Bismillahirrahmanirrahim
HZ. ALİ (A.S)
HİLAFETTEN NASIL
MAHRUM
BIRAKILDI?
Soru-42:
Muhterem hocam, benim birbirini tamamlar
nitelikte olan iki sorum olacak: Evvela Şia
mezhebinin hilafet konusunda Ehl-i Sünnet'ten
farklı düşündüğünü ve hilafetin nasla (İlahi
tayinle olduğunu) iddia ettiğini biliyoruz.
Birinci sorum bununla ilgili; lütfen bu
delillerin en önemlilerini kısaca ve Ehl-i Sünet
kaynaklarına dayandırarak açıklayın. İkinci
sorum şu ki eğer gerçekten bu konuda İlahi nas
ve tayin söz konusu idiyse, nasıl oldu da onca
sahabi bunları görmezden gelip Hz Ali'nin imamet
ve hilefeti hakkındaki ilahi emre rağmen,
haklarında hiçbir nas bulunmayanları hilafete
seçtiler? Bunu nasıl izah edebilirsiniz? Lütfen
bunu da geniş ve başka konularda olduğu gibi
bizzat Sünni kaynakları esas alarak bize
açıklayın.
Cevap-42: Aziz
kardeşim, bu konu sizin de bildiğiniz gibi
oldukça geniş bir konudur ve hakkında ciltler
dolusu kitaplar yazılmıştır; ancak biz yine de
Şia'nın bu konudaki delillerine kısaca değinip
ikinci sorunuzu geniş bir şekilde cevaplamak
istiyoruz; zira tarihi gerçeklerden bihaber olan
bir çok kardeşlerimizin kafasını kurcalayan asıl
mesele ikinci sorudur. Evet gerçekten de Hz.
Resulullah (s.a.a)'in Gadir-i Hum günü açıkça
irâd buyurduğu hutbe henüz bütün Müslümanların
kulağında çınlamaktayken, böyle bir şeyin nasıl
ve niçin meydana geldiğine şaşırmamak mümkün
değildir. Önce kısaca birinci sorunun cevabı:
EHL-İ BEYT'İN
(A.S) İMAMET VE VELAYETİNE DAİR
MÜTEVATİR
NASSLAR
Esasen Şia
ile Ehl-i Sünnet'in hilafete yükledikleri mana
ve mefhumlar birbirinden farklıdır. Çünkü Ehl-i
Sünnet; hilafeti herhangi bir makam gibi biliyor
ve "halife" Müslümanların başına geçen, onları
idare edip yöneten kimsedir" der.
Şia ise şöyle
der: Peygamberlik makamı nasıl Allah-u Teala
tarafından belirlenen ilâhi bir makam ve görevse,
insanların görüş ve tercihlerine bırakılmıyorsa,
imamet de insanların görüş ve tercihlerine
bırakılmayan ilahi bir makamdır ve hilafet
görevi imamın işlerinden biridir. O halde imamın
da Allah ve Resulü tarafından tayin edilmesi
gerekmektedir. Aynı zamanda halife de masum
olmalı, insanoğlunun bütün eksikliklerini -vahyî
sistem çerçevesinde- en sağlıklı şekilde nasıl
giderilebileceğini eksiksiz ve noksansız
bilmelidir.
Şia, Hz.
Resulullah (s.a.a)’in Hak Teala'nın (c.c)
emriyle Hz. Ali (a.s)'ı velayet ve imamet
makamına tayin edip bu hususta Müslümanlardan
biat aldığına inanır.
Şia’nın bu
hususta dayandığı nass ve karineler Ehl-i sünnet
kaynaklarında bizzat mütevatir olarak rivayet
edilmiştir. Burada, meseleyi araştırmak isteyen
okuyucular için bu kaynaklarda geçen rivayet ve
hadislerin bir kısmını özetle aktarıyor, daha
tafsilatlı bilgi edinmek isteyenlerin, bu kaynak
eserlere ve konuyla ilgili geniş bilgiler içeren
diğer kitaplara başvurmasını rica ediyoruz.
A-
Haşimoğullarını Davet
"... En yakın
akrabalarını korkut..." ayeti nazil olunca Hz.
Resul-i Ekrem (s.a.a) Hz. Ali (a.s)’a yemek
hazırlamasını ve Haşimoğullarının yaklaşık 40
kişiyi bulan erkeklerini davet etmesini istedi.
Yemekten sonra şöyle buyurdu: "Ey
Abdulmuttaliboğulları! Yemin ederim ki, Araplar
içinde kavmine benim getirdiğimden daha iyisini
getiren hiç kimse olmamıştır. Ben Allah
tarafından, sizi O'na çağırmak için
görevlendirildim."
"Bu yolda
çekeceğim zahmet ve sıkıntılarda aranızdan
hanginiz bana ortaklık edeceksiniz? Kim bana
iman ederse o benim kardeşim, vasim ve aranızda
halifem olacaktır."
Herkes
susmuştu. Bu sırada Hz. Ali (a.s) ayağa kalkarak
Resulullah (s.a.a)'e biat etti.
Hz. Resul-ü
Ekrem (s.a.a) elini Ali'nin omzuna koyup "Bu
benim kardeşim, vasim ve aranızda halifemdir;
onu dinleyin ve emirlerine itaat edin."
buyurdu.
Bu hadis,
halifelik meselesine yeterince ışık tutmakta ve
tarihte çözülmeden bırakılan birçok düğümü
çözmektedir:
Evvela: Hz.
Ali (a.s)'ın hilafetinin, Hz. Peygamber (s.a.a)’in
bi'set gününden itibaren nübüvvetle iç-içe
gündeme getirildiği ve sırf Gadir-i Hum gününe
mahsus bir ilan olmadığı ortaya çıkmakta ve
risaletin aslının; tevhidden sonra Hz.
Resulullah (s.a.a)’in nübuvveti ve Ali (a.s)'ın
velayeti olduğu anlaşılmaktadır.
İkincisi: Hz.
