Advertisement

KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Soru ve Cevaplar

 

Bugün :  

Sık Kullanılanlara Ekle

 

Başlangıç Sayfası Yapın

 
 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Soru-32: Aşağıda sunacağım alıntı Fahru'd-din Er-Razi'nin Mealimu Usuli'd-Din, İhtar Yayıncılık,1996, sy 134 eserinden yapılmıştır: 'Rasulullah (sav) den sonra gerçek imam, Ebu Bekir (ra)dir. Kur'an, hadis ve icma bunu gösteriyor... Kur'an, hadis ve icma bunu gösteriyor... deyip devam ediyor? Bu konudaki görüşlerinizi ve Fahrettin Razi'nin getirdiği delillerin değerlendirmesi yaparsanız memnun olurum..

Cevap-32: Aziz kardeşim, sorunun çeşitli bölümlerini cevaplamadan önce birkaç noktanın üzerinde durmanın faydalı olacağı kanaatindeyim.

a) Farzedelim ki bu bahsedilen tefsirler doğru ve işaret ettikleri hadislerin hepsi sahih hadislerdir. Peki eğer bunlar doğru ise, yani Razi'nin tabiriyle hakiki İmamın Ebu Bekir'in olduğu Kur'an ve hadislerce tasdik edilmişse, neden Ehl-i Sünnet ısrarla hilafet hakkında hiçbir nass yoktur ve bu iş ümmete bırakılmıştır, deniyor? Yine neden sahabe bu hadisleri bildikleri halde, halifenin belirlenmesi için seçime gittiler? Bu açık bir çelişki değil mi? Ya seçimde o seçilmeseydi, o zaman bu Allah'a ve Resulü'ne muhalefet olmayacak mıydı?!

b) Siz de görüyorsunuz ki bu ayetleri yan yana getirip, bu şekilde yorumlayanlar, kendi görüşlerini teyid eden bir tane dahi hadis zikretmiyorlar. Oysa Ehl-i Beyt mektebine mensup alimler, Ehl-i Beyt'le ilgili ayetleri yorumlarken, Kur'an'ın yanı sıra, yaptıkları tefsirleri teyid eden nice hadisleri de (hem de bizzat sünni kaynaklara dayandırarak) gözler önüne sermektedirler. Ama bütün bunlara rağmen, bir çok Sünni yazar, kalkıp Şia'yı, ayetleri keyfi yorumlama ve tevil etmekle suçluyorlar! Şimdi hangisinin delilsiz ve zoraki tevil olduğunu, okuyucularımızın insaf ve vicdanına bırakıyoruz.

c) Güya bu ayetlere bu şekilde bir yorum getirmekle birinci halifenin Resulullah'tan sonra ümmetin en faziletlisi, dolayısıyla da halife olması gerektiği vurgulanmaya çalışılmaktadır. Şimdi sormazlar mı insana, İslam'da fazilet ve üstünlük ölçüleri nelerdir? Her halde her münsif insan bunların takva, ilim, şecaat, İslam yolunda fedakarlık, Resulullah'a en çok yakınlık vb. şeyler olduğunda tereddüt etmez. Eğer bunu böyle kabul ediyorsak, peki bu safatların hangisinde 1. Halife Hz. Ali'den üstün bir konumdaydı Allah aşkına?! İşte tarih, işte kaynaklar. Bu saydığımız ve saymadığımız hususların bir tanesinde dahi bu üstünlüğü, sağlam delillerle ispat edebilen birisi olursa, biz ellerinden öpmeye hazırız!

d) Farz edelim ki 1. Halifenin Hz. Ali'ye üstünlüğünü, dolayısıyla onun hilafete daha layık olduğunu kabul ettik, peki ya ondan sonra? Ondan sonra neden Hz. Ali hilafete daha layık görülmeyip hilafete seçilmedi?!! Yoksa takva, ilim, şecaat, İslam yolunda fedakarlık, Resulullah'a en çok yakınlık vb. şeylerde onlarda mı Hz. Ali'den üstündü? Karar sizin aziz kardeşim.

