürted olup
dinden çıktıktan sonra tekrar Medine'ye dönüp kimselere
görünmeden akşam karanlığında camiye girip bir köşeye oturdu.
Bir süre sonra Hattaboğlu Ömer camiye girerek bir köşede
oturmakta olan Algame'ye selam verdi. Ömer'in Halid'e çok
benzemesi, Algame'yi hataya düşürmüştü; gecenin karanlığında
Ömer'i Halid zannederek onunla -yavaş sesle- konuşmaya
başladı. Sohbet koyulaşınca "Ömer seni görevinden azletti mi?"
diye sordu. Algame'nin hatasını farkeden Ömer, daha fazla
bilgi alabilmek için Halitmiş gibi davranarak "evet" dedi.
Algame "Böyle olacağı belliydi" diyerek "Seni çekemeyenler
vardı, bu onların işi olsa gerek" diye hayıflanınca, Ömer bu
fırsatı kaçırmayarak atıldı: "İntikam almak istersem
yardımcı olur musun?" Algame sert bir şekilde itiraz etti: "Neler
söylüyorsun sen? Allah'a sığınırım! Ömer'in boynumuzda hakkı
var, reisimiz bizim o! Ona el kaldırmaya hakkımız yok bizim!"
Bunun üzerine Ömer -ki Algame onu halâ Halid zannediyordu-
ayağa kalkıp camiyi terk etti.
Ertesi gün
Ömer'in halkı kabul günüydü. Halit'le Algame de gelip bir
köşeye oturdular. Bir süre sonra Ömer, Algame'ye dönerek "Ne
haber Algame? Halid'e söyleyeceklerini söyledin mi?"
diyerek sordu. Algame neye uğradığını şaşırmıştı, "Ey Ebu
Süleyman! Sen konuştun mu onunla?" dedi tedirginlikle
Halid'e. Halid "Hayır dedi, "Seninle görüştüğümüzden bu yana
Ömer'le hiç konuşmuş değilim ki!" Halid kısa bir
duraklamadan sonra Algame'nin kulağına eğilip "Sen onu daha
önce görmüş ve ben zannederek konuşmuş olmayasın?" diye
sorunca Algame her şeyi anladı "Evet, vallahi doğru!"
diyerek Ömer'e dönüp "Ey mu'minlerin emiri, sen benden hayır
ve iyilikten başka şey duydun mu hiç?" diye sordu. Ömer onu
tasdik ederek "Doğrudur" dedi ve ekledi: "Huran'ın
yönetimini sana vermemi ister misin?" Algame "Elbette
isterim!" deyince halife hemen orada gerekli fermanı
hazırlayıp Algame'yi Huran'a komutan ve vali olarak atadı.
Algame, ömrünün sonuna kadar Huran'da vali ve komutan olarak
kaldı ve orada da öldü."
İbn-i
Hacer, bu hadiseyi yukarıdaki şekilde anlattıktan sonra
şöyle der: "Ömer, Huran'ın yöneticiliğine dair fermanı
Algame'nin eline verdikten sonra "Senin gibi gerçek
taraftarlarımın olması dünyadaki her şeyden daha değerlidir
benim için" dedi.
Evet,
yukarıdaki hadise, maalesef bütün ayrıntılarıyla muteber
İslâm kaynaklarından alınmış tarihi gerçeklerden sadece
biridir. Buna rağmen Halifeler mektebi (Sünnî) uleması salt
rivâyetlerine dayanarak Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesini
tanımanın ölçü ve kıstaslarını belirleme yoluna gitmiş ve bu
yüzeysel yaklaşımın tabii bir neticesi olarak da Seyf b.
Ömer gibi zındıklıkla suçlanan birinin uydurduğu insanları
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) gerçek sahâbîlerinden sayma
hatasına düşmekten kurtulamamıştır. Biz burada meseleyi
özetle aktardık; daha etraflıca öğrenmek isteyenler "Yüz
Elli Uydurma Sahâbî" adlı eserimize başvurabilirler.
Kimlere
sahâbe denilip denilemeyeceği konusunda Ehl-i Sünnet ve Şîa
mezhebindeki kıstasları böylece değerlendirdikten sonra,
şimdi bu iki mezhebin "Sahâbenin adaleti" konusundaki
görüşlerini kısaca aktarmaya çalışalım:
İkinci
Bölüm:
EHL-İ
SÜNNET VE ŞÎA MEKTEPLERİNDE SAHÂBENİN ADALETİ MEVZUU
1- Ehl-i
Sünnet (Halifeler) Mektebine Göre Sahâbenin Adaleti:
Ehl-i
Sünnet (Halifeler) mektebine mensup müslümanlar, istisnasız
olarak bütün sahâbeyi âdil bilir ve İslâmî hükümlerde ve
şer'î konularda sahâbeye müracaat ederler.
Dirâye ve
hadis ilimleri dallarında Ehl-i Sünnet'in en önde gelen
alimlerinden biri olan, "Cerh ve Tâ'dil" ehlinin İmâmı Hafız
Ebu Hâtem Râzi;
bu mevzuda eserinin mukaddimesinde, Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
sahâbesinin adaleti konusunda şöyle yazar:
"...Allah Resulü'nün (s.a.a)
sahâbesi vahy ve Kur'ân'ın nuzûlüne şahid olup bunların
tefsir ve tevillerini bilen kimselerdir. Allah-u Teâlâ
onları Peygamber'ine dost kılmış, ona yardımcı etmiş, dinini
ve sünnetini yaymaları ve ayakta tutmaları için seçmiş,
Peygamber'ine sohbet arkadaşı olarak beğenmiş ve onları
bizlere rehber ve önderler tayin etmiştir. Belirlediği
sünnetler, kurallar ve koyduğu kanunlardan, sâdır ettiği
hükümlere, yaptığı hakemlikler ve verdiği hüküm ve kararlara,
serbest ve câiz gördüğü veya men edip yasakladığı şeylere
varıncaya kadar Allah Resulü'nün (s.a.a) Allah-u Teâlâ
tarafından kendilerine tebliğde bulunduğu her şeyi tam
anlamıyla kavrayıp anlamış, iyice öğrenip belleklerine
yerleştirmiş ve dinde fakih ve âlim olmuşlardır. Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) yanında bulundukları için Allah'ın
emir ve nehiylerini -yasaklarını- hikmet ve gerekçeleriyle
birlikte öğrenmiş ve Kur'ân'dan nasıl faydalanılması ve
hükümler çıkarılması gerektiğini en iyi şekilde anlayıp
kavramışlardır. Allah (Azze ve Celle) onları seçip ümmetin
liderleri ve önderleri olarak belirlemek suretiyle
kendilerine lütufta bulunmuştur; şüphe, tereddüt, hata, kötü
zan, kendini beğenmişlik ve başkalarının kusur ve ayıplarını
arama gibi hasletleri onlardan tamamen silip uzaklaştırmış
ve onları ümmetin âdilleri olarak tanımlayarak "... ve
böylece insanlara şahid olmanız için sizi orta -yolu
izleyen- ümmet kıldım" (Bakara,143) buyurmuş ve
Allah Resulü (s.a.a) de bu âyette geçen vasat ümmet -orta
yolu izleyen ümmet- tabirini "âdil ümmet" olarak tefsir
etmiştir. Binaenaleyh o hazretin Ashâbı, ümmetin
âdilleridirler; bizi doğru yola hidâyet eden önderler, din
konusunda Allah'ın hücceti ve Kur'ân ve Sünnet-i
Resulullah'ın (s.a.a) taşıyıcılarıdırlar. Allah-u Teâlâ
onlara müracaat edilmesini ve onların yöntem ve yolunun
izlenilmesini emretmiştir. Onları örnek almamızı ve onlara
uymamızı istemiş ve Nisa, 115'te şöyle buyurmuştur:
"Kim de kendisine dosdoğru yol apaçık belli olduktan
sonra Peygamber'e muhalefet ederse ve mu'minlerin yolundan
başka bir yola uyarsa onu döndüğü şeyde bırakırız ve
cehenneme sokarız. Ne kötü bir yaratıktır o!"