Resulullah (s.a.a)’in henüz Gadir-i Hum günü
olmadığı halde, bi'setinin ilk gününden
başlayarak vefatına değin çeşitli zaman ve
mekanlarda kimi zaman işaretle, kimi zaman açık
ve net olarak Hz. Ali (a.s)'ın hilafetini niçin
bunca tekrarlayıp durduğu böylece
anlaşılmaktadır.
(Hılyet'ul
Evliya, Yenabiy'ul Mevedde, Nur'ul Ebsâr,
Tarih-ul Hulefa, Hasais'un Nesaî, Feraid'us
Sımtayn, Menakıb-i Harezmî, Tarihi İbn-i Asakir,
Hakim'in Müstedreki... vb. ana kaynak eserler bu
konuyla ilgili hadis ve rivayetlerle doludur).
Bütün bunlar,
bi'setin ilk gününden itibaren hilafet
meselesinin çözüldüğünü ve halifenin tayin
edildiğini göstermektedir ki Hz. Resulullah (s.a.a)
de her fırsatta bu ilâhi emri açıklayıp
vurgulamaktaydı. Gadir-i Hum günü gerçekleşen
şey, bütün ümmetin resmen biatini almaktan
ibaretti sadece.
B- Gadir-i
Hum Hadisesi
Hicretin 10.
Yılıydı, Hz. Resul-ü Ekrem (s.a.a) Veda haccı
olarak bilinen son haccından dönerken Mekke'yle
Medine arasında bulunan "Gadîr" denilen mekanda
Allah'ın emriyle konaklama emri verdi ve
develerin semerlerinden bir minber kurdurdu. Hz.
Peyagamber (s.a.a) bu minbere çıkarak bir hutbe
okuduktan sonra Hz. Ali (a.s)’ın kendisinden
sonra velayet ve hilafet -velî ve halife-
makamına atanmış olduğunu açıklayıp orada
bulunan Müslümanlardan Ali (a.s)'a biat aldı.
Sayıları
110'a varan sahabe tarafından rivayet edilmiş
bulunan bu hadis-i şerif (Gadir-i Hum Hadisi)
Ehl-i sünnet kitaplarında çeşitli yol ve
nakillerle nakledilmiştir. Bu kaynaklar,
bilhassa Ehl-i Sünnet kaynaklarındaki senet ve
rivayetlerin tafsilatı için Mir Hamid Hüseyin
Hindi'nin "Abekat-ul Envâr"ıyla "el- Gadir"in 1.
cildine bakılması yeterli olacaktır.
Tefsir, lügat
ve tarih bilimcileri arasında çok meşhur olan bu
hadisle ilgili olarak tanınmış Müslüman
şairlerden günümüze ulaşan şiirler binleri
bulmakta ve her yıl da bunlara yenileri
eklenmektedir.
Enes bin
Malik, Bura bin Âzib, Bureyde, Ebu Hureyre, 1.
halife Ebubekir, Hz. Resulullah (s.a.a)’in
zevcelerinden, Ümmü’l-müminin Ümm-ü Seleme,
Ubeyy bin Kâ'b... ve daha birçok tanınmış sahabe,
bu hadisi mütevatiren rivayet edenler
arasındadır.
C-
Sakaleyn Hadisi
Hz. Peygamber
(s.a.a)’in defalarca ashabına "Aranızda iki
ağır emanet bırakıyorum: Allah'ın kitabı ve
itretim (öz yakınlarım) olan Ehl-i Beyt'im.
Bunlar, kıyamet günü bana kavuşuncaya kadar
birbirlerinden ayrılmazlar." buyurduğu
mütevatiren sabittir.
D- "El-
Hulefâ-u Ba'di İsna Aşer" Hadisi
Ehl-i Sünnet
kaynaklarından Hz. Resulullah (s.a.a)’in şöyle
buyurduğu geçer: "Benim vasim ve halifelerim
on iki kişidir, tıpkı İsrailoğulları'nın
nakibleri gibi. Tamamı Kureyş'tendir" ve bir
diğer rivayette; "Haşimoğullarındandırlar."
Hz.
Resulullah (s.a.a)’in vasi ve halifelerinin on
iki kişi olduğunu açıkça belirten hadisler
meşhur ve menkul yolla çokça ulaşmıştır.
Zamanın da
ortaya koyduğu gibi Hz. Resulullah (s.a.a)’in
kendisinden sonra "halifeleri" olarak buyurduğu
on iki kişi onun itreti olan Ehl-i
Beyt'indendirler. Bu hadisle kastedilenlerin
hulefâi raşidin olarak bilinen halifeler olması
mümkün değildir, çünkü hulefâi raşidinin sayısı
on iki değildir. Bunların Emevî sultanları
olabileceği de düşünülemez; çünkü evvela, Emevi
sultanları sayıca on ikiden fazladır. İkincisi,
işledikleri onca cinayet ve gayri İslami
amellerden sonra onların "Resulullah (s.a.a)’in
halifeleri" olarak tanımlanması mümkün değildir.
Abbasiler de olamaz, çünkü Abbasi halifelerinin
de sayısı on ikiden fazladır.
Hadisin
maksadı "vasi ve halifelerin" Ehl-i Beyt (a.s)
imamları olduğu apaçık ortadadır. Çünkü sayıca
da on iki olan Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) her
biri, kendi çağının iman, takva, bilgi ve
basirette en ileri şahsiyetleriydiler.
Konuyla İlgili Rivayet ve
Hadislerin Geçtiği Kaynaklar
Yukarıda
zikri geçen hadislere ilaveten "Mübahele Hadisi"
"Menzilet Hadisi"... gibi daha başka hadislerden
de bahsedilebilir ki bunlar da çeşitli yerlerde
Ehl-i Sünnet kaynaklarında mükerreren geçen
hadislerdendir. Daha fazla bilgi için bu konuda
yazılmış en geniş kitaplar olarak bilinen "Abekat-ül
Envar" ve "el-Gadir" kitaplarına bakılabilir.