e) Razi'nin açıklamalarında yer yer Şia'ya atfedilerek, güya onların Ehl-i Beyt'in sürekli bir korku halinde olduklarına (takiyyeyi bu şekilde yorumlayarak) inandıkları vurgulanmaya çalışılıyor. Oysa Şia hiçbir zaman Ehl-i Beyt hakkında takiyyeyi bu şekilde yorumlamaz. Takiyye iki kısma ayrılmaktadır: a) Korku takiyyesi b) Müdarat takiyyesi. Ehl-i Beyt için söz konusu olan takiyye, ikinci türdendir. Müdarat takiyyesi, bir kimsenin, sahip olduğu konumu ve inandığı düşünceleri açıklama imkanına sahip olduğu ve şahsi hiç korkusu olmadığı halde, sırf İslam'ın genel maslahatlarını dikkate alarak, fitne çıkmaması ve İslam'ın esasının tehlikeye maruz kalmaması için susmayı yeğlemesinden ibarettir. Ehl-i Beyt İmamlarından bazısı, başlarında Hz. Ali (a.s) olmak üzere, bazı şartlarda böyle hassas bir ortam ve şartlarda bulunduklarında bu tür bir takiyyeye baş vurmuşlardır. Ama şartlar başka türlü gerektirdiğinde de zerre kadar çekinmeden hakkı izhar edip onu, mümkün olan her vesileyle savunmaya kalkışmışlardır. Hz. Ali'nin hayatının bir kısmı, aynı şekilde Hz. Hasan ve Hz. Hüseyn'in hayatlarının bir kısmı bu tür mücadelelerle geçmiştir. Yani tek kelimeyle, onlar, Hakk'ın sadık ve teslim kullarıydı. İslam'ın maslahatı ve İlahi emirler, susmalarını gerektirdiğinde her şeye rağmen susabilmeyi, mücadele etmeği gerektirdiğinde de pervasızca meydana atılıp canlarını ve her şeylerini feda edecek kadar ileriye gitmelerini bilmişlerdir. Nitekim hepsi de istisnasız bu yolda bilahare şehid olmuşlardır. Biz bu konuyu sitemizin "Sorular Ve Cevaplar" bölümünde, takiyyeyle ilgili sorulara cevap verirken geniş bir şekilde ve bizzat onların kendi nurlu sözlerine dayanarak işlemiş bulunuyoruz. İsteyen kardeşlerimiz oraya müracaat edebilirler.

Razi'nin sözlerinde üzerinde durulaması gereken daha başka hususlar da vardır ki biz şimdilik bu kadarıyla yetinip ortaya koyduğu ayet tefsirlerinin cevabına geçiyoruz. Diyor ki:

 

Fahrettin Razi'nin Ebu Bekir'in ümmetin en üstünü olduğu ve gerçek İmam olduğuna dair Kur'an'dan getirdiği deliller:

"...Kur'an'daki delil için bir çok ayet gösterebiliriz. Biri, "Bedevilerden geride bırakılanlara deki, siz yakında zorlu savaşçı olan bir kavme çağrılacaksınız." (Feth, 48/16) Bize göre bu çağırıcı ya Rasulullah (sav)tır veya ondan sonra gelen üç kişidir; Ebu Bekir, Ömer, Osman (ra). Ve yahut bu çağırıcı, Ali (ra), yada ondan sonra gelendir. Rasulullah (sav), şu ayeti kerimeye göre işaret eden çağırıcı olamaz: "Geride bırakılanlar: siz kesin olarak bizim izimizden gelmezsiniz. Allah daha önce böyle buyurdu." (Feth, 48/15) Şayet bu çağırıcı Rasulullah olsaydı, daha sonra da onları kendine uymaktan alıkoyması çelişkiyi kaçınılmaz kılardı; bu da batıldır. Burada kastedilen Ali (ra) de değildir. Çünkü Yüce Allah, "Onlarla savaşırsınız yada onlar Müslüman olurlar." (Feth, 48/16) buyuruyor. Bu ayetten anlaşıldığına göre bu savaştan gaye İslam'ın elde edilmesidir. Ali (ra)nin savaşlarının gayesi ise, İslam'ın elde edilmesi değildi. Zira daha önce açıkladığımız gibi İslam, görünüş itibariyle inanca dalalet eden ikrardan ibarettir. Bu inanç ise onlarda mevcuttu. Ayeti kerimede geçenlerden murad, Ali (ra)den sonra gelenler de değildir. Zira bize göre onlar hatalı, Şia'ya göre ise kafirdirler. Bütün bu şıkların hükümleri geçerli olmadığına göre bu ayeti kerimedeki çağırıcıdan kastedilenin Ebu Bekir (ra), Ömer (ra),Osman (ra)dan biri olduğu kesinleşiyor. Sonra Yüce Allah kendisine itaati zorunlu kılmıştır. "Eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir mükafat verir; yok eğer önceden döndüğünüz gibi yine dönerseniz, size acı bir şekilde azab eder." (Feth, 48/16) Bu üç kişiden birine itaat vacib olduğuna göre, hepsine de itaat vacib olur. Zira bu üçünü birbirinden ayıran kimse yoktur. Bu ayeti kerime, Ebu Bekir, Ömer, Osman (ra) imametlerinin zorunluluğunu gösteriyor..."

       

 Cevap: Bu ayetlerin gerçek tefsirinin ortaya çıkması için önce ayetlerin iniş sebebini ve hangi olayla ilgili olduğunu bilmemiz gerekir. Bu yüzden biz kaynaklara dayanarak önce bu olayı kısaca ortaya koyup sonra da bunun ışığında ayetlerin gerçek tefsirini vermeye çalışacağız. O zaman Allah'ın izniyle görülecektir ki bunların Fahrettin Razi'nin dedikleri ile hiçbir alakası yoktur.

Bir çok tefsirde zikredildiği üzere, Hudeybiye olayında Allah Resulü Müslümanların hazırlanıp Mekke'ye doğru çıkmasını emrettiğinde, maalesef birçokları bu emre muhalefet edip diğer Müslümanlarla birlikte çıkmayıp Medine'de kaldılar. Bilindiği gibi Hudeybiye olayında bilahare olay karşılıklı bir antlaşmayla sona erdi ve Müslümanlar savaşmadan geri döndü. Geri döndükleri sırada Allah Resulü vahiy yoluyla Müslümanlara önemli bir olaydan haber verip yakın bir zamanda zaferle sonuçlanacak bir savaştan ve bu savaşta alınacak büyük ganimetlerden bahsetti. (Bu Hayber savaşıydı.) Ardından bu savaşa ancak Hudeybiye'ye katılanların katılabileceğini ve alınacak  ganimetlerin de sadece onlar arasında paylaştırılacağını haber verdi. Allah Resul'nün verdiği bu haber kısa zamanda, Hudeybiye'ye katılmayanların kulağına ulaştı. Onlar bu sefer alınacak ganimetlerin tamahıyla Resulullah'a gelerek ısrarla kendilerinin de katılmalarına izin verilmesini, belki zahirde önceki yaptıklarından pişmanlık duyduklarını ve artık yaptıklarını telafi etmek istediklerini (!!) dile getirdiler. Ancak Allah Resulü'nün önceden vahiy kanalıyla onların asıl niyetlerinden haberdar edildiğini bilmiyorlardı. Allah Resulü ise Allah'ın emri ile onlara bu savaşa katılmayacaklarını, ancak eğer gerçekten tövbe edip geçmişi telafi etmek istiyorlarsa, son bir şans olarak onların, ileride vuku bulacak çetin bir savaşa çağrılacaklarını ve semimi olanların olmayanlardan o savaşta belli olacağını buyurdu.