Yine
birçok hadiste Hz. Resulullah (s.a.a) halkı hadislerini
yaymaya teşvik etmekte ve Ashâbını övüp onlar için dualarda
bulunduktan sonra şöyle buyurmaktadır: "Benim sözlerimi
dinleyip aklında tutan ve onları duymayanlara aktaranları
Allah daima korusun" ve "Burada hazır bulunan sizler,
benden duyduklarınızı gidip başkalarına da anlatın." ve
"Kur'ân âyetlerinden biri dahi olsa,
benden duyduklarınızı başkalarına aktarın ve hiç çekinmeyin,
kimseden korkmayın"
Bu nedenledir ki Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesi -ki Allah onlardan razı
olsun- dört bir yana dağılarak savaşlara, gazvelere ve
zaferlere katıldılar; yargı, yönetim ve benzeri işlerde
çeşitli önemli görevler üstlendiler. Kendi beldelerinde veya
ikamet ettikleri yerlerde, Hz. Resulullah'tan (s.a.a) duyup
öğrendiklerini halka anlattılar
Kendilerinden sorulan sorulara; Hz. Peygamberin (s.a.a) o
soru ve benzeri sorulara verdiği cevapları dikkate alarak
cevap veriyor ve kendi görüş ve fetvalarını belirtiyorlardı.
Allah rızasını umarak O'nun helal ve haramlarını, farzlarını
ve ahkâmını ve resulünün sünnet ve hadislerini insanlara
öğretip anlatmaktaydılar. Allah (Azze ve Celle), onları
kendi katına alıncaya kadar bütün sahâbe böyle yaşadı, Allah
cümlesinden razı olsun, cümlesine rahmet eylesin"
İbn-i
Abdulbir, İstiâb'ının önsözünde "Sahâbenin tamamının
âdil olduğu ispatlanmıştır" dedikten sonra, daha önce Ebu
Hâtem Râzi'den aktardığımız örnekte olduğu gibi, sahâbenin
sadece mu'minleri hakkında buyrulan âyet ve hadisleri ard
arda nakleder
İbn-i
Esir de, Üsd-ül Gâbe adlı eserinin önsözünde şöyle yazar:
"Allah'ın hükümlerinin
teferruatlı açıklaması ve dinimizle ilgili helaller,
haramlar ve diğer meseleleri kapsayan sünen, ancak onları
rivâyet eden râviler ve senet olarak gösterdiği ricallerin,
bilhassa da Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sahâbelerinin doğru
olarak bilinip tanınması halinde sahih kabul edilebilir.
Hele sahâbelerin kimler ve nasıl insanlar olduklarını
öğrenmeden ve onları tanımadan diğer rical ve râvîleri
tanıyıp bilebilmek hiç mümkün olmayacaktır. O halde Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbının soy-sop ve biyografilerinin
teferruatlı bir şekilde bilinmesi zaruridir. Resulullah'ın (s.a.a)
Ashâbi cerh, ta'dil ve onların durum ve davranışları
hakkındaki eleştiriler dışında; hadis ve sünnet senetlerinde
adı geçen diğer râvîlerle her açıdan eşit ve beraberdirler,
zira Ashâbın hepsi adildir, onlara kusur bulmak ve onları
eleştirmek imkansızdır."
Hadis
hafızı İbn-i Hacer, El-İsâbe adlı eserinin 3. faslında
Ashâbın adaleti konusunda şöyle yazar:
"Ehl-i Sünnet mensupları Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) bütün Ashâbının istisnasız olarak adil
olduklarına ve bir avuç bid'at ehlinden başka kimsenin
onlara karşı çıkmadığına inanır..."
Tanınmış
hadisçi İmam Ebu Zâr'e'den de şöyle nakledilmektedir:
"Allah Resulü'nün (s.a.a)
Ashâbından birini eleştiren ya da onlardan biri hakkında
ayıp ve kusur iddiasında bulunan birini görürsen bil ki o
zındıktır(!).
Çünkü Allah ve Resulü'yle, Kur'ân'da belirtilen herşeyin
doğru ve hak olduğunu biliyoruz ve bütün bunları bize iletip
ulaştıranlar ise Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbından başkası
değildir. Binaenaleyh Ashâbı eleştirenler, bizim İslâm
hakkındaki şehidlerimizi lekelemek suretiyle onları
yalanlamak ve böylece neticede Kur'ân ve sünneti reddetmek
istemektedirler. Asıl eleştirilmesi ve kirli çamaşırları su
yüzüne çıkarılması gerekenler, Ashâbı eleştirmeye yeltenen
zındık kâfirlerdir!"
Evet,
Ashâbın adaleti konusunda ehl-i sünnet ve Halifeler mezhebi
mensuplarının görüşleri böyle. Şimdi Şîa Ehl-i Beyt
mezhebinin "Ashâbın adaleti" konusundaki görüşlerine bakalım:
2- Ehl-i
Beyt Mektebine Göre Sahâbenin Adaleti:
Ehl-i
Beyt mektebi; Kur'ân'da da belirtildiği gibi Hz. Peygamber-i
Ekrem'in (s.a.a) Ashâbı arasında dürüst ve iyi niyetli
mu'minler olduğuna ve Allah-u Teâlâ'nın onları övdüğüne
inanır. Bu cümleden olmak üzere Allah-u Teâlâ, Şecere
Biati'ne katılanlar için şöyle buyurur:
"Andolsun,
Allah, sana o ağacın altında biat ederlerken mu'minlerden
razı olmuştur, kalplerinde olanı bilmiş ve böylece
üzerlerine güven duygusu ve huzur indirmiştir ve onlara
yakın bir fethi sevap olarak vermiştir"
(Fetih,18).
(Fetih,18).
Yukarıdaki âyette geçen övgü ve takdir, Şecere -Rıdvan-
Biati'ne katılan sahâbelerin hepsi değil, sadece mu'min
olanları içindir
nitekim biat sırasında orada bulunan Abdullah b. Ubeyy, Evs
bin Havlî gibi münafık sahâbeleri kapsamına almamaktadır.