İslam
ümmetinin Ehl-i Beyt (a.s)'in yolunu izlemesi
gerektiğine dair yine birçok hadis mevcuttur.
Sefine hadisi
olarak bilinen "Benim Ehl-i Beytim Nuh'un
gemisine benzer; gemiye binen kurtulur, binmeyen
boğulur, helak olur gider" meşhur hadis-i
şerif'i, İbn-i Sebbağ'ın "el- Fusul
ul-Mühimme"sinde (s:10), "Yenabi-u'l Mevedde"nin
117 ve 258. sayfalarında, "Nur-ul Ebsar"ın 114.
sayfasında ve "İs'âf-ur Rağıbîn"in 3. sayfasında
geçer.
El-Fusulu’l-Mühimme'yle İs'afu’r-Rağıbîn'de
Ebuzer'in Hz. Resulullah (s.a.a)’ten rivayet
etmiş olduğu şu hadis vardır: "Benim Ehl-i
Beyt'imi vücutta baş ve başta göz mesabesinde
bilin; başsız bir vücut hiçbir şey yapamaz ve
gözü olamayan bir baş da yolu bulamaz."
Yenabiu’l-Mevedde'nin 136, 142, 216, 190 ve 258.
sayfalarıyla Fusul-ul Mühimme'nin 2. sayfası ve
Kifayet-ut Tâlib'in 188. sayfasında Hz. Resul-ü
Ekrem (s.a.a)’in şu hadis-i şerifi geçer: "Ali,
Fâtıma, Hasan ve Hüseyin ile savaşana karşı
savaşırım ben; bunlarla barışık olanlarla
barışık olurum."
İbn-i
Âsâkir'in Târihi c: 4, s:204'te,
Yenabiu’l-Mevedde s:245, 247 ve 87'de Ebu Said-i
Hudrî'den naklen, yine Yenabi'ul Mevedde s:7,
87, 138, 188, 190, 243 ve 400'de İmam Hasan (a.s)
ile Said bin Ebu Vakkas'tan naklen, Nur'ul Ebsâr,
s: 3''le İbn-i Asâkir, c.4, s:204 ve c:5, s.204
ve Kifayet-ut Talib, s:12 ve 228'le, Sahih-i
Müslim, c:7, s:130, Ayşe ile Ümm-ü Seleme'den
naklen ve Yenabi'ul Mevedde, s:190, 87'de Vâsıla
b. El-Askâ'dan naklen ve yine s:190'da
El-Hamra'dan Muakkal bin Yesâ'dan naklen; Nur'ul
Ebsâr, s:112'de Enes bin Mâlik'den; Yenabi'ul
Mevedde, s:190'la, s:87'le Kifaye't-ut Talib,
s:32, ve 227'de Amr-u bin Ebiy Seleme'den naklen;
Mukatil-ut Talibin, s:33'te "TATHİR AYETİ"nin
Ehl-i Beyt (a.s) için inmiş olduğu geçer.
Yenabi-ul
Mevedde, Fusul'ul Mühimme, Nur'ul Ebsâr, İs'âf,
ur Râğibiyn, İbn-i Hacer'in Sevâik'i, Ferâid-us
Sımtayn ve Hasâis-i Nesâî... vb. kaynaklar bu
rivayetlerle doludur. Bütün bu hadis ve
rivayetler Hz. Resulullah (s.a.a)'in mutahhar
Ehl-i Beyt'inin ümmetin imamları, liderleri,
öncüleri ve başları olduklarını göstermektedir.
İkinci sorunun cevabı:
İkinci soru şöyleydi: Eğer gerçekten bu konuda
İlahi nas ve tayin söz konusu idiyse, nasıl oldu
da onca sahabi bunları görmezden gelip Hz
Ali'nin imamet ve hilefeti hakkındaki ilahi emre
rağmen, haklarında hiçbir nas bulunmayanları
hilafete seçtiler? Bunu nasıl izah edebilirsiniz?
Aziz kardeşim
evvela yukarıda da açıkladığımız gibi Şia'nın bu
konuda ortaya koyduğu görüş, sağlam delillere
dayanmakta ve bizzat Sünni kaynaklar referans
gösterilmektedir. Deliller ortadayken ve onlar
çürütülemediği müddetçe sırf "O zaman neden
şunlar böyle yaptı; bunlar böyle yaptı?"
bahaneleriyle red yoluna gitmek, siz de tasdik
edersiniz ki mantıklı bir yaklaşım değil ve
şahısları hak ölçüsü olarak görmekten
kaynaklanmaktadır. Ancak yine de tarafsız ve
samimi kimselere bu sorunun cevabını tarihi
belgelere ve bizzat Sünni kaynaklara dayanarak
vermek mümkündür.
Bu yüzden biz
mevzunun biraz olsun aydınlığa kavuşması ve
sorunun cevabına yardımcı olacağı düşüncesiyle
burada tarihin bir dilimine kısaca değinmek, şu
"Sakiyfe hadisesi"nin niçin ve nasıl vuku
bulduğunu özetle incelemek durumundayız:
1- Târihi
belgelerin de sarihen ortaya koyduğu üzere
Kureyşliler öteden beri Haşimilere karşı
düşmanlık besliyorlardı. Hatta Hz. Resulullah (s.a.a)’in
sağlığında bile çeşitli yollarla bu kinlerini
defalarca kusmuşlardır ve bu konuda Süleyman
Belhi çokça rivayet nakletmektedir.
Hatta iş öyle
bir hadde vardı ki Hz. Resulullah (s.a.a) "Bazıları,
Ehl-i Beyt'im konusunda eziyet ediyorlar bana"
diye buyurdular. Bunu duyan Ensar derhal
silahlanıp savaşa hazır halde Peygamber-i Ekrem
(s.a.a)'in yanına gittiler. Muhib Taberi ve
Bezzaz'dan gelen bir rivayette Kureyşlilerin bir
gün Benî Hâşim'e küstahça çatarak "Çiçek, bazen
de bataklıkta yeşerir" (Hz. Peygamber (s.a.a)
Haşimilerdendir) dedikleri ve Hz. Resul-ü
Ekrem'in bu sözden pek rahatsız olduğu geçer.
