Bismillahirrahmanirrahim
Soru
337
MEADLA İLGLİ BAZI SORULAR
(Ayetullah
Şehid Destgayb'ın "Mead" isimli kitabından
alınmıştır)
Soru 1)
Zer âlemi diye bir âlem var mıdır? Varsa keyfiyeti
nasıldır? Eğer yoksa "Elestu bi Rabbikum"
ayeti neyi beyan ediyor?
Cevap 1)
Merhum Allâme Meclisî (r.a) Biharü'l-Envar
kitabının 3. cildinde tıynet, zer âlemi ve misak
olayıyla ilgili birçok hadis nakletmiştir ki o
hadislerden anlaşılan özetle şudur: Allah Tebareke
ve Teâla beşeriyetin babası olan Hz. Âdem'i
yarattıktan sonra onun kıyamet gününe kadar
gelecek olan zürriyetini zer (karınca kadar küçük)
şeklinde dışarı çıkardı. Daha sonra onların
ruhlarını bu bedenlere yerleştirdi. O zaman akıl,
şuur, irade ve ihtiyara sahiptiler.
Ondan sonra, kendi vahdaniyetine, peygamberlerinin
risaletine ve yol gösterici imamların velâyetine
yönelik onlardan misak (söz) aldı ve şöyle
buyurdu: "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?"
O anda yemin (sağ) ashabından olan bir grup,
gönüllü ve rağbetli olarak itaat edip "Evet."
dediler ve Hak Teâlâ'yı ikrar ve tasdik ettiler.
Bunların dışında kalan ve şimal (sol) ashabı
olarak adlandırılan grup ise meyilsiz ve
istemeyerek "Evet." de-diler.
Daha sonra Hak Teâlâ bir ateş yarattı ve onların
ateşe girmelerini emrederek onları imtihana tabi
tuttu. Yemin (sağ) ashabı Hak Teâlâ'nın emrine
uyarak ateşe girdiler. O vakit ateş soğuyarak
onlara zarar vermedi. Diğer grup ise Hak Teâlâ'nın
emrine uymayarak ateşe girmedi. Bu imtihan bu
şekilde üç defa tekrarlandı.
Tıynet, zer âlemi ve misak alma ile ilgili
hadislerin açıklaması ve murat edilen manaların
beyanında âlimler arasında üç ayrı görüş hâkimdir:
1- Ahbariler (hadislerin zahirini kabul edenler)
gurubu: Bunlara göre bu hadisler müteşabihtir.
Onların anlaşılması ve onlar hakkında araştırma
yapılması bizim akıl ve anlama kapasitemizin çok
üstündedir. O yüzden genel iman yeterlidir ve
onlarla ilgili ilmi ise mutlaka Ehlibeyt'e (a.s)
bırakmamız gerekir.
2- Şeyh Müfid, Seyit Murtaza, Mecmeü'l-Beyan
kitabının sahibi Tebersi, tefsirciler ve onları
izleyenlerin görüşü: Onlar tıynet ve misak (söz)
alınmasıyla ilgili ayet ve hadislerdeki tabirleri
birer kinaye, mecaz ve istiare olarak
değerlendirmişlerdir ki bunların detayları
Bi-harü'l-Envar ve Usulü'l-Kâfi'nin şerhinde
yazılıdır. Özellikle zer âlemi hakkında Merhum
Şeyh Mufid şöyle diyor:
Bu konuda
en sahih rivayet şudur ki: Allah-u Teâlâ Hz.
Âdem'in arkasından onun zürriyetini zerreler
şeklinde çıkarıp ufuğu onlarla doldurdu ve onları
üçe ayırdı:
Bazıları
karanlıksız nurdu. Onlar Âdem'in çocuklarından
seçilmiş ve günahtan pak ve temiz olanlardı.
Bazıları hiç nuru olmayan halis karanlıkta
olanlardı. O grubu itaat etmeyen kâfirler
oluşturuyorlardı. Bazıları ise nur ve karanlığın
birlikte olduğu gruptu. Bunu da hem itaati hem de
günahı bulunan Müminler oluşturuyordu.
Âdem'in
zürriyetinin bu şekilde dışarıya çıkarılmasından
maksat, Allah-u Teâlâ'nın bu şekilde Âdem'e,
neslinin çokluğunu tanıtmak ve kendi kudret ve
saltanatını ve yaratılışının acayipliklerini ve
sonradan olacakları göstermek istemesiydi.
"Ben sizin rabbiniz değil miyim?"
ayetinin tefsirinde nakledilen hadisler ise ahad
rivayetlerdir ve herhangi bir itibara sahip
değillerdir. Hatta uydurma rivayetler olduğunu
söylemek bile mümkündür.
Daha sonra Şeyh Müfid, A'râf Suresi'nin 172.
ayetinde belirtilen söz alma ile ilgili olarak
şöyle diyor:
Hz.
Âdem'in zürriyetinden, tevhit ve rububi-yetine
yönelik alınan bu ahit ve onların
"Evet."
şeklindeki kabulleri, lâfzî ve sözlü bir ahit
değildi. Yine sadece Hz. Âdem'in zamanında
değildi; bu tekvinî bir ahittir ki, herkesin
yaratılış ve fıtratına koyulmuştur. Yani yaratıcı
Allah'ı arama
hissi ve tevhit gerçeğini kabul etme kabiliyeti
her insanın zatına ve fıtratına
yerleştirilmiştir. Binaenaleyh bütün insanlar
tevhit ruhuna sahiptirler. Onlara sorulan bu soru,
tekvin ve yaratılış diliyle sorulan bir sorudur ve
verilen cevap da fıtridir. Yani Allah-u Teâlâ
insanları öyle bir şekilde yaratmıştır ki, eğer
onların bozulmamış fıtratına, "Rabbiniz kimdir?"
diye sorulursa herkes lisan-ı hâl ve fıtrat
diliyle "Allah'tır" derler. Şimdi de içine
müracaat eden herkes bilinçaltında bunun
eserlerini görebilir.
Hatta psikologların son zamanlarda yaptıkları
araştırmalara göre, dini ve manevî duygular,
insandaki köklü ve bilinçaltına yerleşmiş olan
önemli hislerdendir. Bu his, insanoğlunu tarih
boyunca sürekli Allah'ı aramaya ve tanımaya
itmiştir. Eğer akıl ve vicdan sahibi her insan
kendi içine müracaat etse, kendisini bir yaratanın
ve eğitenin olduğunu anlayacak ve onun, kendisinin
ve yaratılış âleminin rabbi olduğunu kabul
edecektir. Örneğin, üç-dört yaşlarındaki bir
çocuğun önüne, o görmeden bir şey koysak, o çocuk
o şeye el sürmeden önce, onu getiren kimseyi
görebilmek için sağına soluna bakacaktır. O çocuk
fıtrî olarak, her olayın bir meydana getiricisinin
olduğunu bildiğinden dolayı böyle davranmaktadır.
3- Geçmiş ve şimdiki âlimlerin birçoğunun görüşü:
Bu grup, tıynet ve yaratılış, zer âlemi ve Hak
Teâla'nın ruhlardan söz almasıyla ilgili bizlere
ulaşan haberlerin hepsinin sahih olduğuna ve
olayın zahiren anlatıldığı şekliyle de doğru
olduğuna inanıyorlar. Onlara göre bu tür bir
inancın hiçbir şekilde dinin usulüyle ve aklî
kaidelerle bir çelişkisi de yoktur.
Eğer bir kimse zer âleminde alınan bu sözün
mecburî ve zorlama olduğu düşüncesine dayanarak bu
şekilde bir inancın cebriye mezhebinin doğruluğunu
teyit ettiği sonucuna varırsa, ona verilecek cevap
şudur: Evvela, o âlemde herkes ne kabul ettiyse,
şuurlu bir şekilde bilerek ve kendi hür iradeleri
ile kabul etmişlerdir. Hatta bazıları, insanların
o âlemde sahip oldukları akıl ve şuurun bu
dünyadakinden daha fazla olduğunu söylemişlerdir.
Saniyen bizlere ulaşan hadislerin bir kısmından
anlaşılan şudur ki, herkes zer âleminde verdiği
her söze uymaya ve kabul ettikleri her ameli de
yapmaya mecbur olmadıkları gibi hatta bu âleme
geldiklerinde verdikleri sözleri unutup amellerini
yerine getirmeme hürriyetine de sahiptirler. Bu
konu hakkında Emirü'l-Müminin Hz. Ali'den (a.s)
nakledilen hadiste şu tabir geçmektedir: "Ve
şerete fi zalike el-beda fihim." Yani:
"Allah-u Teâlâ, ashab-ı şimal hakkında beda'yı
şart koşmuştur." Yani zer âleminde kötü seçim
yapan bu kimseler, eğer bu âleme geldikten sonra
tövbe eder ve Hak Teâlâ'ya dönüp peygamberlere
uyarlarsa, Allah-u Teâlâ onların durumunu
değiştirir ve ashab-ı yeminin arasında karar
kılar. Nitekim Ramazan ayının dualarında şöyle
geçmektedir. "Allah'ım eğer ben şakilerden
(bedbahtlardan) idiysem, beni onların arasından
silip, saadetlilerin arasına yaz. Hiç şüphesiz sen
(Kur'ân'da) buyurdun ve senin sözün haktır:
Allah
istediğini siler ve istediğini sabit bırakır ve
onun yanındadır Ümmü'l-Kitap."