Ehl-i
Beyt inancı ve Şîa mezhebinde, Kur'ân'daki sarih âyetlere
istinaden sahâbe arasında da münafıklar bulunduğuna inanılır;
Allah-u Teâlâ'nın bu münafıkları kınadığı ve kötülediği
âyetlerden birinde şöyle buyrulmaktadır:
"Çevrenizdeki
bedevilerden münafık olanlar vardır ve Medine halkından da
nifakı alışkanlığa çevirmiş olanlar vardır; sen onları
bilmezsin, biz onları biliriz; biz onları iki kere
azaplandıracağız; sonra onlar büyük bir azaba
döndürülecekler."
Keza yine
Nur Suresi'nde de buyrulduğu gibi sahâbe arasından bazıları
Hz. Resulullah'ın (s.a.a) haremini ahlâki sapmayla
suçlayacak kadar iftiranın boyutlarını
artırmış, Allah'ın gazabını üzerlerine çekerek O'nun
Resulüne (s.a.a) töhmet ve karalamada bulunmuşlardır. Yine
Allah-u Teâlâ'nın, asıl emellerini bilerek haklarında şöyle
buyurduğu münafıklar da vardı sahâbe arasında:
"...Oysa
onlar, bir ticaret veya eğlence konusu gördüklerinde
-fırsatı ganimet sayarak- hemen ona doğru koştular ve seni
ayakta bıraktılar..."
Bu vakıa
Resulullah (s.a.a) mescidde durmuş Cuma hutbelerini okurken
vuku bulmuştur.
Keza,
aynı "sahâbî"ler arasında öyle münafıklar vardı ki Tebük
gazvesi
-veya bir diğer rivâyete göre de Vedâ haccı-
dönüşünde Hureşi Geçidi'nde Hz. Resulullah'ın (s.a.a) canına
kastederek onu terör etmeye bile yeltendiler.
Bütün
bunlar bir tarafa; Hz. Resulullah'ın (s.a.a) en yakın
sahâbesi, onunla en sık ve en samimi görüşen hanımları
olduğu halde onlar için bile âyette uyarı ve tehdit geçmekte
ve şöyle buyrulmaktadır: "Ey peygamberin kadınları, kim
sizden açık bir çirkinlikte ve utanmazlıkta bulunursa onun
azabı iki kat olarak artırılır; bu, Allah'a pek kolaydır.
Ama kim de sizden, Allah'a ve Resulü'ne gönülden itaat eder
ve salih bir amelde bulunursa, ona da ecrini iki kere
veririz, ve biz ona üstün bir rızık da hazırlamışızdır. Ey
peygamberin kadınları! Siz diğer kadınlar gibi değilsiniz..."
(Ahzab, 30-32)
Yine bir
başka yerde Allah-u Teâlâ, Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
eşlerinden ikisine hitaben şöyle buyurmaktadır: "Siz,
Peygamber'in iki eşi, Allah'a tevbede bulunmanız iyi olur,
çünkü kalpleriniz eğrilik gösterdi. Yok, eğer ona karşı
birbirinize destek olmağa kalkışırsanız, artık Allah onun
mevlasıdır, Cibril de ve mu'minlerin salih olanı -Hz. Ali-
da. Bunların arkasından melekler de onun destekçisidirler..."
Daha sonra Rabb'ul Âlemin şöyle buyurmaktadır: "Allah,
küfretmekte olanlara Nuh'un eşini ve Lut'un eşini örnek
olarak verdi. İkisi de, kullarımızdan salih olan iki
kulumuzun nikahı altındaydı; ancak, onlara -onların
dâvalarına- ihanet ettiler. Peygamber eşi olmaları onları
Allah'ın azabından kurtarmadı; kıyamet günü o iki kadına, 'Diğer
cehennemliklerle birlikte girin cehenneme!' denilir. Allah,
iman etmekte olanlara da Fir'avn'nın karısını örnek verdi,
hani o demişti ki 'Rabbim, bana kendi katında, cennette bir
ev yap; beni Fir'avn'dan ve onun yaptıklarından kurtar ve
beni o zalimler topluluğundan da kurtar!..' İmran'ın kızı
Meryem'i de, ki o kendi ırzını korumuştu..."
(Tahrim,10-12)
Hz.
Resulullah (s.a.a) bu sahâbelerin Kıyamet günüyle ilgili
şöyle buyurmuştur:
"Kıyamet
günü Ashâbımın önde gelenlerinden bazısını getirip amel
defteri siyah olanlarla birlikte haşredecekler. Ben "Allah'ım!
Onlar benim Ashâbım!" dediğimde, şu cevabı duyacağım:
"Senden sonra bu Ashâbının neler yaptıklarını bilmiyorsun!"
O zaman ben de o salih kulun sözlerini
(Mâide, 117'de Hz.
İsa'nın (s.a) sözü kastediliyor)
tekrarlayacak "..Ve ben aralarında bulunduğum sürece
amellerine şahittim onların, beni aralarından aldıktan sonra
de kendin şahid oldun" diyeceğim. Bunun üzerine bana şöyle
denilecek: "Sen aralarından ayrılır ayrılmaz bunlar mürted
olup dinden çıktılar ve eski hallerine döndüler"
Bir diğer
rivâyette de şöyle geçer:
"Kevser
havuzu kenarında Ashâbımdan bazılarını bana getirirler. Ben
onları tanıyınca -kim olduklarını onaylayınca- onları benden
ayırıp götürürler. O zaman ben "Ya Rabbim! Ashâbımdı onlar..."
dediğimde "Senden sonra onların neler ettiğini bilmiyorsun..."
denilir bana"
Sahih-i
Müslim'de de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu
kayıtlıdır:
"Kevser
havuzu kıyısında, Ashâbım ve arkadaşlarımdan bazısını bana
getirip gösterirler; ben hepsini birer birer tanıdıktan
sonra onları alıp götürürler. O zaman ben "Allah'ım! Onlar
benim Ashâbımdı" derim ve şu cevabı duyarım: "Bunların
senden sonra neler ettiğini bilmezsin!.."
Münafıkla Mu'mini Ayırdetmenin Kıstasları:
Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) sahâbesi arasında münafık olanlar da
bulunduğu ve bunların gerçek yüzünü Allah'tan başka kimse
bilmediği için Emir'el mu'minin Hz. Ali (s.a)'den,
Hz. Ümmü Seleme'den,
Abdullah bin Abbas'tan,
Ebuzer-i Ğıfâri'den,
Enes bin Mâlik'ten,
İmran b. Husayn'den
naklolunan meşhur bir rivâyette Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
mu'minle münafığı birbirinden ayırt edebilmenin ölçü ve
kıstası olarak Hz. Ali'nin dostluğunu belirlediği ve "Ali'yi
ancak mu'min olan sever, Ali'ye ancak münafık olan düşman
olur" buyurduğu geçer.
Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) hayatta bulunduğu dönemde bu hadis çok
yaygındı ve herkesçe bilinmekteydi. Nitekim Ebuzer-i Ğıfârî
şöyle der:
"Biz; münafık olanları
Allah ve Resulü'nü reddedişlerinden, namazdan kaçmalarından
ve Ali'yle düşman olmalarından tanır, bilirdik".
Ebu
Said-i Hıdrî de
şöyle rivâyet eder:
"Biz
Ensâr müslümanları, münafıkları Ali b. Ebi Talib'e
düşmanlıklarından ve onu pek sevmeyişlerinden tanırdık!"