Kısacası
Kureyşliler, halifeliğin Haşimilere kalmasından
yana olmayıp bu makamı Haşimilerin elinden
almaya çalışıyorlardı.
Yakubi, İbn-i
Abbas'la Ömer arasında geçen bir konuşmayı
aktarırken Ömer'in "Ey İbn-i Abbas! Allah'a
yemin ederim ki amcan oğlu Ali, hilafete en
layık olan kimsedir hakikaten! Ama Kureyşliler
onu görmeye bile tahammül edemiyorlar!..."
dediğini yazar.
Buna benzer
başka bir rivayette de İbn-i Esir aynı sözleri
aktarır.
İbn-i Ebi'l
Hadid, İbn-i Abbas'tan naklettiği bir rivayette
Ömer'in şöyle dediğini yazar: "Ben Ali'nin
mazlum olduğuna kesinlikle inanıyorum.
Muhacirler, sırf yaşça genç olduğu için Ali'yi
istemedi.”
Aynı
anlamdaki cümleleri Ömer'den Taberi de
aktarmaktadır
ve el-Ğadir'de, Ömer'in sözleri kelimesi
kelimesine aktarılmıştır.
Abdulfettah
Abdulmaksud "el-İmam Ali" adlı kitabında "Kureyşliler"
Hz. Peygambere besledikleri hıncı Hz. Ali'den
çıkardılar" der ve "Hz. Resulullah (s.a.a)'e ne
yaptılarsa Ali'ye de aynısını yaptılar" diye
ekler!
Büreyde
olayında, Hz. Resulullah (s.a.a)'in yanında, onu
Hz. Ali (a.s)'dan şikayette bulunmaya
zorladıkları ve böylece Resulullah'ın Ali'ye
olan sevgisinin azalacağını umdukları yazılır.
Hz.
Resulullah (s.a.a) Ehl-i Beyt'inin geleceğinden
hep endişe duyar ve "Benim ölümümden sonra
Ehl-i Beyt'im bu ümmetin elinden pek çok
perişanlıklar çekecek ve ümmetim tarafından
öldürüleceklerdir."
buyururdu.
Hz. Ali (a.s)
şöyle der: "Kureyşliler Hz. Peygamber'e (s.a.a)
besledikleri kin ve düşmanlığı bana karşı
sürdürdüler ve benim evlatlarıma da aynı şeyi
yapacaklar. Benim Kureyş'le bir alıp veremediğim
yoktu; ben Allah ve Resulü'nün (s.a.a) emri
gereğince onlarla savaşmıştım"
Bütün
bunlardan da anlaşılacağı üzere "Muhacirler"
olarak tanınan Kureyşliler Hz. Ali (a.s) ve
diğer Haşimoğullarına düşmanlık ve kin
güdüyorlardı. Her fırsatta dilleriyle veya
kinayelerle bu düşmanlıklarını belirtmekte ve
huzursuzluk çıkarmaktaydılar.
2- Kalbinde
hastalık olanlar, bilhassa bazı muhacirler; Hz.
Ali'nin İslam ahkâmını uygulama hususunda
kimseye en ufak bir müsamaha göstermeyeceğini,
bu hususta uzlaşma ve yumuşamasının imkansız
olduğunu, buna göre böyle birinin işbaşına
geçmesi halinde kendi durumlarının bir hayli
zorlaşacağını -en azından, umdukları refah ve
mevkilere ulaşamayacaklarını- biliyorlardı.
Ömer'in kendisi bunu bizzat vurgulayarak şöyle
der:
"Vallahi eğer
Ali Müslümanların başına geçerse onları doğru
yola sokacaktır. Gerektiğinde haklı olarak
onlara çatacak, hesaba çekecek ve azarlayacaktır
ki bu da insanlara hoş gelmeyecek ve ona karşı
kıyam ve isyan edeceklerdir!"
3- Mekke'nin
fethiyle İslam'ı kabul etmek zorunda kalan
Ümeyyeoğulları ve bilhassa Muaviye ile babası,
kardeşi ve diğer bir grup, kendi dostlarından,
İslam'ın merkezinde esrarengiz bir Emevi örgütü
oluşturarak halifeliği Haşimoğullarına
kaptırmamak için işe koyuldular.
Bu tür bir
planın asıl müsebbiplerini bulabilmek için
neticede kimin kârlı çıktığına ve sonuç olarak
umulan makamları kimlerin elde ettiğine bakmak
gerekir.
Nitekim, Hz.
Ali'nin Ebubekir'e biat için zorla götürüldüğü
gün, orada bulunan Ömer'e dönüp "Bu sütü iyi sağ
sen; yarısı sana düşecek nasılsa! Bugün Ebubekir
için biat topluyorsun ki, yarın halifelik
postunu sana devretsin!" diyerek çıkıştığı
bilinmektedir.
Gerçekten de
Ebubekir ne şura, ne de seçim yoluna gitmeksizin
kendisinden sonra halifeliği Ömer'e bırakmış,
bununla ilgili "yazı"yı, o sırada orada bulunan
"Osman" yazmış, üstelik bu yazı da, her nedense
Ebubekir'in koma halinde olduğu ve sürekli
baygınlık geçirip sayıkladığı son dakikalarında
yazılmış ve Ömer tarafından oluşturulan altı
kişilik "Şura" da "Ali'nin seçilemeyeceği bir
şekilde" tasarlanıp hazırlanmıştı!
Yine mevcut
belgelere göre Hz. Ali'nin Ömer'in evinden
çıkarken, orada bulanan amcası Abbas'a dönüp
halifeliğin yine kendisine bırakılmayacağını
söylediği bilinmektedir.
Bütün
bunlardan da anlaşılacağı üzere Sakife'de
noktalanan "halife tayini" olayı önceden
hesaplanıp planı çizilmişti.