Gerçi bir çok Ehl-i Sünnet alimi bu savaşın Resulullah'tan sonra vuku bulacak bir savaş olduğunu ve bununla da Halife Ebu Bekir'in savaşlarına işaret edildiğini iddia etmişlerse de, buna sağlam bir delil sunabilmiş değillerdir. Bize göre bu savaş bizzat Allah Resulü'nün zamanında vuku bulan bir savaştır. O da Mekke'nin fethi veya Hüneyn savaşıdır. Zira Hayber savaşından sonra bu ikisinden daha önemli bir hadise Müşriklere karşı vuku bulmamıştır. Özellikle, ayetteki "Çetin savaşçılara çağrılacaksınız" tabiri, Hüneyn savaşıyla daha çok uyum sağlamaktadır. Zira bu savaşta "Hevazin" ve "Ben-i Sa'd" kabilelerinden önemli savaşçılar bu savaşa katılmışlardı.

Bazıları bu savaşın "Mute" savaşı olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu da doğru değildir. Çünkü "Mute" savaşı Hıristiyanlarla yapılan bir savaştı ve bildiğimiz gibi Hıristiyanlar Müslüman olmaya mecbur edilmiyorlardı; Müslüman olma veya cizye vermenin ikisinden birisini seçme durumunda bırakılıyorlardı. Oysa bu ayette Müslümanların savaşacağı kavmin karşı, Müslüman olmaları için savaşılacağından bahsediyor. Demek ki yapılacak bu savaş sadece Müslüman olmaktan başka bir alternatifleri bulunmayan müşriklerle yapılan bir savaştır. Bu da, ya Mekke'nin Fethi veya Hüneyn savaşı olabilir ancak. Bunu Resulullah sonrası savaşlara yorumlamak daha uzak bir ihtimaldir. Zira ayetlerin muhatabı Resulullah zamanı Müslümanlar olduğu için, mantıklı olanın bu savaşın da Resulullah zamanında  vuku bulacak bir savaş olmasıdır. Şimdi gelelim, Fahrettin Razi'nin, "Resulullah zamanıyla ilgili olamaz" dediği sözüne getirdiği delile:

Fahreddin Razi'nin ayette geçen bu savaş davetçisinin Resulullah olmayacağına getirdiği delilin, verdiğimiz bilgiler ışığında tutarsızlığı ortaya çıkmıştır. Zira o diyor ki, önceki ayette onların savaşa katılmayacaklarını söyleyip, sonraki ayette tekrar onları savaşa davet etmesi bir çelişkidir.  Oysa bu ikisinin birbiriyle ayrı ayrı şeyler olduğunu, birincide belirtilen yasak, Hayber savaşıyla ilgili yasaktır. (Zira onlar ganimet hevesiyle katılmak istiyorlardı.) İkincisinde ise, imtihan için sonradan vuku bulacak bir savaşa davet edileceklerinden bahsetmektedir. Dolayısıyla bu davetçinin, Allah Resulü Olduğunda hiçbir mahzur söz konusu değildir. Zaten öyle de olmuştur. İşte bu açıklamalardan sonra, gördüğünüz gibi Fahrettin Razi'nin söz konusu tevilleri, tamamıyla rafa kalkmış oluyor ve halifelerle hiçbir alakası söz konusu değildir.            

 

Razi'nin Ebu Bekir'in fazilet ve hilafetine getirdiği ikinci delil:

Kur'an-ı Kerim'den ikinci delil ise, şu ayeti kerimedir: "Allah sizden inanıp iyi işler yapanlara vaadetti; onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir." (Nur 24/54) İstidlal yönü ise Allah'ın şu sözüdür: "Allah sizden inanıp iyi işler yapanlara vadetti." (Nur 24/55) Bu, Rasulullah döneminde hazır bulunan tüm cemaate, hilafet zorunluluğunun kendilerine ulaştırılmasından dolayı doğrudan doğruya bir hitaptır. Bu hitabın Ali, Hasan ve Hüseyin (ra)e yönelik olması mümkün değildir. Çünkü onlar Şia'ya göre dinlerini açıklamak noktasında muktedir kişiler değillerdi. Onlardan korku ayrılmıyordu. Aksine sürekli gerçek durumlarını gizliyor -takiyye yapıyor- ve korkuyorlardı. Böylelikle bu ayeti kerimeden Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (ra)nin anlaşılması gerektiği kaçınılmazdır. Zira bu dört kişi bize göre dinlerini açığa vurma noktasından sağlam kişilerdi. Onlardan korku yok olmuştu.