Abdullah
İbni Abbas'tan şöyle rivâyet olunur:
"Hz.
Resulullah'ın (s.a.a) hayatta olduğu dönemde, münafıkları
Ali'ye düşmanlıklarından tanırdık."
Cabir bin
Abdullah Ensârî de şöyle der:
"Münafıkları
kolayca tanımamızın yolu, ali'ye düşman olduklarını
bilmemizdi."
Bütün
bunlara istinaden ve Hz. Resulullah'ın "Allah'ım! Ali'yi
seveni sev, ona düşman olana düşman ol!"
buyruğuna binaen Ehl-i Beyt mezhebi mensupları Allah'ın
dininin hükümlerini öğrenme hususunda çok ihtiyatlı davranır
ve Hz. Ali'nin (s.a) dostlarından olmayan ve o hazrete karşı
düşmanlığa girişen sahâbelerden, başka bir deyişle sahâbe
arasında gerçek yüzlerini ancak Allah'ın bildiği
münafıklardan uzak durmaya çalışır ve İslâm'la ilgili hüküm
ve rivâyetler hususunda onların sözlerini ölçü ve kıstas
olarak almaz.
Üçüncü
Bölüm:
İki
Mekteb AçIsIndan Ashâb Konsunun Özetİ
İki
Mekteb Açısından Sahâbe Ve Adaleti
Hilafet
Mektebine Göre Sahâbe ve Sahâbîlerin Adaleti:
Ehl-i
Sünnet ve Hilafet mektebine göre kısa bir süre için de olsa
Resulullah'a (s.a.a) iman ederek onu gören herkes sahâbîdir;
hatta bir saat bile olsa sahâbî sayılması için yeterlidir.
Bu görüşe göre Resulullah'ın (s.a.a) döneminde yaşayan ve o
hazreti gören herkes sahâbîdir. Çünkü hicretin onuncu
yılında Mekke ve Taif'de müslüman olmayan ve Resulullah'la (s.a.a)
Vedâ Haccı'na katılmayan kimse yoktu. Resulullah'ın (s.a.a)
hayatlarının son dönemlerinde Medine sakinleri olan Avs ve
Hazrec kabileleri arasında müslüman olmayan bir teki kişi
bile yoktu; o halde onların hepsi Resulullah'ın (s.a.a)
sahâbîsi sayılır!
Yine
Ehl-i Sünnet mektebi izleyicileri, eskiden sadece sahâbîleri
ordunun kumandanı ederlerdi, söyleyerek kendi uydurdukları
büyük bir çoğunluğu Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbı tanıttılar.
"Hamsune Miete Sahâbiyy-in Muhtalak" (yüz elli uydurma
sahâbî) kitabında bunların uydurma sahâbîler olduklarını
ispatlanmıştır.
Ehl-i
Sünnet ve Hilâfet mektebinin izleyicileri sahâbenin hepsini
adil bilir ve hiç kimsenin onları eleştirmesine müsaade
etmezler. Onlardan birini eleştiren zındık sayılır!
Bu
mektebin izleyicileri, Her kesin, Ashâbın naklettiği
rivâyetlerin sahih olduğunu kabul etmeleri, İslâm dininin
öğretilerini onlardan almaları ve ona amel etmeleri
gerektiğine inanırlar.
Ehl-i
Beyt Mektebine Göre Sahâbe ve Sahâbenin Adaleti:
Ehl-i
Beyt mektebi izleyicileri "sahâbî" kelimesini şerî bir
ıstılah değil, sadece arapça bir kelime bilmektedir. Onlar
derler ki: "Sâhib" terimi lügat kitaplarında dost, arkadaş,
sırdaş, kafa dengi anlamlarına gelir ve uzun ve köklü
dostlukları ifade etmek için kullanılır. Musahibet iki kişi
veya kişiler arasında yakın sohbet arkadaşlığı kurulduğunda
"sahib" kelimesi ikinci zamire eklenerek tamamlama
yaratmakta ve meselâ Kur'ân-ı Kerim'de de geçtiği bir
örnekte olduğu gibi "Ya sâhibey'is sicn" (Ey benim
hapis arkadaşlarım) veya "Ashâb-ı Musa" (Musa'nın
arkadaşları) tamlamalarında sâhib ve Ashâb kelimeleri "sicn"
ve "Musa" kelimelerine eklenerek belirtili tamlama
oluşturmaktadır. Aynı şekilde, Hz. Resulullah (s.a.a)
döneminde de o hazretin sohbet arkadaşlarına "sahib-i Resul"
ve yakın arkadaşlarına "Ashâb-ı Resul", "Ashâb-us Suffe"
denilir, "sâhib" ve "Ashâb" kelimeleri "Resulullah" ve
"Suffe" terimlerine eklenerek tamlama yapılırdı.
Resulullah'tan (s.a.a) sonra "sahâbî" terimi özel bir isim
halini aldı. Bu kelime başka bir kelimeye ekleme yapılmadan
kullanılır ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) Ashâbı kastedilirdi.
Dolayısıyla, "sahâbî" ve "sahâbe" kelimeleri şer'î bir
ıstılah değil, müteşerria ıstılahıdır (müslümanların
adlandırmasıdır).
Ashâbın adaletine gelince, bu mektebin izleyicileri Kur'ân-ı
Kerim'i izleyerek diyorlar ki: Resulullah'ın (s.a.a) Ashâbı
arasında sinsice nifakta bulunan münafıklar da vardı ve
Allah'tan başka kimse onları tanımıyordu. Resulullah'ın (s.a.a)
harimine ahlakî sapıklık iftirasında bulunanlar, o hazretin
canına suikastta bulunarak gecenin karanlığından yararlanıp
Hereşi geçidinde Allah'ın Habibi'ni terör etmeye kalkışanlar
da işte onlardı. Yine Resulullah (s.a.a) onların kıyamet
günündeki durumlarını haber vermiş, onları kendisinden
ayıracaklarını ve kendisinin "Ya Rabbi! Ashâbım!..."
diyeceğini, bunun üzerine "Bunların senden sonra neler
yaptıklarını biliyor musun? Bunlar senin kendilerinden
ayrıldığın andan itibaren gerisin geriye cahiliyete döndüler,
mürted ve sapık oldular" denileceğini bildirmiştir.
Yine
Ehl-i Beyt mektebi izleyicileri derler ki: Yine o sahâbîler
arasında Allah-u Teâlâ'nın ve Resul'ünün kendilerini övdüğü
çok takvalı, çekinen, gerçekten mu'min, dindar kimseler de
vardı. Dolayısıyla Ehl-i Beyt mektebi izleyicilerine göre,
Kur'ân-ı Kerim'de ve Resulullah'ın (s.a.a) hadislerindeki
övgüler, sadece mu'min sahâbîleri kapsar, münafıkları değil.
Resulullah (s.a.a) da Ashâbın mu'minlerini tanımak için Ali
b. Ebitalib'i sevmeği, münafıklarını tanımak için ise ona
düşman olmayı ölçü olarak belirtmiş ve bunu herkese
bildirmiştir.