Önceden
hesaplanmış ve kararlaştırılmış bu olayın nasıl
gerçekleştirildiği ve hangi yöntemlerle uygulama
safhasına getirildiğinin açığa kavuşması için
Sakife macerasını ana kaynaklarda nakledildiği
üzere adım adım ve özetle incelemek faydalı
olacaktır:
"Hz.
Resulullah (s.a.a) dünyadan göçmüştü. Başlarında
Hz. Ali (a.s)’ın bulunduğu Haşimilerle diğer bir
grup sahabe, Allah Resulünün (s.a.a) pâk naşının
gusül ve kefen işleriyle meşguldü.
Muhacirlerin
çoğuyla, Useyd bin Heziyre, Beni Abdul Eşhel,
Evs kabilesinden bir grup
ve Zeyd bin Sâbit'le Beşir ibn-i Sa'd gibi "Ensar"dan
müteşekkil bir grup Ebubekir'in etrafına
toplanarak aceleyle Benî Sâide Sakifesi'ne doğru
hareket ettiler.
Bir grup
Ensar da, "Sa'd bin Ubade"nin etrafında
toplanmıştı. Konuşmalar başladı. Her kafadan bir
ses çıkmaya başlayınca ortada hiçbir söz birliği
yokken Ömer kimseye danışmaksızın Ebubekir'in
eline sarıldı; nezaketli ifadelerle birbirlerini
halife olmaya davet ettiler.
Derken, Ömer
Ebubekir'e biat etti, Beşir bin Sa'd'le Zeyd bin
Sâbit de konuşma yaparak Ebubekir'le biat
konusunda Ensarı ikna etmeye çalıştılar;
muhacirlerle Ensarın çoğunluğunun biati sağlandı
ve halife tayini işi böylece gerçekleşmiş oldu.
Burada,
dikkatle üzerinde durulması gereken birkaç nokta
söz konusudur:
Birincisi,
Hz. Resulullah (s.a.a)'in ölüm döşeğinde iken
verdiği "Usame" komutasındaki ordunun hemen yola
çıkması ayrıca Birinci, İkinci ve Üçüncü
halifelerin de bu ordunun birer askeri olarak
Medine'yi mutlaka terk etmelerinin gerekliliği
yolundaki kesin ve ısrarlı emrine rağmen
Ebubekir, Ömer ve Osaman'ın -şu veya bu sebeple-
Resulullah (s.a.a)'in emrine itaat etmeyip
Medine'den çıkmadıkları;
Hz. Ali'nin (a.s) muhacirlere yönelerek "Allah
aşkına ey muhacirler; Hz. Resulullah (s.a.a)’in
hükümetine; Ehl-i Beyt'inin hakkı olan bu makama
sahiplenmeyin!"
demesi.
Fazl bin
Abbas'ın bu konuda konuşurken sadece
Kureyşlileri muhatap alması;
Mikdad'ın da
"Şura" günü sadece Kureyş'i muhatap alıp "Hilafeti
Hz. Resulullah (s.a.a)’in Ehl-i Beyt'inin
elinden çekip alan şu Kureyş'in yaptığına
şaşırıp kalmamak mümkün değil! Allah'a yemin
ederim ki Allah rızası için yapmadılar bunu;
dünyayı ahirete tercih ettiler, işin aslı bu!"
demesi
....vb. karineler bu işi yapanların -birkaç kişi
dışında- Ensar olmadığı ve Kureyş'in bu işi
plânlayıp uygulayan tek taraf olduğunu apaçık
gözler önüne sermektedir. Kureyş'in kimi zaman
"Ali'nin yaşça küçük olması"nı bahane
ettiği, kimi zaman da "halifelikle
peygamberlik aynı ailede olmamalı -bir elde
toplanmamalı-" dediği bilinmektedir.
Demek ki
meselenin aslı, Ömer'in de dediği gibi: "Kureyşlilerin
Ali (a.s)'ı halife olarak görmeye tahammül
edemeyecekleri"dir.
Nitekim aynı
şahıslar bazen de "Gadir-i Hum" nassına rağmen
içtihada kalkışmakta ve bir yerde Ömer'in de
açıkça ifade ettiği gibi "İş öyle icap etti..."
ve "maslahat öyle gerektiriyordu."
diyerek konuyu kapatmaya çalışmaktaydı.
Tabi ki
halifelik macerasının kolayca olup bitmediği de
bilinmelidir. Sırf bu yüzden Hz. Resulullah (s.a.a)'in
mübarek naşı defnedilmeyerek kendi evlerinde, üç
gün boyunca, bekletilmiştir..."
Evet...
Meselenin çok acı boyutları var...
Hazret-i
Resulullah (s.a.a)'ın rıhletinin pazartesi günü
olduğu, mutahhar naaşlarının ancak Çarşamba
gecesi toprağa verildiği kayıtlarda geçmektedir.
Komşu evler, ancak Çarşamba gecesi evden gelen
kazma kürek seslerini duyunca Hz. Resulullah (s.a.a)'ın
pâk bedeninin toprağa verilmekte olduğunu
anlamışlardı.
Sakife'de
olan tartışmalarda Habbab bin el-Münzir-i
Ensâri'nin ağzına toprak doldurulmuş, tekmeler
altında ezilmekten güç bela kurtarılmıştı. Sa'd
ve oğlu Kays ile orada bulunanlar arasında
çirkin münakaşalar olmuş, şairler Kureyş ve
Ensar adına şiirler söylemiş, birbirlerine
hicivler atfetmiş ve sert ifadeler kullanarak
suçlamışlardı. Ama sonunda Ensar yaptıkları bu
işe pek pişman olmuş ve bu oldubittiden sonra
kendi aralarındaki konuşmalarda sürekli
hilafetin Ali (a.s)'ın hakkı olduğunu belirtmiş
ve durum gitgide değişerek Ebubekir'in düşmesi
an meselesi haline gelmişti.
Ancak
muhacirler ne yapıp edip, halifeliği Hz.