"Eğer akıllı idiyseler, nasıl oldu da kendi
zararlarına olacak bir girişimde bulundular?"
sorusuna gelince, bunun cevabı da şudur: Buna
şaşırmamak gerekir. Çünkü bu dünyada birçok akıllı
kimsenin önce şuurlu olarak ve kendi hür
iradelerine dayanarak zararlarına olan bir takım
işlere bulaşıp daha sonra da bu yaptıkları işlerin
farkına vararak yine şuurlu ve hür iradeleri ile
pişman olup da tövbe ettikleri görülmektedir.
Ayrıca melun şeytanın şuurlu olarak ve kendi hür
iradesi ile Allah'ın emrine uymayarak, secde
etmekten kaçınması da bunun bariz bir örneğidir.
Soru 2)
Acaba sakat ve mahrum kimselerin mahrumiyet ve
mağduriyetleri ahirette mi telâfi edilecek?
Cevap 2)
İnsanların yaratılırken güzellik veya çirkinlik,
bedenin sağlıklı olup olmaması, fakirlik veya zenginlik,
sağlık veya hastalık gibi bazı özellikler
bakımından birbirlerinden farklı olarak
yaratıldıklarını görmekteyiz. Bunda da bir takım
hikmetler söz konusudur. Bazılarını şöyle
sıralayabiliriz:
a)
Her şey zıddıyla tanınır: Yani çirkinlik olamazsa,
güzellik ve çekicilik fark edilemez. Noksanlık
olmazsa, kâmillik tanınamaz. Diğer örnekler de
aynı şekildedir.
b)
"İnnehu ala kulli şey'in kâdir" (Hak
Teâlâ'nın her şeye kâdir olduğu) gerçeğinin ortaya
çıkması.
c)
Bazı insanların kör, çirkin, hasta veya fakir
olmaları, kendileri hakkında daha hayırlıdır. Bu
insanlar eğer bu hayrı görebilmiş olsalardı,
Allah-u Teâlâ'nın kendilerine vermiş olduğu bir
takım eksiklikleri rahatlıkla kabul
edebileceklerdi.
Bir gün peygamberlerden birisi "Şattü'l-Arap"
nehrinin kenarından geçerken, orada oynayan bir
grup çocuk gördü. Daha sonra o grubun içinde kör
bir çocuğun olduğunu ve diğer çocuklar tarafından
eziyete maruz bırakıldığını fark etti. Ayrıca
arada bir de o çocuğu suya daldırıp
çıkartıyorlardı. O peygamber gördüğü bu manzara
karşısında çok etkilendi ve oracıkta o çocuğun
gözlerinin görmesi için Allah'a dua etti. Allah-u
Teâlâ o peygamberin duasını kabul etti ve çocuğun
gözleri görür hâle geldi. Ama bu defa da gözleri
iyileşen çocuk diğer çocuklara eziyet etmeye
başladı. Çocukları birer birer yakalayıp suya
daldırıp çıkartıyordu. Bu şekilde birkaç çocuğun
ölmesine de sebep oldu. Sonunda o peygamber
Allah'a dua edip şöyle dedi: "Ey Rabbim, sen
her şeyi en iyi bilensin. Onu eski hâline geri
çevir." Bizler de biraz düşündüğümüzde bu tip
olayların etrafımızda sıkça gerçekleştiğini
görebiliriz.
d)
Kullar arasındaki farklılık kulların imtihanı ve
mutluluğun veya bedbahtlığın ortaya çıkması
içindir. Bu yüzdendir ki insanlar sabırlı
olabilmeleri ve tam teslimiyete ulaşabilmeleri ve
bu sayede sabredenlerin yüksek makamlarına
ulaşabilmeleri için çeşitli şeylere müptela
edilirler.
Muaf olanlar ve hiçbir şeye müptelâ edilmeyenler
ise şükür etmeleri ve kendilerine verilen
nimetlerin kar-şısında ilâhî vazifeleri yerine
getirmeleri amacıyla çeşitli imtihanlara tabi
tutulurlar. Müptelalar hakkında şöyle
buyrulmaktadır: "Ve ca'elna ba'zakum liba'zin
fitneten tubsirûn." (Sizlerden bazınızı
bazınıza imtihan vesilesi kıldık ki basiret sahibi
olasınız.)
Mahrumların mahrumiyetlerinin giderilmesi
meselesine gelince…
Bu eksikliklerin ve mahrumiyetlerin en iyi ve en
güzel şekilde giderilip telafi edileceği şüphe
götürmez bir gerçektir. Allah-u Teâlâ'nın Cebbar
ismine sahip olması da bu düşüncemizi
doğrulamaktadır. Çünkü "Cebbar" telafi eden
demektir. Ayrıca Allah-u Tebarek ve Te-âlâ'nın,
kulların maruz kaldıkları şiddet, musibet,
kederler, elemler ve uğradıkları mahrumluk
karşısında kulların razı olacağı ölçüde onlara
rahmet ve merhamet edeceği, kelâm ilminde de
ispatlanmıştır. Elbette bunun gerçekleştirilmesi
mahrumluğun insanın kendi iradesi ve gücü dışında
gerçekleşmesine bağlıdır. Eğer kul kendi özgür
iradesine bağlı olarak kendi isteğiyle bir
mahrumluğa sebep olmuşsa doğal olarak Allah-u
Teâlâ tarafından telafi edilecek bir durumu
yoktur.
Usul-u Kâfi kitabının Bab-u Şiddet-i
İbtilai'l-Müminin bölümünde şöyle rivayet edilir:
İbn Ebu Ya'fur diyor ki:
Çok dert
çeken bir insandım. Çektiğim dertler ve çileler
için Hz. İmam Sadık'a (a.s) şikayette bulundum.
İmam (a.s) cevap olarak bana buyurdu ki: "Ey
Abdullah! Eğer bir Mümin dertte ve musibette ne
kadar çok sevap olduğunu bilseydi dertler ve
belalarla parça parça edilmeyi arzulardı."
Yine aynı kitabın on birinci cildinde şöyle
anlatılıyor:
Ebu Basir
gözleri görmeyen bir adamdı. Bir gün İmam Bâkır'ın
(a.s) yanına geldi ve şöyle dedi: "Siz ölüyü
diriltip, kör olan bir kişiyi de iyileştirebilir
misiniz?" O hazret buyurdu ki: "Allah'ın
izniyle evet." Bu soruyla, hazretin görmeyen
gözlerini iyileştirmesini istiyordu. İmam Bâ-kır
(a.s) ona, "Yakınıma gel." buyurdu. Daha
son-ra da mübarek ellerini onun gözlerine
çekerek gözlerini iyileştirdi. O da dedi ki: "Her
şeyi görüyorum." İmam Bâkır (a.s) ona dedi ki:
"Sen gözlerinin görmesi ile birlikte diğer
insanlar gibi yaptığın her iyi ve kötü işlerden
dolayı kıyamette hesaba çekilmeyi mi istersin
yoksa eski hâline geri dönerek gözlerinin
görmemesini ama ona
karşılık hesaba
çekilmeden doğrudan cennete gir-meyi mi istersin?"
O da dedi ki: "Eski hâlime dön-mek
istiyorum." İmam (a.s) da onu tekrar eski hâline
geri döndürdü.
Bu hadisten de anlaşılacağı üzere bu dünyada eğer
körlük karşısında sabırlı olunursa kıyamette
hesaba çekilmekten emniyette olunacağı
anlaşılmaktadır.
Bu ve benzeri birçok rivayetten anlaşılacağı üzere
Mennan olan Allah dünyada belalara müptela
olanlarla, hayırları için dualarını kabul etmediği
kullarının maruz kaldıkları mahrumluklarını
kıyamet gününde öyle bir telafi edecek ki bunu
görenler "Keşke dünyada hiçbir duamız kabul
olmasaydı." diyerek hasret çekecekler.
Ama soruya gelince dünyada âlemin genel nizamı ve
kendi menfaat ve hayırları için bir takım belalara
müptela olup da bu dünyada imansız olarak
gidenler, "Leyse lehu'd dünya ve'l ahire."
(Onlar için dünyalık- ve ahiret-lik- yoktur.)
ayetinin gerçek mısdaklarıdırlar. Cevap olarak
diyoruz ki, kıyamet gününde böyle insanların mah-rumluklarının
Cebbar olan Allah tarafından giderilmesi bu
kimselerin kendi özgür ve istekleri ile kâfir
olduklarından ve iman getirmediklerinden dolayı
mümkün değildir. Bu yüzden kâfirler için kıyamet
gününde herhangi bir nasip ve telafi söz konusu
değildir.
Soru 3)
Acaba "Cismanî Miraç" kesin itikatlardan mı? Allah
Resulü'nün (s.a.a) Miraç gecesinde cehennem-de
azap edilen kimseleri gördüğü rivayet edilmiştir.