EHL-İ
SÜNNET'İN BU KONUDA DELİL OLARAK SUNDUĞU İKİ MEŞHUR
RİVÂYETİN DURUMU
a)-"Aşere-i Mübeşşere" Rivâyeti:
Ehl-i
Sünnet arasında çok meşhur olan ve bir kısım sahabe hakkında
sürekli referans olarak gösterilen rivâyetlerden birisi "Aşere-i
Mübeşşere Hadisi" diye bilinen ve güya Allah Resulü'nün
ismini vererek cennetle müjdelediği on kişiyi anlatan
rivâyettir. Bu rivâyet hakkında şimdilik aktarabileceğimiz
bazı hususları şöyle sıralayabiliriz:
1-Evvela
bu hadis en muteber hadis kaynağı kabul edilen Buhârî ve
Müslim'de nakledilmemiştir. Halbuki Ehl-i Sünnet
âlimlerinden bir çoğu Buhârî ve Müslim'de olmayan bir hadis
(aleyhlerinde olduğu zaman) hemen Buhârî ve Müslim
nakletmediği için hadisin reddine kalkışırlar.
2-Bu
hadis iki Sahabîden nakledilmiştir ki ikisi de bu hadise
göre, müjdelenen on kişinin içerisindedir. Birisi
Abdurrahman b. Avf, diğeri ise Said b. Zeyd. Bu ise sadakat
ve taharetleri başka delillerle sabit olamayan kimseler
hakkında, kendilerine yönelik bir tezkiye ve medhiye
niteliğini taşıdığı için şüphe ve şaibeye muciptir.
3-Bu
hadisin bir râvisi Abdurrahman b. Hamid isminde bir kişidir
ki söz konusu hadisi, babası Hamid b. Abdurrahman ez-Zuhri
kanalıyla bir defasında Abdurrahman b. Avf'tan, bir
defasında ise direk olarak Resul-i Ekrem'den nakletmiştir.
Bu
senet esastan batıl bir senettir. Zira evvela Hamid b.
Abdurrahman ez-Zuhrî bir kere sahâbî değil tâbiîdir; tabîî
olduğu için de Resulullah'tan direk nakli söz konusu olamaz;
saniyen Abdurrahman b. Avf'tan nakli de doğru
değildir; zira bu adam hal tercemesinde kaydedildiği üzere
Hicrî 32. yılında, tam Abdurrahman b. Avf'ın vefat ettiği
senede veya ondan bir sene sonra dünyaya gelmiştir.
Abdurrahman öldüğünde henüz bir bebek olan veya daha dünyaya
gelmemiş olan birisinin ondan hadis rivayet etmesi
düşünülebilir mi?!
Böylece bu rivâyetin senedi kopuk bir senet olduğu için
muteber sayılmaz.
4-
Hadisin nakledildiği diğer sahabî ise Said b. Zeyd'dir.
Bu
hadis iki senedle Said'den nakledilmiştir. Hadisin metnine
bakıldığında, da görüldüğü gibi Said, bu hadisi Muâviye
zamanında Kûfe'de, Kûfe mescidinde nakletmektedir.
Şimdi
evvela sormak lazım, bu kadar aradan zaman geçmesine rağmen
neden o güne kadar Said bu hadisi nakletmemişti. Halbuki
Peygamber'den sonra saha-beler, ezcümle hadiste isimleri
geçenler arasında çıkan ihtilaflar, kavgalar sırasında en
çok bu tür hadislere ihtiyaç duyuluyordu. Eğer böyle bir
hadis olsaydı hemen kendisi veya sevenleri ona sarılır ve
onu referans olarak gösterirlerdi. Halbuki tarih o zamana
kadar böyle bir hadise, herhangi birisi tarafından temessük
edildiğini nakletmemiştir.
Burada
iki ihtimal söz konusu olabilir; birincisi şu ki Said, Hz.
Ali'ye (a.s) açıkça yapılan hakaretlere karşı onu savunmanın
tek yolunu, onu da o gün kabul gören bazı meşhur Sahabîlerin
de yanına koyarak, cennetlik olduklarını, dolayısıyla
hakaret edilmemesi gerektiğini vurgulamakta gördüğü için
böyle bir yola baş vurmuştur.
Bundan
da daha güçlü ihtimal şu ki, Said tarihlerin de yazdığı gibi
Kûfe'de bulunduğunda, Muâviye'nin valisinin ve Muâviye
taraftarlarının Hz. Ali'ye (a.s.) yaptıkları hakaretlere
karşı gelmesi, artı Yezid veliaht tayin edildiğinde de biat
etmeyip Mervân'la sert tartışmaya girdikten sonra,
Muâviye'nin hilelerinden ve başına gelecek tehlikelerden
korkarak kendisini bir nebze emniyete almak için bu rivayeti
uydurup, ben Ali'yi de, muhaliflerini de seviyorum imajı
vermek istemiş olabilir.
Belki
de hiç birisi değil ve bu hadis Said'in diline uydurulmuştur
(ki bizce bu en mantıklı ihtimaldir). Yoksa birbiriyle taban
tabana zıt düşünce ve tavırlar sergileyen, hatta birbiriyle
savaşan, on kişinin hepsinin de cennetlik olması nasıl
düşünülebilir?
Bu
çelişkileri gözleriyle görmek için, tarafsız bir gözle
konuyla ilgili değişik kaynakları araştıran kimseler bunun
açık örneklerine sık sık rastlayabilirler. Bu on kişi
arasında yaşanan ihtilaf ve sürtüşmeler hakkında detaylı
bilgi sahibi olmak isteyen kimselere bizzat Ehl-i Sünnet
kaynaklarından gerekli bilgi ve belgeler sunmamız mümkündür.
Hatırlatılması gereken bir diğer husus şudur ki, faraza bu
hadis doğru bile olsa, bunun benzeri olan ve diğer bir kısım
sahabînin cennetlik olduklarını isimleriyle vurgulayan ve
senet açısından daha güçlü ve daha sahih olan hadisler de
bulunduğu halde neden sadece bu hadis dillere destan
olmuştur? Öyle ki mesela İmâm Ahmet b. Hanbel "Bu on
kişinin dışında kimseye, 'şu cennetliktir' denmesi câiz
değildir" demektedir.
Mesela
Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin hakkında:
"Hasan ve Hüseyin cennet gençlerinin efendisidir" diye
buyurduğu hadis ittifakla sahih olarak kabul edilmiyor mu?
Yine:
"Hasan ve Hüseyin'in, dedeleri, babaları, anneleri,
amcaları, halaları, teyzeleri, kendileri ve ikisini
sevenlerin hepsi cennettedir" buyurmamış mıdır Allah'ın
Resulü?!
Aynı
şekilde Hz. Fatıma'nın cennete girecek ilk kadın olduğunu
vurgulayan muhtelif hadisler, yine Hz. Hatice annemizin
cennetle müjdelenmesini, cennetteki yerini açıklayan
hadisler neden göz ardı ediliyor?
Yine
sahih senetle şöyle buyurduğu rivâyet edilmemiş midir?: "Hiç
şüphesiz cennet şu dört kişiye müştaktır: Ali b. Ebi Tâlib,
Ammâr b. Yâsir, Selmân-ı Fârisî ve Mikdad."