Resulullah (s.a.a)'in Ehl-i Beyt'inin elinden
almayı başarmıştı. Bu arada mevcut şartların,
onların lehine gelişmiş olduğunu da hatırlatmak
gerekir. Yemame, Yemen ve Bahreyn'de ortaya
çıkan mürtedler olayı, İslam toplumunu tehdit
eden ciddi bir tehlikeye dönüşmüş ve bu
tehlikenin boyutlarının farkına varan Hz. Ali (a.s)
ve Şia’sı olan sahabeler bu iç ihtilafa -kendi
haklarının çiğnenmesi pahasına da olsa- hemen
son verilmesi gerektiği noktasında karar
almışlardı. Çünkü iç ihtilafın farkına varan
İslam düşmanlarının Medine'ye saldırıp İslam'ı
tarihten silmeleri çok ciddi bir tehlike olarak
ortada dolaşmaktaydı.
Öte yandan
Haşimilerin, bu bozuk ortamda direnip kargaşayı
bastırarak duruma hakim olabilecek güçleri de
yoktu. Bu kargaşa sonucu gelişen olaylar her ne
kadar belli bir grubun işine yaramış olsa da bu
durumun doğurduğu sonuçlar bütün İslam ümmetini
olumsuz yönde etkilemiş bir takım çarpıklıların
doğmasına ve bu çarpıklıkların günümüze kadar
devam etmesine sebep olmuştur.
HZ. ALİ (A.S)'IN
TARAFTARI OLAN BAZI SAHABELERİN SAKİFE OLAYINA
İTİRAZLARI
Hz. Ali (a.s)
ile onu izleyen bir avuç sâdık sahabe Hz.
Resulullah (s.a.a)'in mutahhar bedeninin gusül
ve kefen işleriyle uğraşırken, çoğunluk
denilebilecek kalabalık bir grup, biraz ötede,
hilafeti ele geçirebilmek için münakaşalar
başlatmış ihtilafa düşmüşlerdi.
Bu olaylar
neticesinde "oldu bitti"yle karşı karşıya
bırakılan Hz. Ali'yle onu izleyenler, söz konusu
çoğunluğa karşı gerekli mücadele imkanlarına
sahip olmadıkları ve İslam dünyasını tehdit
etmeye başlayan mevcut şartların bir iç ihtilafa
hiç mi hiç izin vermeyen böylesine bir ortamda
meseleyi karşılıklı görüşmeler ve tebliğ yoluyla
halletmeyi tercih edip Müslümanları bu "aceleci,
zamansız eylem"leri noktasında uyararak bu
yaptıklarının ileride çok kötü sonuçlar
doğuracağına dair nasihatlerde bulundular.
HZ. ALİ (A.S)'IN
TAVRI
İbn-i Kuteybe
(ö: h.270) "el İmâme Ve's Siyase" adlı kitabının
"Ali'nin Ebubekir'e biat etmemesi" başlıklı
bölümünde Ali (a.s)’ın Ebubekir'e biat
etmemesinin nedenlerini anlatan konuşmasını
aktardıktan sonra "Ali (a.s) orada bulunan
muhacirleri muhatap alarak şöyle dedi" der:
".... Allah aşkına ey muhacirler, Muhammed (s.a.a)’in
kurduğu hükümeti onun Ehl-i Beyt'inden almayın,
Ehl-i Beyt'i, hakkı olan bu makamdan uzak
tutmaya çalışmayın. Ey muhacirler -Kureyş-
Allah'a yemin ederim ki biz, insanlar içinde
hilafete en lâyık olanlarız! Çünkü biz "Ehl-i
Beyt"iz! Siz de bilirsiniz ki "Kur'an-ı Okuyan",
"Allah'ın dininde fakîh olan", "Allah Resulünün
(s.a.a) sünnet ve yöntemini en iyi bilen", "halkın
işlerine vâkıf", "bütün zulüm ve haksızlıklara
karşı halkın haklarını müdafaa eden" ve "beyt'ulmalı
eşit şekilde dağıtan"; bu "Ehl-i Beyt"in
arasındadır. İşte bundan dolayıdır ki liyakat ve
hak sahibi biziz! Ve yine Allah'a andolsun ki
böyle biri, biz Ehl-i Beyt'in arasındadır şu
anda! Hevâ ve heveslerinize, nefsânî
arzularınıza kapılmayın; yoksa Allah'tan
uzaklaşır, Hak'tan kopup gidersiniz..."
Tarih, Hz.
Ali (a.s)’ın Hz. Fatıma (a.s)’ı bir bineğe
bindirerek akşamları teker teker sahabenin
kapısını çaldığını ve onlardan yardım istediğini,
onlarınsa Hz. Fatıma (a.s)'a şu cevabı
verdiklerini yazar: "Ey Resulullah (s.a.a)'in
kızı! Biz Ebubekir ile biat etmiş bulunmaktayız
artık! Eğer Ali ondan önce gelip biat isteseydi
elbette ki Ali'ye biat ederdik!" Bu cevap
üzerine Hz. Ali "Ben Hz. Resulullah (s.a.a)’in
cenazesini ortada bırakıp hilafet için biat
toplama derdine düşemezdim!" demekteydi.
HZ. FATIMA-I
ZEHRA (A.S)'IN İTİRAZI
Fedek
meselesi için camiye gelmiş olan Hz. Fatıma (a.s),
Fedek meselesini ele alarak oldukça düşündürücü
ve çarpıcı bir konuşma yapmış ve hilafet
konusuna da değinerek şöyle demişti:
"Allah Teala,
Resulünü yüce cennetlerinde peygamberlerin
bulunduğu yere götürüp onu sizden ayırınca,
sizde nifak kinleri görünmeye başladı ve Hz.
Peygamber (s.a.a)’in zamanında konuşmaya cesaret
edemeyen "sapmışların sözcüsü"nün dili söyler
oldu, cahillerle yalancılar belli oldu. Şeytan
sizi çağırdı, ona icabet ettiniz; başkasına ait
deveye binip başkalarına ait bir pınara
yöneldiniz"
Hz. Fatıma-ı
Zehra (a.s)'ın bu hutbesi epey tafsilatlıdır,
dileyenler, bu hutbeyi içeren eselere
bakabilirler.