Cevap: Allah-u Teala bu ayet-i kerimede, iman ve amel-i salih sahibi olanları bilahare yeryüzünde, halife kılınacağını, kendileri için seçip beğendiği dinlerini onlar için yerleşik kılıp sağlamlaştıracağını, ve onlar için Allah'a asla şirk koşmadan ibadet edecekleri, korkularından sonra  güvenliğe kavuşmuş bir ortam yaratacağını vaad etmiştir.  Gerçi müfessirler bu konuda bir çok yorumlar getirmişlerdir; ancak bizce kelimenin tam anlamıyla düşünecek olursak, şu ana kadar bu vaadler hiçbir zaman diliminde tam olarak gerçekleşmiş değildir. Evvela "yeryüzünde" tabirinin zahirinden anlaşılan, bu vaadlerin bütün yeryüzünü kapsayacak şekilde gerçekleşmesidir. Bu ise bugüne kadar asla vuku bulmamıştır. Resulullah'ın (s.a.a) da zamanı dahil, bütün zamanlarda aksaklıklar şöyle veya böyle gerçek mu'minlerin yakasını bırakmamıştır. Ayette vaad edilen evrensel emniyet tahakkuk bulmamıştır. Bunun evrensel boyutta bir tek örneğinin bilahare gerçekleşeceği, hem Kur'an ayetlerince, hem de (Şia ve Sünni kaynaklarda) mütevatir bir şekilde nakledilen hadislerce beyan edilmiştir ki o da Hz. Mehdi'nin zuhur ve kıyamı vesilesiyle İlahi hakimiyetin bütün yeryüzünde tahakkuk bulup bu ayette vaad edilen şeylerin gerçekleşmesidir. Bu görüşü teyid eden bir çok ayet Kur'an'da mevcuttur ki burada bir tanesini vermekle yetiniyoruz:

"Muhakkak, biz zikirden sonra Zebur'da da yazdık ki, "Hiç şüphesiz yeryüzüne benim salih kullarım, varisçi olacaklardır." (Enbiya, 105)

Dolayısıyla bu ayetin Razi'nin dedikleriyle bize göre hiçbir alakası yoktur ve ayetten çıkardığı sonuçlar itibarsızdır.  Bu konuda etraflı ve geniş bilgi sahibi olmak isteyen kardeşlerimize, Merhum Allame Tabatabai'nin El-Mizan tefsirinde söz konusu ayetin tefsirini gözden geçirmelerini tavsiye ediyoruz.

 

Razi'nin Ebu Bekir'in fazilet ve hilafetine getirdiği üçüncü delil:

Kur'an-ı Kerim'den üçüncü delil: "Ondan (cehennemden) uzak tutulur en çok korunan (günahlardan sakınan). O ki malını vererek arınır." (Leyl 92/19) ayetidir. Biz diyoruz ki bu korunan kişinin Rasulullah (sav)'dan sonra insanların en faziletlilerinden olması zorunludur. Zira Yüce Allah: "Allah katında en üstün olanınız, en çok korunanınızdır." (Hucurat 49/13) buyurmaktadır. Ümmet ise en efdal olanın Ebu Bekir veya Ali (ra) olduğu noktasında görüş birliğine varmışlardır. Bu ayetten kastedilen kişinin Ali (ra) olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira Yüce Allah bu korunan kişiyi vasıflandırarak şöyle buyurmuştur: "Ve onda hiç kimsenin karşılık verilecek bir nimeti yoktur." (Leyl 92/19) Ali (ra) böyle değildi. Çünkü Peygamberimiz (sav) onu küçüklüğünden, ömrünün sonuna kadar büyüttü, terbiye etti. Bu nimet ise karşılık gerektiriyor. Rasulullah (sav), Ebu Bekir(ra)'i din ile tanıştırdığı için O'nun üzerinde bir nimeti var. Ne var ki nimet, kesin karşılık verilmesi gereken bir nimet değil. Bu korunanın ya Ebu Bekir ya da Ali (ra) olduğu kesinleştiğine ve korunan kişiden kastedilenin Ali (ra) olmadığı anlaşıldığına göre, bu kişinin Ebu Bekir (ra) olduğu apaçık ortaya çıkmaktadır. Daha sonra Yüce Allah bu kişiyi şöyle vasıflandırıyor: "Yalnızca Yüce Rabb'inin rızasına ermek için verir. Yakında kendisi de razı olacaktır." (Leyl 92/20-21) Sevfe edatı, istikbal içindir. Bu ayet Ebu Bekir (ra)in Rasulullah (sav) döneminde Rasulullah (sav)ın dışında kalan insanların en faziletlisi olduğunu gösteriyor. Yüce Allah'ın "Yakında kendisi de razı olacak." (Leyl 92/21) sözü ise bu sıfatın Ebu Bekir (ra) ile gelecek zamana kadar baki kalacağını gösteriyor. Bu sıfatın imamet konusunda geçersiz sayılması ise, onun yaratılmışların en erdemlisi olmadığını gösterirdi. Ayet en erdemli olmaya dalalet ettiğine göre, Ebu Bekir (ra)'in devlet başkanlığının kesinleşmesi kaçınılmaz olmaktadır.'

Cevap: Bu bölümde de Fahri Razi bize göre, bir taraftan ayetin sebeb-i nüzulunu dikkate almayarak, bir taraftan da ayetteki bazı kavramların manasını yanlış veya eksik anlayarak bu ilginç sonuca gitmiştir. Çoğu kaynakların naklettiği üzere, bu ayetler Ensar'dan "Ebu Dahdah" isminde bir sahabinin yaptığı çok hayırlı bir bağışın ardından, onun cömertliğini övmek ve olayın diğer bir tarafı olan bir başka kişinin de  cimriliğini yermek için nazil olmuştur. Olay kısaca şöyle cereyan etmiştir: "Müslümanlardan birisinin hurmalığındaki bir hurma ağacının bir dalı, son derece fakir ve kalabalık bir aile sahibi olan bir Müslüman'ın evine doğru sarkmıştı. Hurma sahibi bazen hurmaları toplamak için ağacın başına çıktığında, bazen hurmalardan bir kaçı da o fakir Müslüman'ın evine düşüyordu. Evin çocukları da o hurmaları almak istediklerinde, adam inerek onları çocukların elinden geri alıyordu. Bazen bu cimrilik ve acımasızlığı öyle bir noktaya varıyordu ki hurmayı çocuklar ağızlarına bile koymuş olsalardı, ağızlarından çekip çıkarıyordu!! Fakir Müslüman'ın bilahare tahammül edecek durumu kalmadı ve Resulullah'a  gelerek adamı şikayet etti. Allah Resulü "Sen git ben konuyu, halletmeğe çalışırım." Buyurdu. Sonra hurma sahibini çağırarak ona şöyle buyurdu: "Dalları filan Müslüman'ın evine sarkan hurmanı cennette sana vereceğim bir hurma karşılığında bana verir misin?" Adam: "Benim bir hayli hurma ağacım var, ama hiçbirisinin hurması bunun ki kadar lezzetli değildir!!" diyerek bu muameleye rıza göstermedi. Bu sözleri duyan mu'min bir sahabi, ya Resulallah, dedi, eğer ben bu hurmayı bu adamdan satın alıp size bırakırsam, siz ona vermek istediğiniz şeyin aynısını bana da verir misiniz? Allah Resulü, evet buyurdu. Adam hurma sahibinin yanına giderek hurmasına talip olduğunu ona bildirdi. Hurma sahibi şöyle dedi: "Sen Muhammed'in bu hurmaya karşılık bana cennette bir hurma vermeğe hazır olduğunu, ama benim buna razı olmadığımı ve ona "Benim bir çok hurma ağacım vardır, ama hiç birisinden bundan aldığım lezzeti alamıyorum." diyerek teklifini geri çevirdiğimi biliyor musun?" Müşteri olan sahabi bilahare satıp satamayacağını sordu ona. O da "Ancak istediğim karşılık verilirse (ki kimsenin verebileceğini de zannetmiyorum) satabilirim." cevabını verdi. Müşteri ne kadar istediğini sordu. O da kırk hurma ağacı istedi (ki o şartlarda çok çok büyük bir meblağdı). Müşteri olan Müslüman şaşırdı ve "Artık eğilmiş bir hurmaya karşılık kırk hurma ağacı mı istiyorsun dedi?!! Ama biraz sükuttan sonra "Tamam onu da kabul ediyorum ." deyince, adam inanmadı ve "Eğer gerçekten doğru diyorsan, birkaç kişiyi şahid olarak göster." dedi. O da o sırada oradan geçen birkaç kişiyi çağırarak şahid tuttu ve böylece hurmayı adamdan satın aldı. Daha sonra Allah Resulü'nün yanına gelerek hurmayı Resulullah'a bağışladı. Resulullah da o fakir Müslüman'ın evine teşrif ederek hurmayı ona ve çocuklarına bağışladı. İşte bu olay üzerine Allah-u Teala "Leyl suresi"nin ayetlerini nazil ederek, cimriler ve cömertler hakkında söylenmesi gerekenleri ortaya koydu. Bir çok rivayette bu cömert ve saadetli mu'minin "Ebu Dahdah" isminde bir sahabi olduğu vurgulanmaktadır. Görüldüğü gibi evvela ayetlerin sebeb-i nüzulünün Ebu Bekir ile hiçbir alakası yoktur.