Acaba
insanların dünyaya gönderilmeden ve kıyamet kopmadan
Allah Resulü'nün (s.a.a) bu sahneleri görüp
müşahede etmesi, ne tür bir müşahededir?
Cevap 3)
Evet, "Cismanî Miraç" mezhebin ve dinin kesin
itikatlarından olup Kuran-ı Mecid'in İsrâ
Suresi'nin ilk ayetiyle de sabit olmuştur. Yani, O
hazretin miraç gecesindeki Mescidu'l-Haram'dan
Mescidu'l-Aksa'ya kadar olan seferinin başlarında
zikredildiği gibi gerçekleşmiştir. Kuran'ı
Kerim'de bu olay anlatılırken şöyle buyurulmuştur:
"Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki gecenin bir
vaktinde kulunu, ayetlerimizden bir bölümünü
kendisine göstermemiz için, Mescid-i Haram'dan,
çevresini bereketli kıldığımız Mescid-i Aksa'ya
yürüttü. Gerçekten O, işitendir, görendir."
Daha sonra da Mescidu'l-Aksa'dan gökyüzünün
katlarına doğru sefer yapıldığı rivayetlerde de
bildirilmiştir. Yine aynı şekilde Necm Suresi'nin
tefsirinde de bu rivayetler aynı şekilde
belirtilmiştir. Görüldüğü üzere Allah Resulü'nün
Miraç olayı, gerçekte dinin kesin itikatları
arasında yer almaktadır.
Miraç gecesinde Hz. Resul-i Ekrem'e (s.a.a)
gösterilen sahnelerden birisi de kıyamet ve berzah
âleminde sonradan gerçekleşecek olan sahnelerin
gösterilmesidir. Yani, henüz dünya âlemine
gelmemiş sevap ve günah sahibi insanların kıyamet
gününde başına gelecek olayların Hz. Resul'e
(s.a.a) izletilmesidir.
Soru 4)
Acaba vahşi hayvanlar, kuşlar ve insan olmayan
diğer canlılar da kıyamette diriltilecekler mi?
Ruhun baki olduğuna inanış ile birlikte, diğer
canlıların ruhları ahirette nerede bulunacaktır?
Cevap 4)
Ahiret âleminin özellikleri hakkında geniş
kapsamlı bir bilgiye ulaşmak için vahiyden başka
bir yol bulunmadığını ve bu bilgilerin de sadece
Kur'ân'dan ve Ehlibeyt'ten (a.s.) elimize ulaşan
haberlerden oluştuğunu göz önünde bulundurarak,
şunu diyebiliriz: Elimize ulaşan haberlerin hiç
birinde hayvanlar hakkında kapsamlı bir bilgi
yoktur. Dolayısıyla bu konu hakkında genel bir
inanç yeterli olacaktır.
Kuran-ı Kerim, Tekvîr Suresi'nde şöyle
buyurmaktadır:
"Hayvanlar tekrar dirildikleri zaman..."
Bazı müfessirler bunun kıyamet öncesine ait
olduğunu bildirmiş ve bundan, hayvanların
ormanlardan ve sazlıklardan çıkarak diğer
hayvanlarla toplanacaklarının kastedildiğini
bildirmişlerdir.
Yine Kur'ân-ı Mecid'in En'âm Suresi'nin 38.
ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
"Yeryüzünde kıpırdayan ve gökyüzünde de uçan
hiçbir canlı yok ki, sizin gibi ümmet olmasınlar.
Biz kitapta hiçbir şeyi eksik bırakmamışızdır.
Sonra (onlar) Rableri(nin huzuruna)
toplanacaklardır."
Sizlerin de gördüğü gibi hayvanların tekrar
diriltilecekleri bu ayetlerde beyan edilmiştir.
Ama onların dirilişlerinin ne şekilde olacağı,
onlara nasıl davranılacağı açıklanmamıştır. Aynı
şekilde hiçbir muteber haberde de bu konular
hakkında tafsilatlı bir açıklama yer almamaktadır.
O hâlde belirtilen bu genel inanç (hayvanların
haşr edileceği) bizim için yeterlidir.
Allame Meclisî (r.a.) Hakku'l-Yakin kitabında bu
konu ile ilgili birkaç rivayet naklederek şöyle
buyuruyor: Ayetlerin ve haberlerin zahirlerinden
de anlaşılacağı üzere, hayvanlar tekrar
diriltilecekler ve kendilerine yapılan zulümler
hakkında yargılama talebinde bulunacaklardır.
Diğer hayvanlardan bazıları da başka maslahatlar
için tekrar diriltileceklerdir. Örneğin: Hz.
Salih'in (a.s) devesi, Ashab-ı Kehf'in köpeği, Hz.
Yusuf'un kurdu ve Bel'am-ı Baura'nın eşeği cennete
gireceklerdir.
Güvenilir haberlerden ve rivayetlerden,
hayvanların hepsinin diriltileceklerine dair kesin
bir bilgi yoktur. Bu nedenle şia mütekellimlerinin
çoğunluğu bu konu hakkında tafsilatlı açıklama
yapmamış ve icmali olarak bu konuya
değinmişlerdir.
Minhac Tefsirinde şöyle buyrulmaktadır:
Rivayet
edilmiştir ki; vahşi hayvanlar diriltilip kısas
gerçekleştikten ve bazı değişikliklere uğradıktan
sonra toprağa gömülecek ve hiçbiri baki
kalmayacaktır. Ancak, insanoğlunun sevdiği tavus
kuşu ve benzerleri bundan müstesnadır.
Daha sonra şöyle buyurmaktadır:
Sahih ve
meşhur olan görüş, onların baki kalmayacaklarıdır.
Ama melekler, cinler ve şeytanlar gibi diğer
yaratıkların tekrar diriltileceğinde herhangi bir
şüphe yoktur. Daha sonra melekler cennete,
şeytanlar ve cinler içinde ise iman getirmiş olan
çok az bir grubun dışında kalanlar da cehenneme
gönderilecektir. Ancak cinler ve şeytanların mümin
olanlarının da yerleri hakkında ihtilaf vardır.
Örneğin bazı görüşlere göre, onların yerleri
cennettedir ama insanlardan daha aşağıda
olacaktır. Başkaları da onların yerlerinin A'raf
olarak adlandırılan yer olduğunu söylemektedirler.
Ama özellikle Rahmân Suresi'nde cinlere ve
insanlara hitap eden ayetleri dikkate alırsak
birinci görüşün doğru olabileceği ihtimali daha
fazladır.
Soru 5)
Mustazaflar kimlerdir? Onların haşr edilmelerinin
ve hesaba çekilmelerinin keyfiyeti nasıl olacak?
Cevap 5)
Mustazaf kelimesinin daha geniş bir açıklamasını
yapabilmek için Allame Meclisî'nin (r.a) Hakk-ül
Yakin kitabındaki bir ibareye başvuruyoruz. O
şöyle buyurmaktadır:
Bu
konunun aslı şu şekildedir. Genel olarak bilinmesi
gerekir ki, hem aklî, hem de naklî deliller
ışığında, Kur'ân ve hadislerden elimize ulaşan
haberlerden anlaşıldığı üzere Allah-u Teâlâ
adildir. Zulüm yapmamaktadır ve yapmayacaktır. Çocuklara, delilere, kendilerine hüccet tamam-lanmamış özür
sahiplerine ve aklı kemale ermediği için hak ile
batılı ayıramayanlara, anlayıp kabul
edebilecekleri başka bir hüccet gösterilme-dikçe
Allah-u Teâlâ azap etmeyecektir.
O hâlde, onları ya kıyamette yapmış oldukları
iyilik veya kötülükle yargılayacak ve hesaba
çekilmenin sonucuna göre onlara davranacak, ya
onları cennet ve cehennem arasındaki Araf denilen
yere veya cennette daha alt derecede bir yerlere
yerleştirecek ya da bazıları cennet ehlinin
hizmetçileri olacaklar, bazıları Araf denilen
yerde ve diğer bazıları ise cennette olacaklardır.
Kuleynî'nin Zürare'den sahih olarak rivayet ettiği
bir hadiste bu konu şöyle geçmektedir:
Bir gün
Hz. İmam Cafer Sadık'a (a.s), "Buluğ çağına
ermeden ölen çocuklar hakkında ne buyurursunuz?"
diye sordum. O hazret şöyle buyurdu: "Hz. Resul-i
Ekrem'den (çocukların) durumlarını sordular. Hz.
Peygamber buyurdu ki: "Allah-u Teâla onların
yapacakları şeyleri en iyi bilendir." Hz. İmam
devamla şöyle buyurdu: "Yani, onların hakkında
soru sormaktan vazgeçin, onlar hakkında bir şey
söylemeyin, onlarla ilgili bilgiyi Allah'a
bırakın."