Hz. Fatıma-ı
Zehra (a.s) ölüm döşeğindeyken Ensar ve Muhacir
hanımlarından kendisini ziyarete gelen bir gruba
şöyle dediler: "...Müslümanlar Ali'de ne hata
buldular ki, halifeliği onun elinden alıp
başkasına verdiler?! Evet, Allah'a yemin ederim
ki Ali'nin keskin kılıcı, azimli ve yolundan
dönmez adımları ve uygulamada hiçbir müsamaha ve
ayrıcalık tanımaması, ilâhi ahkâm konusundaki
bilgisi, Müslümanlara hoş gelmedi. Ama Allah'a
ant olsun Hz. Resulullah (s.a.a)’in
Müslümanların idaresini kendisinden sonra ona
bıraktığı gibi onlar da ona bıraksaydı, Ali
İslam ümmetini ifrat ve tefrite düşmeksizin
idare ederdi. Çünkü Ali risaletin dayanağı,
nübuvvetin sağlam beli (desteği) ve dinle dünya
işlerinin bilgesidir. Şunu bilin ki İslam ümmeti
bu işte apaçık kendi zararına olacak şekilde
davrandı. Allah'a yemin ederim ki Müslümanlar
Ali'nin yöneteceği bir hilafette eziyete uğramaz,
sıkıntıya düşmezlerdi, Ali onları adalet ve
bilgi pınarına doğru götürür ve doyasıya
susuzluklarını giderirdi (herkes Hz. Ali'nin
ilminden faydalanmış olurdu). Yerin ve göğün
bereketleri Müslümanlara açılıverirdi o zaman!
Sözlerime iyi
kulak verin ve bu duyduklarınızı sakın unutmayın:
Daha nice şaşırtıcı şeyler göreceksiniz,
bekleyin hele.. Bu işte hangi delil ve karineyle
davrandı onlar? Neye dayanarak yaptılar bunu?
Cesur ve işbilir bir uzmanı bırakıp korkak ve
işbilmez birine sarıldılar.
"Yolu bilip
de diğerlerine de doğru yolu gösteren"in mi,
yoksa "yolu bilmeyen ve kılavuzluğa ihtiyacı
olanın mı, halkı yönetmeye daha lâyık olduğunu
bilmeyen şu güruha yazıklar olsun!
Ne oldu
sizlere böyle?! Nasıl vardınız bu hükme?! Evet!
Müslümanların yaptığı bu iş, tıpkı gebe devenin
durumu gibidir...
Bekleyin hele, yakında doğuracak; o zaman süt
yerine kâse kâse kan ve öldürücü zehir
sağacaksınız! İşte o zaman kötüler zararlı çıkar,
gelecek nesiller geçmiş nesillerin düzüp koştuğu
uğursuz temellerin sebep olduğu sonuçları
görürler... O halde kesinlikle sizi saracak olan
fitne ve fesadı bekleyedurun.
Keskin bir
kılıç, her yeri sarıp kuşatacak daimi bir
kargaşa ve zalimlerin diktatörlük ve
zorbalığıdır bundan böyle sizi bekleyen...
Varınızı yoğunuzu yağmalayacak, olgunlaşmış
buğday başakları gibi tırpanlayıp biçecekler
sizi! Bu uğursuz işin nelere yol açacağı şu anda
belli değildir sizlerce... Ne de zavallıdır
bunlar! Sizin kendiniz biat etmeye gelmedikçe
biz Ehl-i Beyt, sizi zorlayamayız!
Hz.
Fatıma'nın (a.s) bu konuşmasını dinleyenler
içinde sağ kalıp Hırre hadisesini gözleriyle
görenler; Medinelilerin nasıl üç gün boyunca
acımasızca katledildiğini, Kureyşle Ensardan
700, sahabeden 70 ve diğerlerinden de onbin
kişinin öldürüldüğüne bizzat şahid olmuşlardı.
Tarih'ul
Hulefâda, bu hadisde 1000'e yakın Medineli
bakire kızın tecavüze uğradığı yazılmıştır.
HZ. HASAN BİN
ALİ (A.S) NE DEDİ?
İmam Hasan (a.s)
Mescidunnebi'ye girdi- Ebubekir'i minberde görür
görmez "Babamın yerinden in" dedi.
Aynı olay
Ömer döneminde de olmuş ve bu defa da İmam
Hüseyin (a.s) aynı şeyi Ömer'e söylemişti!
İmam Hasan (a.s)
babasının şehadetinden sonra -o gün- minbere
çıkarak şöyle buyurdu: "Biz, Allah'ın galip
gelecek olan hizbiyiz -Hizbullah- Hz. Resul-ü
Ekrem (s.a.a)’in mutahhar soyu, onun pâk ve
tertemiz Ehl-i Beyt'iyiz. Hz. Peygamber (s.a.a)
bu ümmet arasında iki ağır ve paha biçilmez
emanet bıraktı; birincisi Allah'ın kitabı,
ikincisi ise biz Ehl-i Beyt'iz! O halde biz
Kur'an'ın tefsiri hususunda ümmetin -başvurması
gereken- mercileriyiz. Kur'an'ın hakikatlerini
bilen beyan edicileriz, o halde emrimize itaat
edin! Bize itaat etmeniz farzdır; bu Allah ve
Resulü'nün emrine itaatir".
İmam Hasan (a.s)
Muaviye'ye yazdığı bir mektupta şöyle buyurur:
"Allah Teala,
Peygamberini ümmetin arasından alınca Araplar
onun yerine geçme hususunda birbirleriyle
tartışıp çekişmeye düştüler. Kureyşliler "biz
Peygamberin akrabasıyız ve O'nun vârisiyiz,
O'nun saltanatı hususunda bizimle tartışmayın"
dediler.