Yine
şöyle buyurmamış mıdır?:
"Cennet
üç kişiye müştaktır: Ali, Ammâr ve Bilâl."
Ahmed
b. Hanbel büyük bir hadisçi olmasına rağmen bu hadisleri
bilmiyor muydu ki "Bu on kişinin dışında kimseye, 'şu
cennetliktir' denmesi câiz değildir" diyor?!
Evet,
neden sağlam senetlerle nakledilen bu hadislerden kimsenin
haberi yok?! Ama yukarıdaki hadis senedi zayıf olmasına
rağmen dillere destandır?! Kararı sizin insaf ve hür
vicdanınıza bırakıyoruz.
b)-"Ashabım
gökteki yıldızlar gibidir; hangisine uyarsanız hidayet
bulursunuz" Rivâyeti:
Biz bu
rivâyet hakkında önce bu rivâyetin zayıf, itibarsız ve
uydurma olduğunu itiraf eden Sünni âlimlerin isimlerini
kaynaklarıyla birlikte vereceğiz; daha sonra rivâyetin
senetlerini incelemeğe tâbi tutacağız;. ardından da hadisin
muhtevası üzerinde durmağa çalışacağız.
Hadis Zayıf Bilen Ehl-i Sünnet
Alimleri:
1-İmam
Ahmed b. Hanbel (Ölüm: 241 hc.)
2-Hâfız Ebu İbrâhim-il Muznî (Ölüm: 264 hc.)
3-Hâfız Ebu Bekr-il Bezzâr (Ölüm: 292 hc.)
4-İbn-ül Kattân -Hâfız Ebu Ahmed Abdullah b.Adiyy- (Ölüm:
365 hc.)
5-Hâfız Ebu-l Hasan Dârekutnî (Ölüm: 385 hc.)
6-Hâfız İbn-i Hazm -Ebu Muhammed Ali b. Ahmed- ( Ölüm: 456
hc.)
7-Hâfız Beyhakî -Ebubekr Ahmed b. Hüseyin b. Ali b.
Abdullah- (Ölüm: 457 hc.)
8-Hâfız Ebu Ömer İbn-i Abd-il Birr (Ölüm: 463 hc.)
9-Hâfız İbn-i Esâkir -Ebu-l Kâsım Ali b. Hibetullah- (Ölüm:
571 hc.)
10-Hâfız Abdurrahman Ebu-l Ferac İbn-il Cevzî (Ölüm: 597 hc.)
11-Hâfız İbn-i Dihye –Ebu-l Hattab Ömer b. Hasan- (Ölüm: 633
hc.)
12-İmam Esir-üd Din Ebu Hayyân-il Endülüsî (Ölüm: 745 hc.)
13-Hafız Şemsüddin Ebu Abdillah ez-Zehebî Ölüm: 748 hc.)
14-Ahmed İbn-i Abdülkadir Tâcuddin İbn-i Mektum Ebu
Muhammed-il Kaysî (Ölüm: 749 hc.)
15-Şemsüddin İbn-i Kayyim-il Cevziyye (Ölüm: 751 hc.)
16-Hâfız Zeynüddin Abdurrahim b. Hüseyn-il İrâkî (Olüm: 806
hc.)
17-Hafız Şehabüddin İbn-i Hacer-il Askalânî ( Ölüm: 852 hc.)
18-Kemâlüddin Muhammed İbn-il Hemmâm-il Hanefî (Ölüm: 861
hc.)
19-İbn-u Emir-il Hâc -Şemsüddin Muhammed b. Muhammed b.
Muhammed b. Hasan- (Ölüm: 879 hc.)
20-Hâfız Şemsuddin Ebulhayr Muhammed b. Abdurrahman
Es-Sahavî (Ölüm: 902 hc.)
21-Kemâlüddin Ebu-l Meâlî Muhammed b. Emir Nâsıruddin
Muhammed b. Ebî Bekr b. Ali b. Ebî Şerif-il Makdisî-iş Şâfiî
(Ölüm: 906 hc.)
22-Hâfız Celâlüddin-is Suyûtî eş-Şâfiî (Ölüm: 911 hc.)
23-Şeyh Aliyy-ül Muttaki-l Hindî (Ölüm: 975 hc.)
24-Şeyh Aliyy-ül Kâriyy-ül Mekkî (Ölüm: 1014 hc.)
25-El-Mennâviyy-üş Şâfiî -Abdürrauf b. Tâc-ül Ârifin b. Ali
b. Zeynülâbidin- (Ölüm: 1029 hc.)
26-Şeyh Şehâbüddin-il Hafâcî-il Hanefî -Ahmed b. Muhammed b.
Ömer (Ölüm: 1096 hc.)
27-Kâzî Muhibbullah-il Behârî-il Hindî (Ölüm: 1119 hc.)
28-Kâzî Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Abdullah-iş Şevkânî (Ölüm:
1250 hc.)
29-Sadik Muhammed Hasan Hân (Ölüm: 1307 hc.)
Burada
şunu da hatırlatmamız gerekir ki bu isimleri biz örnek
olarak zikrettik; yoksa bu hadisin uydurma veya zayıf
olduğunu itiraf eden Sünnî âlimlerin sayısı daha fazladır.
Mesela İbn-ül Mulakkin, İbni Teymiye, Celâl-ül Muhallî, Ebu
Nasr-is Seczî, Ebuzer-ül Halebî, Ahmed b. Kâsım-il İbâdî,
Es-Sebukî, İbn-i İmâm-il Kâmiliyye, Mevlevî Nizâmuddin,
Mevlevî Abd-ül Ali Bahr-ul Ulûm, Muhammed Nâsıruddin-il
Albânî ve Seyyid Muhammed İbn-i Akil-il Alevî gibi âlimleri
de bunlara ekleyebiliriz.
Açıklamamız gereken bir diğer husus da şudur ki, "Yıldızlar
" rivayetinin bazı nakillerinde "Ümmetimin ihtilâfı
rahmettir" şeklinde bir söz de yine Resulullah'a isnad
edilmiştir ki aynı senetle nakledildiği için o rivâyetin
zayıf ve uydurma olduğunu söyleyenlerin sözleri doğal olarak
bu rivâyet için de geçerlidir ki bunlardan bazılarının
ismini örnek olarak zikredip geçiyoruz: Hâfız İrâkî, Hafız
Muhammed b. Tâhir, Tabarânî, Deylemî, Muhammed Nâsıruddin-il
Albânî ve...
Rivâyetin Senedi Üzerine:
Gerçi
bir önceki bölümde bir kısmının isimlerini verdiğimiz Ehl-i
Sünnet âlimlerinin, rivayetin zayıflığını ve uydurma
olduğunu teyit ve tasdik etmeleri, bizi rivâyetin senedini
incelemekten müstağnî kılıyor; ama yine de bahsimizin
tekmili ve hiçbir şüpheye mahal vermemek için rivâyetin
senedi üzerinde de kısa bir incelemenin uygun olacağını
düşünüyoruz.