O hâlde bizler de onlar hakkında her şeyi Allah'a
bırakmalıyız. Çünkü onlara fazilet ve adaletin
gerektirdiği şekilde davranılacaktır. Bazı
rivayetlerden de anlaşılacağı gibi, cennet ehlinin
hizmetinde bulundurulurlarsa bu onlara zor
gelmeyecektir. Hatta bundan lezzet dahi
alacaklardır. Bu, tıpkı meleklerin hizmetlerinden
lezzet almaları gibidir.
Elbette şimdiye kadar zikredilen konular, mustazaf
olup da mümin olmayanların çocukları hakkındaydı.
Görünüşe göre, Müminlerin çocuklarının ahirette
ebeveynleriyle birlikte olacakları konusunda
herhangi bir ihtilaf yoktur. Müminlerin çocukları
cennette ebeveynlerinin daha çok mutlu olmaları
için onlarla birlikte olacaklardır.
Usul-i Kâfi ve Tevhid-i Saduk'ta İmam Sadık'tan
(a.s) şöyle rivayet edilmiştir:
Müminlerin çocukları amel bakımından eksik
olmalarına rağmen Allah-u Teâlâ onları,
babalarının gözleri evlatlarıyla aydınlansın diye
kendi aileleriyle birlikte haşredecektir.
Soru 6)
(Bir grup filozofun ortaya attığı ve kısaca) "Âkil
ve me'kûl (yiyen ve yenilen) şüphesi" diye meşhur
olan bu eleştirinin cevabı nedir? Bu durumda
olanların haşredilmesi ve hesaba çekilmeleri nasıl
olacaktır?
Cevap 6)
Bazı filozofların cismani mead ile ilgili olarak
öne sürdükleri ve "âkil ve me'kûl şüphesi" olarak
meşhur olan eleştiri (iki kısımdır ve) özeti
şudur:
(1. kısım:) Eğer bir insan, diğer bir insanın
tamamını yerse ve yenilen insan, yiyen insanın
bedeninin bir parçası hâline gelse ve kıyamet
gününde de yenilen şahıs, yiyen şahsın bir parçası
olsa o zaman yenilen insan haşredilmiş sayılmaz.
Yok, eğer o yenilen şahıs, yiyen şahsın bir
parçası değil de ayrı olarak yaratılsa o zaman da
yiyen şahsın bedeninde bir nakıslık ve eksiklik
meydana gelecektir. Zira yiyen şahıs da tam olarak
yaratılmış sayılmayacaktır.
Bundan dolayı bu görüşe göre; birinci olarak,
bedenin o en yüksek büyüme noktasına kadar
ulaşması ve ikinci olarak da; bir şahsın bedeninin
değişikliğe uğramış olması ve onun parçalarının
bir kısmının diğer bir insanın parçası olması
gerekmektedir. Yani bedeni değişime uğrayan şahsın
uzuvları yiyecek hâline dönüşerek diğer bir insan
tarafından yenilmesi suretiyle o yiyen insanın
bedeninin bir parçası olacaktır. O zaman, başka
bir şahsın parçası hâline gelen kişinin uzuvları
kıyamette nasıl olur da tekrar diriltilebilir?
Acaba kıyamette yaratılacak olan beden, yiyen
şahsın bedeni mi sayılacaktır, yoksa yenilen
şahsın bedeni mi sayılacaktır? Eğer yiyenin olsa,
yenilenin olmayacaktır veya yenilenin bedeni
olarak yaratılsa bu sefer de yiyenin bedeni
olmayacaktır.
(2. kısım:) Yine aynı şekilde diyorlar ki: Hiç
şüphesiz, her insan hayatı boyunca o ilk günden ta
son nefesini verinceye kadar geçen süre zarfında
bedeninde bir takım değişiklikler olmaktadır. O
hâlde, kıyamette tekrar diriltilecek olan beden,
bir ömür boyunca meydana gelen değişikleri
barındıran beden mi olacaktır, yoksa sadece ölüm
anında mevcut olan beden mi?
Bütün bunlara dayanarak bu görüşe göre; ölüm anına
kadar değişime uğrayan beden ile ilgili şöyle
denmektedir: İlk şahıs, kendi bedeni ile zamanında
ibadet ederken daha sonraları o beden, değişime
uğrama sebebi ile başka bir insanın bedeninin bir
parçası hâline gelebilir. O ikinci şahıs da hem
kendi bedeni ve hem de ilk şahıstan kendisine
geçen bedenle hayatının sonuna kadar günah işlemiş
olabilir. Bu durumda, ikinci şahıs kıyamette
tekrar dirildiğinde kendisine sonradan eklenen
parçalara sevap verilse o verilen sevap, hak
etmediği hâlde ona verilmiş olacaktır.
Bu iki şüphenin kaynağına verilecek cevap şudur:
Âlimler ve mütekellimler bu konuyla ilgili olarak
yeterli ve uygun cevapları vermişlerdir. Onlardan
biri olan Hace Nasiruddin Tusî (r.a)
Tecridu'l-Kelâm kitabında bu eleştiri ile ilgili
olarak şöyle buyuruyor:
Her
insanın bedeninde aslî organlar bulunmaktadır ki;
bunlar, o insanın yaşamının başladığı andan
ölünceye kadar vardırlar ve hiçbir değişikliğe
uğramadan aynı şekilde kalırlar.
Bunlarla
birlikte sonradan oluşan uzuvlar da vardır ki;
onlar vücuttaki hararet vasıtasıyla sürekli
değişim hâlindedirler ve değişime uğrayabilmek
için kendisine gıda maddeleri gönderilmesine
muhtaçtırlar. Nitekim herhangi bir rahatsızlık
zamanında, gıda maddelerinin tahlil cüzlerine
dönüşebilme gücü de zayıflamaktadır. Böyle bir
durumda, bedenin fazla cüzlerinin ne kadarının
heder olduğu açıkça hissedilebilir.
O hâlde
şöyle diyebiliriz: Kıyamet gününde tekrar
diriltilecek olan beden, doğumdan ölüme kadar hiç
değişmeyen ve asıl cüzlerin oluşturduğu bedendir.
Ve fazlalık olan cüzlerin tekrar diriltilmesi ve
haşredilmesi zorunluluğu yoktur.
Öyleyse
eğer bir insan değişime uğrayarak gıda maddelerine
dönüşmüş başka bir insanın bedenini veya
uzuvlarından birini yese, o yenilen in-sanın
bedeninin asıl olan uzuvlarının yiyen insana
geçmediğini söyleyebiliriz.
Sonuç
olarak diyebiliriz ki; yenilen uzuvlar yiyen
şahsın fazla cüzlerinden sayılırlar ve hiçbir
zaman onun bedeninin asıl uzuvlarından olmazlar.
Bu durumda da herkesin asıl uzuvları başka birinin
asıl uzuvları ile karışmamakta ve böyle bir
durumdan mahfuz kalmaktadır. Bu uzuvların hepsi
toprakta bulunmaktadırlar ve kıyamet günü geldiği zaman da ilâhî kudret ile tüm insanların
Allah'ın ilmi dâhilinde bulunan dağılmış asıl
uzuvları toplanarak yapmış oldukları amellerin
hesabını vermek üzere Allah'ın huzuruna
getirileceklerdir.
Soru 7)
Bazı amellerin sevapları o kadar çoktur ki,
insanın inanası gelmiyor. Bununla birlikte insan
"Bunca sevaptan nasıl olur da istifade edilir?"
diye düşünmekten kendini alamıyor. Bu konuyu
aydınlatır mısınız?
Cevap 7)
İnsanı yanlışlıklara düşüren meselelerden birisi
de insanın berzah ve kıyametle ilgili anlatılan
olayları bu dünyanın hâl ve vaziyetleriyle kıyas
edip karşılaştırmasıdır. İnsan bu dünyada var olan
ihtiyaçları giderme sebepleri yönünden ve aynı
zamanda çeşitli dünya lezzetlerinin elde edilmesi
yönünden, ahiret âleminin bu dünya ile aynı
olduğunu zannetmektedir. Hâlbuki her âlemin
varlıklarının, çokluk, azlık, genişlik ve darlık
yönlerinden kendi âleminin ölçüleri ile hemahenk
olduğundan gafildir.
Örneğin: Bir kişi gelip de, anne karnında rahatlık
içerisinde yorulmadan yaşayan bir bebeğe, gün
gelip de bulunduğu bu mekândan çıkacağını ve
bulunduğu yerden milyonlarca kat büyük ve hatta
kıyas bile edilemeyecek kadar büyük bir yere
gideceğini, orada daha başka şeylere ihtiyaç
duyacağını, birbirinden farklı ve çeşitli
yiyecekleri karnını doyurmak için elde etmesi
gerektiğini, giyinip kuşanmak için çeşitli
elbiselere ihtiyaç duyacağını söylese, anne
karnındaki bebek, duydukları karşısında şaşırıp
inanmasa ve "Bunlar saçma sözler. Zira yarım
metreden daha az bir mekânda tam bir asayiş ile
yaşayan ve bulunduğu mekânda hareket etme ihtiyacı
duymadan yiyeceği bir kordon vesilesi ile
kendisine ulaşan bir kimse nasıl olur da anlatılan
şeylere ihtiyaç duyabilir?" dese, kıyaslayarak
yapmış olduğu itiraz, elbette ki yanlış olacaktır.