Araplar,
Kureyşin bu istidlalini kabul etti, ama
Kureyşliler bizim aynı konudaki -akrabalık-
delilimizi kabul etmediler! Ne yazık ki
Kureyşliler, Araplara kabul ettirdikleri şeyi,
bizim hakkımızda kendileri kabul etmemekle
haksızlık ettiler!"
HZ. SELMAN'IN
İTİRAZI
Sakîfe günü
Selman şöyle demişti: "Hz. Peygamber (s.a.a)'in
Ehl-i Beyt'inden sapıp bir ihtiyara biat ettiniz.
Halifeliği Ehl-i Beyt'e bıraksaydınız kimse
karşı çıkmaz, muhalefet etmezdi, nimetlerle dolu
şerefli bir hayat sürdürürdünüz. Ama siz
yapacağınızı yaptınız ve yapmanız gerekeni
yapmadınız!"
HZ. EBUZER'İN
GÖRÜŞÜ
O gün Ebuzer
Medine dışındaydı. Medine'ye geldiğinde
Ebubekir'in halife olduğunu görünce şöyle dedi:
"Kılıcı aldınız, ama kınını unuttunuz (halifeliği
kabullendiniz, ama gerçek halifenin yerini
bilemediniz). Bu halifeliği Hz. Resulullah (s.a.a)’in
Ehl-i Bet'ine bıraksaydınız kimsenin itirazı
olmazdı."
Ya’kubi şöyle
yazar: Ebuzer Mescidu’n-Nebi'de bir konuşma
yaparak şöyle dedi: "Muhammed, Âdem'in ilminin
vârisi olup bütün peygamberlerin faziletlerini
kendisinde toplamıştır. Ali de Hz. Pegmaber’in
vasisi ve O'nun ilminin vârisidir. Ey ne
yapacağını bilemeyen şaşkın ümmet! Eğer Allah'ın
öncelik tanıdığına öncelik tanır, Allah'ın
geride bıraktıklarını geride bırakır, halifeliği
gerçek hak sahibi olan kendi peygamberinizin
Ehl-i Beyt'ine verseydiniz dört bir yandan
nimetler gelirdi sizlere ve kimse de muhalefet
etmezdi."
Ya’kubi,
kitabının 2. ciltinde Muaviye'nin biat
meclisinde Kays'ın söylediklerini nakleder.
Tarihte de
kaydedilmiş olduğu üzere şii sahabiler,
imkanları ölçüsünde gayret gösterdiler,
ellerinden geleni yaptılar, bilhassa altı
kişilik şurâ oluşturulduğu gün durumu düzeltmek
için çok çaba sarfettiler; ancak ümmet, kendi
durumunu değiştirmedi.
İbn-i Ebi'l
Hadid şöyle yazar: "Ammar Mescidu’n-Nebi'de
ayağa kalkıp bir konuşma yaptı. Cemaat dört bir
taraftan bağırarak susup yerine oturması için
uyardılar, ihtar ettiler, hatta bazıları "halifelik
işlerinden sana ne?! gibi laflar ettiler. Ammar
yerine oturup "Allah'a şükürler olsun; haktan
yana olanlar her zaman mazlum olmuşlardır," dedi.
KARŞI
ÇIKANLAR KİMLERDİ?
Halifelik
olayında Hz. Ali (a.s)'in etrafında toplanıp
çoğunluğun yapmış olduğuna ilk itiraz edenler,
yani ilk "şii"ler ne adı sanı belli olmayan, ne
de heva ve heveslerine kapılıp dünyalarına uyan
kimselerdi. Bilâkis, bunların tamamı sahabe-i
kiramdan olup Hz. Resulullah (s.a.a)’in yüce
öğretisinde yetişmiş, bildiklerini ondan
öğrenmiş zahid, abid, bilinçli, âlim, siyaset
bilimine vâkıf basiretli ve ileri görüşlü dürüst
kimselerdi. Her biri, İslam tarihinde asırlarca
anılacak türden hizmet ve fedakarlıklarda
bulunmuş, seçkin birer sahabe olan bu
Müslümanlar, sıradan insanlar değildi.
Şia’nın önde
gelenleri Ammar, Ebuzer, Mikdad ve Selman gibi
sahabelerin Allah ve Resulü katında ne yüce
makamlara sahip oldukları herkesçe bilinmektedir.
Bu büyük
sahabelerin kim oldukları ve neler yaptıklarını
anlamak için Ebu Naim İsfehani'nin Hılyet'ul
Evliya'sına, Hatib'in Tarih-i Bağdad'ına, İbn-i
Asâkir'in Tarih'ine, İbn'ul Cevzi'nin Safvatul
Safve'sine, Hâkim'in Müstedrek'ine Müslim'in
sahih'ine, İbn-i Esir'in Usd'ul Ğabe'sine, İbn-i
Hacer'in İsabe'sine, Ebu Ömer'in İstiab'ına
bakmak gerekir. Bu kaynaklarda adı gelen
sahabelerin üstün özellikleri anlatılmış ve her
biri hakkında Hz. Resulullah (s.a.a)’in
buyurduğu vasıf ve övgüler aktarılmıştır ki
Taberi, Kamil ve Yakubi'nin Tarih'leriyle
Belazuri'nin Futuh'ul Buldan, Vakidi'nin
Futuh'ul Şam ve İbn-i Hişam'la Halebi ve Zeyni
Dehlan'ın siyer ve tarih kitaplarında bu yüce
sahabilerin İslam uğrunda katlandıkları
zorluklar, katıldıkları savaşlar, gösterdikleri
fedakârlıklar, başarılar... vb. seçkin
hasletleri ayrıntılarıyla anlatılmaktadır.
Bu konuda
daha nice söylenecek söz ve aktarılacak bilgi ve
belge vardır ki biz akıl ve basiret sahiplerine
bu kadarının yeterli olacağı düşüncesiyle, sözü
bundan fazla uzatmayı gereksiz görüyoruz. Rabbim
cümlemize doğruları olduğu gibi gösterip ona
ittiba etme tevfik ve cesaretini inayet buyursun.
Amin!