Evet
bu rivayet bildiğimiz kadarıyla altı sahabîden
nakledilmiştir ki aşağıda teker teker ele alacağımız üzere
bunların hiç birisinin senedi sağlam değildir:
*Abdullah İbn-i Ömer:
Bu
rivâyet Abdullah İbn-i Ömer'den iki senedle nakledilmiştir;
bu iki senedin birisinde ezcümle şu iki râvînin isimleri
göze çarpmaktadır:
1-Abdurrahim b. Zeyd:
Buhâri'nin
ve Nesâî'nin "Ez-Zuafâ" (Zayıf Râvîler) isimli kitaplarında,
İbn-i Ebi Hâtem'in "El-İlel" kitabında, İbn-i Cevzî'nin "El-Mevzuât"
ve "El-İlel-ül Mütenâhiye" kitaplarında, Zehebî'nin "Mizân-ül
İ'tidâl", "El-Kâşif" ve "El-Muğnî" kitaplarında, Hazrecî'nin
"Hulâsat-u Tezhib-i Tehzib-il Kemâl" kitabında ve diğer çoğu
ricâl kitaplarında bu râvî, "Hiçbir değeri yoktur", "Çok
yalancıdır", "Çok yalancı bir habistir" gibi tabirlerle
tanıtılmıştır.
2-Zeyd-ül Ammi:
Bu
adam yukarıda bahsettiğimiz Abdurrahim'in babasıdır. Şevkânî
Şöyle diyor: "O ikisi son derece zayıftırlar." İbn-i Sa'd "Zeyd
hadiste zayıftır demiştir. İbn-i Adiy ise onun hakkında "Onun
bütün rivâyetleri ve ondan rivâyet eden bütün râvîler
zayıftır" tespitinde bulunmuştur.
Diğer
senede gelince onda da ezcümle "Hamzat-ül Cezri" (Hamza b.
Ebî Hamza en-Nasibi)'yi görmekteyiz. Onun hakkında ise ricâl
âlimleri şu tabirleri kullanmışlardır: "Hadisi münkerdir", "Hadisi
terkedilmiştir", "Hadisi atılmıştır", "Bir şeye yaramaz", "Hadis
uyduran birisidir", "Bir para etmez."
*2.
Halife Ömer b. Hattab:
2.
Halif'e Ömer'e dayandırılar rivâyette ise şu râvilerin ismi
geçmektedir:
1-Naim
b. Hammad:
İbn-i
Cevzî onun hakkında şu tespitte bulunmuştur: "Naim (ricâl
âlimleri tarafından) cerhedilmiştir."
2-Abdürrahim b. Zeyd: Durumu açıklandı.
3-Zeyd-ül Ammî: Durumu açıklandı.
*Câbir
b. Abdullah-il Ensârî:
Câbir'e dayandırılan rivâyet de iki senetle nakledilmiştir.
Bu senetlerin birisinde rivâyet ta Mâlik b. Enes'e ondan da
ta Câbire kadar uzanıyor; ancak Mâlik'ten aşağıya bütün
râvîler mechul ve tanınmayan kimselerdir. Bunu İbn-i Hacer
Askalânî "Tahric-u Ehâdis-il Keşşâf" isimli eserinde açıkça
beyan etmiştir.
Diğer
sened de ise şu râvîlerin ismini görmekteyiz:
1-Ebu
Süfyân:
İbn-i
Hazm "Ebu Süfyân zayıftır" demiştir.
2-Selâm b. Selim:
Yine
İbn-i Hazm Bu râvî hakkında ricâl alimlerinden şu görüşleri
nakletmiştir: İbn-i Hacer: "Selam zayıftır." İbn-i Harâş: "O
çok yalancıdır." İbn-i Habbân: "O bir çok uydurma hadis
rivâyet etmiştir." Ardından da "Bu adamın zayıflığında icma
edilmiştir" tespitini eklemiştir İbn-i Hazm.
3-Hâris b. Gasîn:
İbn-i
Abd-il Birr rivâyeti bu senedle naklettikten sonra Şöyle
demiştir: "Bu sened hüccet olamaz; zira senette yer alan "Hâris
b. Gasîn" mechuldür ve durumu belli değildir. Yine Ebu Amr
ve Zeynüddin-il İrâkî de onun hakkında aynı şeyi
söylemişlerdir.
*Abdullah İbn-i Abbâs:
Abdullah İbn-i Abbâs'a dayandırılan rivâyetin senadinde
ezcümle şu râvîlerin ismi geçmektedir:
1-Süleyman İbn-iEbî Kerîme:
Ebu
Hâtem Râzî, Celâlüddin Suyûtî ve Muhammed b. Tâhir onun
zayıf olduğunu söylemişlerdir. İbn-i Adiy ise "Onun bütün
hadisleri münkerdir" demiştir. Zehebî'nin tespiti ise
şöyledir: "O, itibarsız ve bir çok münker (hadisin sahibidir.
2-Cüveybır b.Said:
Bu
râvî zayıflığı hakkında ricâl âlimlerinin söylediklerinden
bazısı şöyledir: Nesâî ve Dârekutnî: "Hadisi terkedilmiştir."
Buhari Ali b. Yahya'dan Şöyle nakletmektedir: "Cuveybır'ın
iki hadis naklettiğini biliyorum." Ardından ikisini de
naklederek onların zayıf olduğunu ortaya koymuştur. İbn-i
Cevzî: "Cuveybır'a gelince, onun zayıf olduğunda icma
etmişlerdir." Ahmed b. Hanbel: "Onun hadisiyle iştigal
edilmez." İbn-i Muin: "Hiçbir şeye değmez." Cevzecânî: "Onunla
iştigal edilmez." Ve benzeri bir çok tabir..
3-Ez-Zahhâk b. Müzâhim:
Bu
râvî hakkında da şu tabirler kullanılmıştır: "Bu adamdan
hadis nakledilmezdi." "Hadis hususunda zayıftır." "Âlimler
tarafından cerhedilmiştir." Şu'be ve bir çok âlim ise onun
İbn-i Abbas'ı görmediğini iddia etmişlerdir.
*Ebu
Hureyre:
Ebu
Hureyre'ye dayandırılan rivâyetin senedinde "Cafer b. Abd-ül
Vahid-il Kâzî el-Hâşimî" isimli râvînin ismi de geçmektedir.
Rical kitaplarında bu şahıs da "Hadis uyduran", "Hadis çalan",
"Yalancı", "Hadisi terkedilen" vb. tabirlerle tanıtılmıştır.
Arıca
bilindiği gibi Ebu Hureyre'nin kendisi de bir çokları
tarafında muteber birisi olarak kabul edilmiyor.
*Enes
b. Mâlik:
Enes
b. Mâlik'e dayandırılan rivayetin senedinde ise "Bişr İbn-il
Hüseyin" isimli bir râvînin ismini görmekteyiz ki rivâyeti
Zübeyr b. Adiy kanalıyla Enes'ten nakletmektedir.
Zehebî
"El-Muğnî" kitabında, Dârekutnî'nin onun hakkında "Terkedilmiştir"
ve Ebu Hâtem'in ise "O Zübeyr'in diline yalan uydurmuştur"
dediğini nakletmektedir. Bu râvî hakkında diğer rical
alimlerinin yergilerini görmek için İbn-i Hacer
Askalânî'nin "Lisân-ül Mizân" kitabına bakılabilir.
Böylece bu rivâyetin bütün senetlerini incelemiş bulunuyoruz;
gördüğünüz gibi bu senetlerin hiç biri sahih değil ve
bazısında üç, bazısında iki ve bazısında da en az bir tane
zayıf râvî olduğunu bizzat Ehl-i Sünnet'in kendi ricâl
kitaplarına ve ricâl âlimlerinin görüşlerine dayanarak
ispatlamış olduk.
Rivâyetin Muhtevası Üzerine:
Rivâyetin muhtevası hakkında da birkaç nükteyi hatırlatmakla
yetineceğiz:
1-Eğer
gerçekten bu rivayet doğru olsaydı ve Resulullah'ın
etrafında bulanan sahabenin her birisi gökteki yıldızlar
gibi olsaydı, o zaman mesela şu âyetlerin indirilmesinin bir
anlamı olur muydu?: "Eğer o (Peygamber) ölür ve ya
öldürülürse topuklarınız üzerine gerisin geriye mi
döneceksiniz."
"Etrafınızda
olan bedevilerden ve Medine ehlinden nifakı adet haline
getirmiş nice münafıklar vardır ki sen onları bilmezsin;
onları biz biliriz. Yakında onları iki defa azap edeceğiz;
sonra da büyük bir azaba döndürüleceklerdir."
Eğer
sahabenin hepsi âdil ve her biri bir hidâyet yıldızı olsaydı,
Allah Resulü onlara hitaben: "Aman benden sonra kafirler
olarak geri dönmeyin."
Veya:
"Şirk sizin aranızda karıncanın ayak sesinden de gizli
olacaktır."
Yada:
"Çok geçmeden, ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir ki
onlardan sadece birisi kurtuluşa erecektir..."
buyurur muydu?!
Yine
önceden de naklettiğimiz şu hadisi şerif sahabenin hepsinin
âdil oluşu ve her birisinin bir hidâyet yıldızı olduğuyla
bağdaşıyor mu acaba?: "Kıyamet günü ashâbımın önde
gelenlerinden bazısını getirip amel defteri siyah olanlarla
birlikte haşredecekler. Ben "Allah'ım! Onlar benim Ashâbım!"
dediğimde, şu cevabı duyacağım: "Senden sonra bu Ashâbının
neler yaptıklarını bilmiyorsun!" O zaman ben de o salih
kulun sözlerini (Mâide, 117'de Hz. İsa'nın (s.a) sözü
kastediliyor) tekrarlayacak "..Ve ben aralarında bulunduğum
sürece amellerine şahittim onların, beni aralarından
aldıktan sonra de kendin şahid oldun" diyeceğim. Bunun
üzerine bana şöyle denilecek: "Sen aralarından ayrılır
ayrılmaz bunlar mürted olup dinden çıktılar ve eski
hallerine döndüler."
Bakın bu hadiste Allah Resulü açık bir şekilde kendisinden
uzaklaştırılan kimselerin, ashabından olduğunu söylüyor. Bu
da açıkça öyle her sahabî denen kimsenin hidayet yıldızı ve
âdil olmadığını, dolayısıyla bahis mevzumuz olan "yıldızlar"
rivayetinin doğru olamayacağını ortaya koyuyor.
2-Sahabî ismi ile anılan birçoklarının hayat hikayeleri, bir
çok amelleri ve icraatı bu rivâyetin doğru olamayacağının
bir diğer açık kanıtıdır. Zira bunlardan bugün bile takdis
edilen bir çoklarının, yalancılık, birbirine küfretme,
iftirada bulunma, zina, şarap içme ve birbirleriyle savaşma
ve birbirlerinin kanını dökme gibi Kur'an âyetleri ve
Resul'ün sünnetiyle yasaklanan ve yapan kimselerin fâsık ve
fâcir olup büyük azapları hak ettikleri, büyük günah ve
kötülüklere bulaştıklarını bir çok muteber kaynakta
okumaktayız ki makalenin ilk kısımlarında bunlardan bazı
örnekleri okudunuz.
Durum
böyleyken söz konusu rivayeti doğru kabul edip bu amellere
bulaşan kimseleri hidayet yıldızı olarak addetmeği siz akıl
ve mantığınıza sığdırabiliyor musunuz ki Allah'ın Resulü'ne
de böyle bir sözü yakıştırabilesiniz?! yoksa Resulullah
kendinden sonra meydana gelecek olaylardan haberi mi yoktu?
En azından bu olayların meydana gelebileceğine ihtimal bile
vermiyor muydu? Hayır kesinlikle böyle bir şey doğru olamaz.
Zira yukarıda örnek olarak zikrettiğimiz âyet ve hadisler,
bunun böyle olamadığını ve Allah Resulü'nün bu olaylardan
haberdar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu ise bu
hadisin kesinlikle uydurma olduğunu ortaya koyuyor. Zira
haberdar olduğu halde böyle bir şeyi buyurması asla
düşünülemez.
3-Ashabın en azından bir kısmının arasında çoğu zaman
şiddetli ihtilafların yaşandığını, bir çok konuda farklı
düşündüklerini, hatta bu ihtilafların bazen kavga ve nizaya
ve bilindiği gibi bazen binlerce insanın kanlarının
akıtılmasına vesile olan savaşlara dönüştüğünü görmekteyiz (Cemel,
Sıffın ve Nehrevan savaşları gibi). Biz bütün bunlarda,
onları mazur bile görsek (ki böyle olduğunu kesinlikle kabul
etmiyoruz) her birisinin farklı ve bazen taban tabana zıt
görüş ve davranışlarının hidâyete götüreyeceğini kabul
etmemiz asla mümkün değildir. Zira bu, Allah Resulü'nün
ümmetini aynı zamanda çelişkili yollara ve hedeflere sevk ve
teşvik ettiği anlamına gelir ki bu da hikmet ve hidayet,
akıl ve mantık Resulü olan Habibi Kibriya'dan kesinlikle
uzaktır. Kısacası bu rivâyetin böyle bir muhtevaya sahip
olması onun uydurma olduğunu ispatlamaya yeter, artar bile.
Evet
kardeşlerim, bir şeyin meşhur olması bizi aldatmamalıdır.
Nice meşhur görüş ve rivâyetler vardır ki ciddi bir
araştırma ve incelemeye tabi tutulduğunda, esastan yalan ve
uydurma olduğunu görürsünüz. Bugün muhakkik âlimler uzun,
araştırmaların neticesinde onlarca sahabî ve râvinin uydurma
olduğunu ve asla dünyada yaşamadıklarını ve mesela Seyf b.
Ömer gibi zındıklıkla suçlanan, dinini dünyaya satmış bazı
kıssacı ve yalancı râvilerin hayal ürünlerinden ibarettir.
Arzu edenler Allame Murtaza Askerî'nin "Yüz elli uydurma
sahabî" ve "Uydurma raviler" kitaplarına müracaat
edebilirler. Allah-u Teala cümlemize hakkı hak, bâtılı bâtıl
görebilen basiretli bir göz ve nurlu bir kalp inayet
buyursun. Amin!