Saniyen, Fahrettin Razi'nin  bahsettiği "Eşka (en bedbaht)" ve "Etka (en çok çekinen)" kavramlarının açıklaması hiç de onun bahsettiği şekilde değildir. Hatta eğer o şekilde açıklanırsa, bir çok mahzurlu ve kimsenin kabul edemeyeceği bazı sonuçların çıkması da kaçınılmazdır. Onun dediği şekilde tefsir edersek, önceki ayetle sonraki ayetin manası birbiriyle çelişmiş olur; çünkü:  "O cehenneme, ancak en bedbaht olan girer;..." sözünün (Razi'nin mantığına göre) manası şudur: "Az bedbaht olanlar, cehenneme asla girmez. "Ondan ancak en çok çekinen (en çok takva sahibi olan) korunur..." cümlesinin manası da şu olur: "Az çekinenler, cehennemden korunmaz." Bu ikisi de görüldüğü gibi tam zıt manalar içermektedir. Burada bu iki kavramın gerçek manasını ortaya koyabilmemiz için kısa bir açıklamaya gerek var. O da şudur ki, burada "en bedbaht" sözcüğünden kafir ve "en çok çekinen" sözcüklerinden mu'min kastedilmiştir. Yoksa bunların arasında da bir derecelendirme yapmak istememektedir. Bunun izahını şöyle yapabiliriz: Dünyadaki bedbahtlar muhteliftir. "Şaki" bahtsız, demektir. Bu dünyada her türlü sıkıntıya müptela olan bir türlü bahtsızdır. Ama bunlar bu dünya hayatıyla  sınırlı olduğu için tahammülü kolay ve geçicidir. Ancak asıl bedbahtlık ahiretle ilgili mahrumiyet ve bedbahtlıktır. Bu konuda da kafir her kesten önde olduğu ve ebedi bir azap ve bedbahtlığa müptela olacağı için ona "En bedbaht" sıfatı verilmiştir. "O cehenneme en bedbaht olandan (kafirden ) başkası (çıkışı olmayan bir girişle) girmez. Bazı günahkar mu'minler de girseler, bu belli bir müddet için olacaktır.