Aynı şekilde bu âlemde hapsolmuş bir kimse de,
"Cennetteki onca saraylar, yiyecekler, içecekler,
huriler, meyveler ve daha nice şeylerden insan
nasıl olur da faydalanabilir?" demektedir. Hâlbuki
bu şahıs, ahiret âleminin, aynı anda cennetlik
lezzet ve hazlar gibi birkaç şeyden
faydalanılabilecek şekilde yaratıldığından
gafildir.
Ruh bu maddî âlemde hapsolduğu müddetçe de kendi
azametini ve ahiret âleminin genişliğini derk
edemeyecektir.
Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyrulmaktadır:
"Gözlerinin aydınlığına sebep olacak nimetlerden
onlar için neler saklandığını bilmiyorlar."
Soru 8)
Tenasühün (Reenkarnasyonun) batıl oluşunun
delilleri nelerdir?
Cevap 8)
Tenasüh, bu varlık dünyasında ruhun, bulunduğu
bedenin yok olmasından sonra başka bir cisim ve
bedene geçmesine denir. Tenasühe inananlar, Adide
mezhebindendirler.
Onlardan bir kısım, insan öldükten ve beden yok
olduktan sonra ruhun başka bir insana geçtiğine
inanmaktadırlar. Bu grup Nasuhiye olarak
adlandırılır.
Bunların başka bir grubu ise insan ruhunun
öldükten sonra hayvan ve haşerelere geçtiğine
inanmaktadır. Onlara göre bütün ruhlar hak
ettikleri hayvanların bedenlerine geçmektedirler.
Örneğin, saadete ermiş olan ruhlar at gibi asil
hayvanların bedenine, şaki olan ruhlar ise domuz
ve köpek gibi hayvanların bedenlerine
geçmektedirler. Onlara göre cesur bir insanın ruhu
aslana ve başkalarına eziyet eden ve kırıcı olan
kimsenin ruhu ise kurt bedenine, pinti ve mala
düşkün olanların ruhu karınca ve farelerin
bedenlerine geçmektedir. Bunlara da Mensuhiye
denilmektedir.
Yine tenasühe inanan başka bir grubun inancına
göre ise insan ruhu, ölümden sonra ağaç ve ot gibi
bitkilere geçmektedir. Bunlara da Fesuhiye
denilmektedir.
Tenasühe inanan başka bir grup daha vardır ki
onlar da ölümden sonra insan ruhunun, taş ve
benzeri katı cisimlere geçtiğine inanmaktadırlar.
Bunlara da Resuhiye denilmektedir.
O hâlde diyebiliriz ki tenasühe inananlar kendi
aralarında dörde ayrılırlar: Nasuhiye, Mensuhiye,
Fesuhiye ve Resuhiye.
Bu inancın akıllardan uzak daha başka grupları da
bulunmaktadır ama konumuzu uzatacağından bunlara
değinmiyoruz. Tenasühe inanan bütün fırkaların
inançları batıldır.
Her şeyden önce, bu mezhep İslâm dininin kesin
inançlarına (hatta bütün şeriatlara ve dinlere)
terstir. Çünkü insan öldükten sonra kabir sorgusu
bitip de berzah âlemi müddetinin bitiminden sonra
hesap için dünyada sahip olduğu bedeni ile tekrar
diriltileceği inancı, İslâm'ın şartlarındandır.
Bu mezhebin mensupları, kıyameti ve herkesin bu
dünyada yapmış olduğu amellerin karşılığını görmek
ve hesaba çekilmek için tekrar diriltileceğini,
cenneti ve cehennemi, oralardaki hâl ve durumları
inkâr etmektedirler. Onlar, hesabın bu dünyada
olduğuna inanmaktadırlar. Ayrıca cennete girmeye
vesile olan ibadet ve salih amelleri ve cehenneme
sevk edecek olan günahları da inkâr etmektedirler.
O hâlde mukaddes şeriatın hakkaniyetine dair ileri
sürülen tüm deliller aynı zamanda bu akıldan uzak
mezhebin batıl olduğuna da delildirler.
İkinci olarak; bedenin anne rahminde oluşması
tamamlandığı ve beden, ruhu taşıyabilme
potansiyelini kazandığı zaman, varlık âleminin
feyiz kaynağı Allah azze ve celle tarafından ruh
yaratılır ve bedene yerleştirilir. Zira varlık
âleminin kaynağı olan yüce Allah'ın vücudu kâmil
ve feyzi mutlaktır. Ayrıca ruhun gönderildiği
bedende yaşama kabiliyeti de bulunmaktadır. Bu
durumda eğer ölümden sonra ruh, bulunduğu bedenden
çıkıp başka bir bedene girse, o zaman iki ruhun
tek bir bedende birleşmesi sorunu meydana
gelmektedir. Bir bedende iki ruhun aynı anda
birleşmesi de akıl ve fıtrat gereği batıldır.
Üçüncü olarak diyeceğimiz şudur: Beden yaratıldığı
andan itibaren sürekli kemale erme sürecindedir.
Onun tüm kemalleri tedricen fiiliyata
dönüşmektedir. Aynı şekilde ruhun da bedene
girişinden itibaren kemale erme süreci başlar ve
onda bulunan bi'l-kuvve özelliklerin hepsi
fiiliyata geçer. Ölüm vesilesi ile ruhun bedenden
ayrılması anında ruhta bulunan bi'l-kuvve
özelliklerin hepsi veya birçoğu fiiliyata
ulaşmıştır.
O hâlde, henüz hiçbir kuvveti fiiliyata ulaşmamış
olan bedene, nasıl olur da kemale ermiş ve tüm
kuvvetleri fiiliyata ulaşmış bir ruh geçebilir? Bu
durumda, kemale ermiş ruhun henüz kemale ermemiş
bedene girebilmesi için nakıs olması gerekir. Zira
ancak bu şekilde nakıs olan bedenle birleşip
müttehit olabilir ve birlikte kemale doğru
yapacakları yolculukta geçirmeleri gereken
merhaleleri tek tek kat edebileceklerdir.
Akıl ve mantık çerçevesi dışındaki tenasüh
mezhebinin batıllığına delalet eden daha başka
deliller de zikredilmiştir. Ancak biz burada
yazılan delillerle iktifa ediyoruz.
Burada açıklanması gereken bir konu vardır.
Mukaddes İslâm dininde zikredilen iki şekil Mesh
vardır ve şu ana kadar anlattığımız tenasüh
mezhebinde var olan inançtan çok farklıdır. Şimdi
bu iki konuyu ele alıyoruz. Birincisi Dünyevî Mesh
ve ikincisi ise Uhrevî Mesh'tir.
1- Dünyevî Mesh:
Allah-u Teâlâ, emirlerine başkaldıran, ona
kulluktan yüz çeviren, rezil sıfatları batınlarına
işlemiş ve kendileri yoldan çıktığı gibi diğer
insanları da yoldan çıkaran bazı kullarını
insanlara ibret olmaları için akıbetlerini öne
alarak onların zahirî suretlerini batınlarının
büründüğü suret ile değiştirmiştir. Bazılarını
maymun, bazılarını ise domuz ve bazılarını da
köpek şekline dönüştürmüştür. Kur'ân-ı Kerim'in
Mâide Suresi, 60. ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
"Kimden
maymunlar ve domuzlar… yapmışsa... "
Ve yine Sebt Ashabı (cumartesi günü azgınlık yapan
bir grup Yahudi) hakkında Bakara Suresi 65 ve
A'râf Suresi 166'da şöyle buyrulmaktadır:
"…Onlara,
'Aşağılık birer maymun olunuz' dedik."
Açıkça bellidir ki; bu konu tenasühe inananların
de-diğinden farklıdır. Zira onların mezhebi şunu
iddia etmektedir: Ölümden sonra ruh, (daha önce de
değindiğimiz gibi) ölmeden evvelki hâl ve
hareketlerine benzerlik gösteren bir hayvanın
bedenine girer.
Hâlbuki Kur'ân-ı Mecid'de konu "Kulun suretinin ve
günahın aslî zahirinin değişmesi" olarak
geçmiştir. Yani ruhu günahkâr olan beden, insan
şeklindeydi. Yüce Allah, Kahhar sıfatı ile o
bedenlerin kendisini hayvan şekline döndürdü. Daha
sonra o değişenlerin akrabaları gelerek onları o
hâlde gördüler. Akrabalarının onları tanıdığı gibi
değişenler de akrabalarını tanıyorlardı.
Akrabaları onlarla konuşuyor ve şöyle diyorlardı:
"Acaba sizlere nasihat etmedik mi? Sizleri bu kötü
işten sakındırmadık mı?" Onlar ise cevap
veremiyor, sadece ve sadece ağlıyorlardı.
Birçok rivayette de nakledildiği üzere, Allah-u
Teâla bir kavmi değiştirdiğinde (bir hayvana
dönüştürdüğünde), üç günden fazla dünyada
kalamazlar. Şu anda dünyamızda domuz, maymun ve
diğer hayvan nesillerinin hepsi hayvan neslinden
olan hayvandırlar. O değiştirilmiş, hayvan olmuş
insan soyundan değillerdir. Maymun ve domuz gibi
hayvanlara Mesuhat (değiştirilenler) denilmesinin
nedeni ise, onların mesuh edilmiş (değiştirilmiş)
olduklarından dolayı değil de, insanların onlara
benzetilerek değiştirilmesinden dolayıdır.
2- Uhrevî Mesh:
Hz. Peygamber (s.a.a) ve onun pak Ehl-i Beyt'inden
(a.s) bize ulaşan birçok rivayetlerde
belirtildiğine göre, kıyamet gününde tüm
insanların zahiri şekilleri, dünyada iyi veya kötü
seçimleri ile elde ettikleri batınlarına uygun
surette tekrar diriltileceklerdir. Yani tenasüh
inancına sahip kimselerin iddia ettiği gibi
insanlar başka bedenlere ait olarak dirilecek
değillerdir. Hatta onların zahiri bedenlerinin
aynısı yaratılacaktır.
Şöyle ki; her ferdin kim olduğu, makamı, şanı ve
şöhreti bilinecektir. Başka bir deyişle; mahşer
gününde mana, sureti yenerek ön plana çıkacaktır.
Kur'ân-ı Kerim'in Târık Suresi'nin 9. ayetinde de
belirtildiği gibi o gün, "gizlenen şeylerin ortaya
döküleceği gün"dür.
O hâlde insanlardan bazılarının şekilleri tıpkı
meleklerin güzel şekilleri gibi olacaktır. O
kimselerin dünyadaki varlıkları sırf hayırdı.
Onların dünyadaki işleri, melekler gibi kendi
yaratıcılarını tespih etmek ve ona ibadet etmekti.
Tasvip edilmeyen hiçbir kötülük onlardan
görülmemiş, hatta onların yarar ve hayırları her
zaman diğer canlılara ulaşmıştır.
Bu grubun aksi olan diğer gruba gelince, onların
yüzleri ise tıpkı şer ve pis olan şeytanlara
benzeyecektir. Onların dünyadaki işleri sadece
fısk, fesat, eziyet, işkence, hilekârlık,
düzenbazlık ve şeytanların amel ve fiilleriydi.
Başka bir grup yırtıcı hayvanlara ve diğer bir
grup ise haşerelere benzeyecektir. İsrâ Suresi,
97. ayet-i kerimede buyurduğu gibi:
"Biz
onları kıyamet gününde sıfatları üzere
yaratacağız."
Bazı tefsirlerde, baş aşağı hayvanlar şeklinde
haşredilecekleri belirtilmiştir. Allah Resulü
(s.a.a) buyuruyor ki:
İnsanlar
niyetleri üzere haşredilecekler.
Ve yine buyurmuştur ki:
İnsanlar
(kıyamet gününde) değişik suretlerde
yaratılacaklar. Maymun ve domuz onlara nispetle
daha güzeldirler.
Mecmau'l-Beyan tefsirinde Nebe Suresi, 18. ayetin
"O gün sura üflenir, bölük bölük gelirsiniz"
açıklamasında Hz. Resul-i Ekrem'den (s.a.a) şöyle
nakledilmiştir:
Benim
ümmetim dağınık olarak on grup hâlinde
haşrolacaktır. Allah-u Teâlâ onları Müslümanların
arasından ayırmış ve suretlerini değiştirmiştir.
Bazıları maymun ve bazıları domuz şeklindedirler.
Bazıları da kafaları aşağıya ve a-yakları da
yukarıya doğru olduğu hâlde azap edilmek için
(cehenneme doğru) çekilirler. Bazıları kör,
bazıları dilsiz, bazıları da aptaldırlar. Bazıları
da kendi dillerini çiğnerler ve ağızlarından
pislik dökülür. Öyle ki, bütün mahşer ehli
onlardan kaçarlar. Onlardan bazılarının elleri ve
ayakları kesilmiştir. Bazıları da ateşten dallara
asılmış olacaklardır. Bazıları leşten daha iğrenç
kokarlar. Bazıları da derilerine yapışan katrandan
cübbeler giyineceklerdir.
Maymun
şeklinde olanlar, işleri fitne çıkarıp laf getirip
götürmek olan dedikoduculardır. Domuz şeklinde
olanlar, haramlardan kaçınmayanlardır. Başları
aşağı ve ayakları yukarı doğru ters dönmüş
olanlar, faiz yiyenlerdir. Kör olanlar, hüküm
(sorumluluk) makamında olup da insanlara zulüm
edenlerdir. Sağır ve aptal olanlar, yapmış olduğu
amellere bakıp da kendini beğenenlerdir.
Dillerini
çiğneyip de ağızlarından pislik dökülenler,
amelleri söylediklerine ters olan hâkimler ve
âlimlerdir. Elleri ve ayakları kesik olanlar,
komşularına eziyet edenlerdir. Ateşten dallara
a-sılmış olanlar, sultana diğerlerini çekiştirip
gam-mazlık edenlerdir. Leşten daha kötü kokanlar,
şehvetlerine uyup lezzet peşinde koşanlar ve
mallarında bulunan Allah hakkını(n alınmasını) men
edenlerdir. Derilerine yapışan katrandan cübbe
giyenler ise kibirliler ve kendini
beğenmişlerdir."
Bu tür rivayetler çoktur, ancak bu nakledilen
yeterlidir.
Soru 9)
Ahiret âlemindeki "zaman" kavramı nasıl olacaktır?
Cevap 9)
Zaman, evrenin ve dünyanın güneş etrafında hareket
ölçü birimidir ki; bu ölçü birimi ahiret âleminde
yoktur.
Ahiret âlemindeki nur; imanın ve salih amellerin
nurudur. Ahiret âlemindeki zulümat (karanlık) ise;
küfür ve günahın karanlığıdır.
Cehennemin her zaman küfür ve günah yüzünden
karanlık olması gibi cennet de her zaman müminin
imanından dolayı nurludur/aydınlıktır.
Soru 10)
Cennet veya cehennemdeki ebedilik, Allah-u
Teâla'nın sonsuzluğu gibi bir şey mi? Yani hiçbir
sınırı yok mu?
Cevap 10)
Allah-u Teâlâ hiç şüphesiz cennete gönderdiği bir
kimseyi bir daha oradan dışarı çıkarmayacaktır.
Cennet onun ebediyen kalacağı yerdir artık. (Rableri
katında onların mükâfatı, altlarından ırmaklar
akan, içinde ebedi kalacakları Adn cennetleridir."
(Beyine/8)
Kalış müddeti için bir son yoktur. Cehenneme
gidenler ise eğer kalplerinde zerre kadar da iman
bulunursa belli zaman sonunda cehennemden dışarı
çıkarılacaklar ve cennete gönderileceklerdir. Yani
ebedi olarak cehennemde kalmayacaklardır.
Ama kâfirler ve münafıkların cehennemde
kalacakları süre için bir son olmayacaktır. "Ve
onlar ateşten çıkamazlar." (Bakara/167)
Eğer bir kimse, dünyadaki kısa hayatı boyunca
mürtekip olunan az ve küçük günahlar için de
sonsuz cehennem azabının olduğunu söylese bu söz
adalet ile çelişir.
Bu konuda cevap olarak deriz ki; cehennemde ebedi
kalmak küçük günahlardan dolayı değildir. Bu
cezanın sebebi, dünyada elde edilen, hiçbir zaman
yok olmayan ve insanın zatında bulunan küfür, inat
ve şakilik gibi sabit işlerdir.
Aynı şekilde müminlerin cennette ebedi kalış
sebepleri de, zatlarında bulunan sadık niyet,
iman, sevgi ve saadet gibi sabit şeylerdir.
Biharu'l-Envar kitabında İmam Cafer Sadık'tan
(a.s)şöyle rivayet edilmiştir:
Cehennem
ehlinin sürekli olarak cehennemde bulunmalarının
nedeni, eğer dünyada sürekli kalmış olsalardı her
zaman küfür, isyan ve günah içinde olmayı niyet
etmeleridir. Cennet ehlinin de cennette ebedi
olarak bulunmalarının nedeni ise eğer dünyada
devamlı kalacak olurlarsa Rablerine iman ve itaat
ile kulluk etmeyi niyet etmeleridir. O hâlde
cennetliklerin cennette ve cehennemliklerin de
cehennemde ebedi kalmalarının nedeni niyetleridir.
Soru 11)
"…Rabbim, beni geri döndür ki, terk ettiğim
dünyada yararlı bir iş yapayım. Hayır, onun
söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Önlerinde
ta dirilecekleri güne kadar bir berzah vardır."
(Mü'minûn/99-100)
Yukarıdaki ayet-i kerime Ricat inancına ters
düşmüyor mu?
Cevap 11)
Ricat meselesi Şia İmamiye mezhebinin kesin olarak
kabul ettiği inançlardandır. Bir grup halis
müminin Hz. İmam Mehdi (a.f) zamanında dünyaya
geri dönmelerine, ikinci olarak diğer Ehl-i
Beyt'in ve onların karşısında küfür, şirk ve inat
önderlerinin dünyaya geri dönmelerine "Ricat"
denir. Bu konunun gerçekleşmesi hem akli olarak
mümkündür ve hem de zati olarak imkânsız değildir.
Ayrıca yüce yaratıcının kudreti ile bu olayın
gerçekleşmesi çok kolaydır. Pak İmamlar (a.s) bu
konuya birçok rivayette işaret etmişlerdir. Allame
Meclisi'nin de (r.a) belirttiği gibi Ricat
konusunda yaklaşık iki yüz hadis nakledilmiştir.
Bundan dolayı ona icmali olarak inanmak vaciptir.
Ricat'ın nasıl olacağı, ne zaman olacağı ve
dünyaya gönderilecek kişilerin nasıl belirleneceği
gibi konuların da ayrıca bilinmesine gerek yoktur.
Ama sorulan sorudaki şüpheleri gidermek için
verilecek cevap şudur: İşaret edilen ayette
kâfirler Allah-u Teâlâ'ya "Allah'ım! Bizleri
tekrar dünyaya gönder de sana kulluk edelim ve
salih amellerde bulunalım." diyorlar ve onlara
cevap olarak deniliyor ki: "Kella" yani, "Asla
(dünyaya geri dönmeyeceksiniz)." Hâlbuki
kâfirlerden bir grubun Ricat döneminde dünyaya
geri dönecekleri kesindir. O hâlde cevap şudur:
Kâfirlerin dilekleri ve onun kabul edilmeyişinin
gerçek manası, onların dünyaya iman etmek, salih
ameller işlemek ve ahiret yolculuğunda elde bir
şeyler bulundurmak için geri dönmek istemeleridir.
Ancak Ricat zamanında dünyaya dönüş, onların Al-i
Muhammed'in hak olan hükümetlerini görmeleri ve
onların elleri ile öldürülmeleri içindir.
Dünyaya tekrar dönüş, bu grup kâfirlerin
yaptıkları kötü şeylerin cezasının dünyada
verilmesi ve onlardan intikam alınması içindir.
Aynı şekilde müminlerden bir grubun da bu dünyaya
geri dönmeleri, her zaman arzuladıkları dünyada
kurulacak İlâhî hükümetin kurulduğunu görmeleri ve
onlara yapılan zulüm, haksızlık ve adaletsizliğin
giderilip intikamlarının alınması ve geçmişteki
hüzün ve gamlarının bertaraf edilmesi içindir.
Diğer bir deyişle, sevap ve ceza mertebelerinden
bir mertebeye ulaşmak için, kâfirlerin ve
müminlerin önderlerinden bir grubun Ricat
zamanında dünyaya tekrar dönmeleridir. Hâlbuki
ayet, iman ve salih amelin tekmil ve tahsil
edilmesi için dünyaya geri dönmek isteyen
kâfirlerden bahsetmektedir. Bundan dolayı (Ricat)
kıyametin bir bölümü sayılmaktadır.
Kur'ân-ı Kerim'in bazı ayetlerinde geçen "Saat"
konusu, Ricat zamanı olarak tevil edilmiştir. Aynı
şekilde, Allah'a ait günlerin zikredildiği
rivayetlerde de bu konuya değinilmiştir. Mesela;
"Allah'ın günleri üçtür: Yev-mu'z-Zuhur,
Yevmu'l-Kerih ve Yevmu'l-Kıyame." Başka bir
hadiste geçtiği üzere, "Yevmu'l-Mevt,
Yevmu'l-Kerih ve Yevmu'l-kıyame."
Soru 12)
Ricat hakkında deniliyor ki imanda zirveye
ulaşanlarla küfürde zirveye ulaşanlar Hz.
Mehdi'nin (a.s) zuhuru zamanında dünyaya geri
döndürüleceklerdir. Sormak istediğimiz konu şudur:
Kâfir öbür dünyada azabı ve küfrün sonuçlarını
gözüyle görüp yakin ettikten sonra bu dünyaya geri
döndüğünde artık kâfir olarak kalabilir mi? Yine
Mümin olan bir kimsenin, teklif zamanı sona
erdirdikten sonra yeniden mükellef olması doğru
mu?
Cevap 12)
Bütün yaşamı boyunca ilâhî hüccet kendisine
tamamlanan, ilâhî ayetleri gören ama onlara iman
getirmeyen ve enbiyanın sözleri kendisinde eser
bırakmayan bir kişi binlerce defa ölüp dirilse
yine de iman getirmeyecektir. Çünkü eğer iman
edecek birisi olsaydı o yaşamının ilk zamanlarında
iman getirecekti. (Eğer geri döndürülseler yine
kendilerine yasak edilen şeylere dönerler."
(Mâide/28) Bundan da anlaşılıyor ki, bu tip
şahısların insan gibi bir hayatları yoktur ve
hayvandan öte bir şey değillerdir. ("…Onların
kalpleri vardır ama anlamazlar, gözleri vardır ama
görmezler, kulakları vardır ama duymazlar. İşte
onlar hayvanlar gibidirler, hatta daha da sapık…"
(A'raf/179) "Allah katında canlıların en
kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (Enfâl/22)
Ama sorulan soru hakkında ise; "Kâfir berzah
âlemini gördükten sonra bu dünyaya dönerse iman
eder" sözü çok yanlıştır. Yapılacak olan
açıklamalardan sonra Allah'ın izni ile bu şüphe
bertaraf olacaktır. Kâfir dünyaya tekrar geldikten
sonra ilk hayatında olduğu gibi dünyaya bağlanacak
ve onun şehvetleri ile meşgul olacaktır. Ölüm ve
berzahla ilgili gördüğü her şeyi de unutacaktır.
Nasihat edilecek olursa da görmüş olduğu şeylerin
sadece uykudan ibaret olduğuna kanaat
getirecektir. Gaflet ve unutkanlık uykusuna
bürünen bir kimse binlerce defa ölüp dirilse bile,
yine de o sahip olduğu hayvanlık mertebesinden
yukarı çıkamayacaktır. Küfür ve inat ehli olan bir
kimse de bulunduğu âlemlerin hepsinde aynı şekilde
olacaktır.
Ricat Zamanında Müminlerin Durumları:
Ricat zamanında mükellefiyet yoktur. O dönemin
varlık sebebi, müminleri birinci hayatlarındaki
mükâfat, iman ve amellerinin derecelerine
ulaştırmaktır. Bu dereceler; Ehl-i Beyt'in (a.s)
hükümetini görmek ve ondan dolayı mutluluk
duymaktır. Ayrıca bu anlatılanlara ek olarak da
bazı müminleri, dünyadaki hayatları boyunca
birtakım olaylardan dolayı ulaşmaya muvaffak
olamadıkları derecelere ulaştırmaktır. Mesela eğer
bir mümin, zuhur zamanında İmam Mehdi (a.f) emri
altında şehit olmayı arzuladıysa fakat bu makama
ulaşamadan vefat etmişse, bu kemal makamına ermesi
için İmam Mehdi (a.f) zuhur ettiğinde tekrar
dünyaya gönderilecektir. Bu konu hakkında
Biharu'l-Envar kitabında İmam Cafer Sadık'tan
(a.s), bir müminin ecelinden önce öldürüldüğü
takdirde zuhur zamanında tekrar Ricat edeceği
nakledilmiştir. Bu şekilde o mümin geri kalan
ömrünü tamamlayacak ve saadete ulaşacaktır.
Allah yolunda şehadete ulaşma şerefine nail
olamayan ve vefat eden bir mümin kimse her zaman
arzuladığı şehadet feyzine ulaşması için tekrar
dünyaya dönecektir.
Soru 13)
Binlerce yıl önce ölen bir kimse ile bugün ölen
bir kimsenin berzahı aynı mı olacak? Bir de,
"Misalî Beden" hakkında açıklama yapar mısınız?
Cevap 13)
Ruhların berzah âleminde kıyamet gerçekleşinceye
kadar kalacakları süre elbette birbirleri ile
farklıdır. Ancak ruhlar burada kalacakları süre
içinde boş bırakılmayacaklardır. Eğer günahlardan
pak ve arınmış olarak ölmüşlerse berzah
nimetleriyle nimetlendirilecekler; yok eğer
günahkâr iseler berzah âleminin azabıyla
azaplandırılacaklardır. Eğer mustazaflardan
iseler, yani hak ile batılı birbirinden
ayırabilecek güçte olmayanlar veya küfür
memleketlerinde yaşadıklarından dolayı mezhepler
arasındaki farklılıkları ayırt edebilecek
bilgileri olmadığı için hüccet kendilerine
tamamlanmayanlar ya da bu konularda biraz
bilgileri olan fakat diğer beldelere giderek hak
dini araştırmaya kudreti olmayanlar, aynı şekilde
çocuklar ve deliler için berzah âleminde herhangi
bir hesap, sorgu, azap veya sevap söz konusu
değildir. Onlar hakkındaki karar, kıyamet gününe
bırakılmıştır. Allah-u Teâla kıyamette ister
adalet gözü, ister ihsan gözü ile onlara
bakacaktır.
Misalî Beden:
Ruhun öldükten sonra yerleşeceği bedendir. Bu
beden dünyevi bedenlerin benzeridir. İmam Sadık
(a.s) bu konuyla ilgili şöyle buyurmaktadır;
Eğer onu
görsen "O, (dünyadaki) şahsın aynısıdır." dersin.
Şekil ve dış görüntü olarak, dünyadaki bedenin
aynısıdır. Ancak madde olarak, kemal derecesinde
bir letafete sahip olacaktır. Allame Meclisî (r.a)
Biharü'l-Envar adlı kitabında şöyle buyuruyor:
Misalî
beden, yumuşaklık ve latiflik bakımından cinlere
ve meleklere benzemektedir.
Yine şu şekilde buyurmaktadır:
Kabir
genişliği, ruhun hareketi, havaya yükselmesi ve
yakınlarını müşahede etmesi hakkında gelen
rivayetlerde mevzubahis olan beden, bu temsili
bedendir.
Bazı araştırmacılar misalî bedeni, latiflik ve
hafiflik bakımından cismin aynadaki yansımasına
benzetmişlerdir. Sadece şu farkla ki; aynadaki
görüntü var olabilmek için kendisinden başka bir
şeyin varlığına muhtaçtır ve idrakten de
yoksundur. Ama berzahtaki misalî beden, ruhun
varlığı ile vardır ve ayrıca his ve idrake de
sahiptir.
Soru 14)
Acaba kâfir ve müşrik oldukları hâlde, keşif ve
icatları ile milyonlarca insanın faydasına olan ve
büyük hizmetler yapan bazı kâşif ve mucit
kimselerin azaplarında bir azalma olacak mı?
Cevap 14)
Allah'ın kullarının yararına olan icatlar ve yeni
buluşlar, ancak yapan şahsın imanlı ve o yapılan
icat ve keşiflerin ise Allah'tan başkasının
rızasını düşünmeden yapılması ve Allah'tan
başkasından mükâfat beklentisi olmadan
gerçekleştirilmesi şartı ile ahirette kalıcı
eserler bırakabilir. Açıktır ki, Allah'ı ve
ahireti inkâr edenler, yaptıkları işlerde Allah
rızasını gözetmezler. Bu durumda mükâfatı,
arzulamış olduğu dünyadaki mucitlik ve kâşiflik
şöhreti, yüklü miktarda para ve diğer dünyevi
şeylerdir.
Şunu da söylemeden geçmeyelim; Allah'ın
kullarından birine, hatta bir hayvana bile, kâfir
veya fasık olan biri tarafından ihsan yapıldığı
takdirde bu ihsanların insanı hayretlere düşürüp
şaşırtan, hem bu dünyada ve hem de öbür dünyada
birtakım iyi sonuçları vardır. Örneğin, kâfir veya
fasık bir kimse bir canlıya ihsanda bulunmuş olsa,
yapmış olduğu ihsanın karşılığında ondan birtakım
belalar uzaklaştırılır veya malında artış meydana
gelir veya bir isteğine veya amacına ulaşır ya da
ömrü uzar. Yapmış olduğu ihsan, bazen onda bir
devrim yaratır da tövbe edip iman getirmesine dahi
sebep olabilir ve dünyadan iyi bir sonla ayrılır.
Bazen de imansız olarak bu dünyadan gitse bile o
yapmış olduğu iyi iş azaplarında bir azalmaya
sebep olur.
Elbette unutulmaması gereken bir nokta vardır;
yapılan iyiliklerin doğuracağı iyi sonuçlar,
yapılan iyiliklerin ne kadar, nasıl ve nerede
yapıldığına göre azalıp çoğalabilir.
Soru 15)
Ölüm Gamerat ve Sekerat'ı nedir? Acaba, ani bir
ölüm ile ölenler için bu hâllerin oluşması söz
konusu mudur?
Cevap 15)
Ölüm Sekerat ve Gamerat'ı, ölmekte olan kişide
meydana gelen şiddetli sıkıntı hâlidir.
Sekerat: Ölmekte olan kimsenin belli belirsiz
baygınlık geçirmesine, tutarsız söz ve düzensiz
hareketler sergilemesine neden olan bir hâldir.
Gamerat: Ölmekte olan şahısın duçar olabileceği
şiddetli hayrete düşmüşlük ve şaşırmışlık hâlidir.
Ansızın ölen kimseler, ölümün Sekerat'ından da
âmânda olacaklardır. Ancak şu nokta da
unutulmamalıdır ki, ölüm Sekerat'ına duçar olmak,
ölmek üzere olan şahsın kötü olduğuna delil
değildir. Aynı şekilde, ölüm Sekerat'ına duçar
olmamak ve rahat can vermek de ölmek üzere olan
kimselerin, iyi kimseler oldukları anlamına
gelmez. Yani bunlar (Sekerat ve Gamerat) hakkında
genel ve kesinleşmiş bir hüküm bulunmamaktadır.
Mümin olan bir şahsın ölüm esnasında Sekerat'a
duçar olması mümkündür. Bu, onun işlemiş olduğu
küçük günah ve sürçmelerden temizlenmesi ve
kıyamette rahat ederek makamının daha da yücelmesi
içindir. Bunun tam tersinin görülmesi de
mümkündür. Yani, kâfir veya fasık bir kimse ölüm
esnasında hiçbir sıkıntıya maruz kalmadan rahat
bir şekilde can verebilir. Bu, onun dünyada yapmış
olduğu iyi işlerinin mükâfatıdır. Zira bu durumda
kıyamette hiçbir hak iddia edemeyecektir. (Daha
geniş bilgi için Merhum Şeyh Saduk'un (r.a) Akait
kitabına başvurunuz.)
Soru 16)
Ruhun beden ile kaç türlü ilişkisi vardır? Ve ruh,
beden ile olan ilişkisini her türde ne şekilde
keser?
Cevap 16)
Ruhun beden ile olan ilişkilerinden bir tanesi,
eğitim ve terbiye ilişkisidir. Hz. Rabbu'l-Âlemin,
ruhu bedenin öğretmeni olarak karar kılmıştır.
Burada anlatılan eğitim ve terbiyenin manası ise,
bir şeyin kendisinden beklenen kemale ve olgunluğa
ulaştırılmasıdır. Ruhun bedeni kullanmasını iki
kısımda özetle şöyle inceleyebiliriz:
Birinci olarak:
Solunum ve sindirim sistemi gibi tabii, tekvini ve
istem dışı kullanımlar.
İkinci olarak:
Beş duyu hissi ve irade üzere, düzenli hareketler
gibi, yapılması istek dâhilinde gerçekleşebilecek
kullanımlar.
Ruhun uyku hâlinde bedendeki işlevi birinci
kısımdır, ikinci değil. Ölüm hâlinde ise iki
kullanım şekli de yok olur.
Ayrıca ruh, Allah-u Teâla'nın izni ile beden
uzuvlarının her birini ve beden ülkesinin
güçlerinden her bir gücü, ondan beklenen şekilde
kemale ulaştırır.
Ruhun beden ile olan bir diğer ilişkisi de
tedbirdir. Yani bedenin sindirim sisteminin,
gelişme güçlerinin ve onunla alakalı olan neslin
çoğalması, idrak kuvveti ve irade kuvveti gibi
cüzlerin kontrolü Allah'ın izni ile tamamen ruhun
denetimindedir. Örneğin; bir iğne veya diken ayağa
battığında anında refleks göstererek ondan
kurtulmaya çalışır.
Ruhun şaşırtıcı özelliklerinden bir tanesi de,
işlerden herhangi bir iş ile meşgul iken, diğer
işlerden gafil olmamasıdır. Beden ülkesinde var
olan yüzlerce kuvvetin (işlevin) hepsi ile aynı
anda ilgilenebilir ve bir işlevin düzeni, onu
diğer işlevlerin düzenlenmesinden alı koy-maz.
Örneğin, aynı anda göz görebilir, kulak duyabilir,
dil konuşabilir, burun koku alabilir, ağız tat
alabilir, el ve ayaklar hareket edebilir, sindirim
ve gelişme sistemleri çalışır ve onlara bağlı olan
diğer işlevler de aksamadan işlerini yerine
getirmekle meşgul olurlar.
Ruhun beden ile olan diğer bir ilişkisi ise, onun
bedene hükmedip yönetmesidir. Yani ruh, beden
ülkesinde bizim hâkim ve yöneticimizdir. Bedenin
bütün güçleri ruhun kontrolünde ve onun
idaresindedir. Ruh ne emrederse beden vakit
geçirmeden anında emri yerine getirir. Bu itaat,
konuşmak istendiğinde dilin hareket etmesi, görmek
veya görmemek istendiğinde göz kapaklarının
açılması veya kapanması veya bunlardan başka daha
nice şeylerde çok belirgindir.
Evet, bazen de bütün bu anlatılanlara rağmen öyle
bir zaman gelir ki, beden birtakım hastalıklara
duçar olur ve zikredilen bazı işlevler ruhun
kontrolünden çıkar. Nitekim ölüm anında beden,
ruhun kontrolünden ve itaatinden tamamen çıkar.
|