"En çok çekinen" kavramının izahı da şöyledir: Dünyada insanlar çeşitli şeylerden çekinir, korkarlar. Bazıları ölüm, hastalık ve çeşitli afetlerden korkar; bazısı fakirlikten, yokluktan korkar ve böylece cimri davranır ve başkalarına infak etmez vs. Ama bazıları da sadece Allah'tan çekinir ve onun kahr u gazabından korkar ve sırf onun rızasını kazanmak için hayır amellerde bulunur ve Allah yolunda zekat verir, infakta bulunur. İşte bu çekinenler arasında "En çok çekinen" lakabına en layık olan, tabi ki bu sonuncusu, yani Allah'tan çekinen mu'minlerdir.  Yoksa eğer bunu Razi'nin dediği şekilde mana edersek, o zaman bir kişinin dışında, yani en çok çekinen kimsenin (ki bunun bir kişiden fazla olması mümkün değildir, olsa o zaman "en" değildir) dışında cehennemden korunan olamaz anlamı çıkar ki bu manayı da hiçbir kimse iltizam etmez. Şimdi bu açıklamanın ışığında yeniden ayetlerin mealine dönersek, rahatlıkla ayetlerin ne demek istediğini anlayabiliriz.

"Onun yanında karşılığı verilmesi gereken bir nimet de yoktur ki .." cümlesinde, ne demek istendiğini bir sonraki ayeti dikkate aldığımızda rahatlıkla anlayabiliriz.  Bu ayette sebeb-i nüzülda da belirtildiği gibi, hurma olayının kahramanı olan Ebu Dahdah (veya başka birisi) kastedilmiştir ki, onun ihlas ve samimi niyetini ortaya koymak için Allah-u Teala "Onun yanında başka birisinin bir nimeti, iyiliği yoktur ki sırf ona karşılık olsun diye böyle bir bağışta bulunmuş olsun; o sadece Yüce Rabbinin rızasını kazanmak için bu bağışı yapmaktadır. Ve yakın bir gelecekte de (bu yaptığının karşılığını) görerek (Rabbinden) razı olacaktır." Tabi ayetlerin bu olayın ardından nazil olması, onun tatbikini sınırlandırmaz. Ve benzerde bir konumda ve benzer bir halis niyetle bu amelleri işleyen her kes için geçerlidir. İşte bu açıklamaların ardından, bize göre Razi'nin söylediklerinin hiçbir anlamı kalmıyor. Bu bizim görüşümüzdür; siz ne düşünürsünüz onu bilmem.

Gerçi Fahr-i Razi'nin sözlerinin zahirinden sanki bu konuda Ehl-i Sünnet'in bir ittifakı varmış gibi bir görüş ortaya çıkıyor ki bu doğru değildir. Ehl-i Sünnet tefsircileri arasından da bu ayetlerin Ebu Dahdah hakkında nazil olduğunu söyleyenler vardır.  (Kutubi gibi). Hatta Şia'ya karşı son derece katı ve mutaassıp birisi olan Alusi bile Fahrettin Razi'nin ayetlere getirdiği tefsiri ve bu ayetlerden Ebu Bekir'in Ali'ye üstünlüğünü ispatlamasının tartışılır bir konu olduğunu ortaya koyarak onu eleştiriyor. İsteyenler Ruh-ul Meâni tefsirinde ilgili ayetlerin tefsiri bölümüne bakabilirler.

 Fahr-i Razi'nin "Ümmet, en efdal olanın Ebu Bekir veya Ali (ra) olduğu noktasında görüş birliğine varmışlardır." sözünün ne kadar tutarlı olup olmadığı  hususunda da söylenecek çok şey vardır, ama sözü bundan fazla uzatmamak için bunu başka uygun bir fırsata bırakıyorum.

 

 

 
Site içi Arama


 

 

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız |
Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  Îletişim için |

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de  'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM