Advertisement

KEVSER YAYINCILIK

  Ana Sayfa / Soru ve Cevaplar

 

Bugün :  

Sık Kullanılanlara Ekle

 

Başlangıç Sayfası Yapın

 
 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Soru 310: Yaklaşık bir ay önce saygıdeğer Musa Aydın hocamıza ‘usul-i din’in kaynakları konusunda bir soru yöneltmiş ve cevabını almıştım. Aslında Musa Aydın hoca cevabının bir bölümünde “Çünkü Allah'ın varlığı ve bazı sıfatları, risalet ve nübüvvetin aslı ve gerekliliği akli delillerle ispatlanmadan kitap ve sünnet delil olamaz.” ilkesi ile bu konuda ki kafa karışıklığını büyük ölçüde gidermiş ve “yalnızca kitab usul-i dinde kaynaktır, hadis/sünnet zannilik barındırır” tezini öne sürenlerin kendi içlerindeki çelişkilerini de ortaya koymuş oluyordu. Çünkü bu tezin iddiacıları, kitabın üzerimizdeki hüccet oluşuna dair bir delil sunmuyorlardı. Onların bu konuda ki delili ise yine kitab da geçen şu ayettir: “Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu uyarıcı/hatırlatıcı mesajı, ayet ayet Biz indirdik: ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, [bütün tahriflerden] onu yine Biz koruyacağız.”(Hicr/9, Meal: Kur’an Mesajı / Muhammed Esed).

Bu konuda ise bir mesele göz ardı ediliyordu: eğer hadisin/sünnetin bize ulaşmada zanni bir yanı varsa (insanın algıları yanıltıcıdır, unutabilir vs. davranış bilimi [psikoloji]nden deliller) kitab da bu noktada zannilik barındırır. Çünkü onu bize ulaştıran, okuyan ve yazan da insandır ve insan olmanın bütün zaaflarını taşımaktadır. Ve bu mesele yukarda zikredilen ayet içinde geçerlidir. O ayeti bize ulaştıran peygamber ve onu okuyan ve yazan ashabı da insandır. Dolayısı ile onu bize ulaştıran elçinin bu konudaki masumiyeti aklımızla bize hüccet olmadıkça zikredilen ayette bizim(insan) açımızdan bir şey ifade etmeyecektir. İşte çelişkileri bu noktadadır.

Bu konudaki açıklamaları nedeniyle saygıdeğer Musa Aydın hoca’ya bir kez daha teşekkür ederim.

Bu konudaki ikinci sorum fıkıh usulü ile ilgili olacak. Ancak bu konudaki soruların cevabının verilirken değineceğim meselelerin göz önünde bulundurulması ricamdır.

Ehl-i Sünnet ekollerine göre fıkhın temel kaynakları kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Teklifi hükümlerde beşe ayrılır. Bunlar ‘vacip(farz), mendup, haram, mekruh ve mubah’ tır. Çeşitli kitaplarda bu hükümler bazı değişiklikler göstermekte veya farklı terimlerle ifade edilmektedir. İşte bu konuda bir problem doğmaktadır. Mendup terimi yerine bazen sünnet ve müstehab terimleri kullanılmakta, bazen bunların küçük farklılıklarının olduğu söylenmekte, bazen ise sünnet ve müstehab terimlerinin mendup terimi üst başlığının içerisinde birer alt başlık olarak ele alındığı görülmektedir. Ülkemizde ilmihal kitaplarına bakıldığında daha çok sünnet teriminin kullanıldığı görülür. Dolayısı ile sünnet hem fıkhın bir kaynağı hem de mükellefin fiili ile ilgili bir hüküm olmaktadır. Sünnetin tanımında ise “peygamberimizin farz olmayarak yaptığı işlerdir, terki azabı gerektirmemekle beraber ayıplanır” denmektedir. Anlaşıldığı üzere “sünnet”in buradaki tanımından yola çıkarsak bağlayıcılığından söz edemeyiz.

Bu konuda Ehl-i Sünnetin sünnet tanımından daha farklı tanımlamalar vardır ki bunlardan biri de şu şekildedir:

Sünnet Rasulullah’ın örnekliğidir ve hadis teriminden daha farklıdır. ‘Mütevatir sünnet’ kesinlikle bağlayıcıdır. Örneğin bizler ‘kitab’ ın namazı bizlere emrettiğini bilmekteyiz ancak nasıl kılındığı ile ilgili ayrıntılı bir açıklamayı bulamamaktayız. Dolayısı ile bize bu ayrıntılar konusunda örneklik edecek olan Rasulullah’ın ‘mütevatir sünnet’idir ve bu da bağlayıcıdır. Bunun bir örneği namazların rekâtları meselesidir. Kimse bu konuda kendi başına hareket edip ben sabah namazını üç rekât olarak kılacağım diyemez. Bu görüşü öne sürenlerin ‘mütevatir sünnet’in kaynağı konusundaki düşünceleri ise daha da farklıdır. Çünkü onlar ‘gayri metluv vahy’i kabul etmemektedirler. Bu konuyla ilgilenenler Fevzi Zülaloğlu’nun Temel Kaynağımız Kur’an isimli eserini inceleyebilirler. (Ekin Yayınları).

Ülkemizde henüz Ehlibeyt mektebinin fıkıh usulü ile ilgili kitapları yayınlanmamış olmakla birlikte okuduğum ilmihallere ve çeşitli kitaplara dayanarak bazı meselelerden anladıklarımı açıklayayım ve sorularımı sormaya başlayayım.

1. Şianın dilimize tercüme edilen kitaplarında daha çok müstehab terimi geçmekte, müstehabın yapılması tavsiye edilmekle birlikte terkinde de bir günahın olmadığı anlaşılmaktadır. Daha doğrusu benim anladığım budur.

2. Zaman zaman bazı kitaplarda bunun yerine sünnet terimi kullanılmakla beraber bunun bu ülke insanları için bir anlaşılabilirlik kazanması açısından olduğunu düşünmekteyim.

3. Şianın bu konudaki görüşünün yukarda zikrettiğim ikinci görüşle(ehl-i sünnet dışındaki sünnet tanımlaması: sünnet bağlayıcıdır) benzerlik gösterdiği benim şia kitaplarından anladıklarımdır. Elbette sünnetin kaynağı dışında… yani ‘gayri metluv vahy’ inancı ile bu görüşten ayrılmaktadır.

4. Kur’an ve sünnet hangi fiilin vacip, müstehab, haram, mekruh veya mubah olduğunu belirleyen kaynaklardır. Bu noktada sünnet bazen üzerimize vacip olan bir hükmü belirlediği gibi, kitab da üzerimize bazen müstehab olan bir fiili belirleyebilir. Yani sünnet bağlayıcı olabildiği gibi ‘kitab’ bazı fiilleri yalnızca tavsiye eder; vacip veya haram kılmaz.

5. Mektebin fıkıh kaynakları nelerdir?

6. Mektebin teklifi hükümleri ve bu hükümlerin tanımları nelerdir?

Sanırım biraz sözü uzatmayı seviyorum. Ama bütün meselem bir netlik kazanmak ve kafa karışıklığının önüne geçebilmektir. Yukarıda sıraladığım maddelerden son ikisine doğrudan cevap verirseniz ve ilk dört maddedeki eksiklerimi tamamlar ve yanılgılarımı düzeltirseniz memnun olurum.

Bu benim sitenizdeki ikinci ve askerlik öncesi son sorum. Saygıdeğer Musa Aydın hocayı ve sitenin yapımcılarını Allah’a emanet ediyorum. Allah’ ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinize olsun.

Hamd Allah (c.c)’ a, salât ve selam Muhammed(s.a.a)’e ve Ehl-i Beyt (a.s)’ine...

 

Cevap: Sevgili kardeşim, Sorularınıza verdiğim cevaplardaki meramımın tarafınızdan istediğim gibi anlaşılmasına sevindim; inşallah diğer okuyucularımız da öyle anlamışlardır.

Sünnet konusuna gelince, Ehl-i Sünnet arasında bu konuda bir kavram kargaşası yaşandığını gözlemlemek mümkündür. Bunu siz de bir yere kadar örneklendirmişsinizdir. Bu yüzden biz o alana girmeye gerek görmediğimiz için, Ehlibeyt mektebinin bu konudaki görüşlerini kısaca izah etmeye çalışacağız:

 

1- Teklifi hükümler Ehlibeyt mektebi açısından da beştir: Farz-vacip (ki ikisi de aynı şeyi ifade etmektedir), müstehap-mendub (bu ikisi de aynı manayı ifade eder; sizin de değindiğiniz gibi eğer bazen sünnet de kullanılıyorsa, bu ülkemiz insanları arasında yaygın olan tabiri kullanma açısındandır), haram, mekruh ve mubah. Bunların tarifi ise sizin söylediğinizle aynıdır.

 

2- Sünnet, önce de arzettiğim gibi, Resulullah'ın kavli, fiili ve takriridir. Bunlar farza ve harama yönelik olabileceği gibi müstehap, mekruh ve mubaha yönelik de olabilir. Elbette özel delillerle bir fillin Resulullah'a has bir hüküm olduğu ispatlanırsa, o başka. Örneğin Resulullah'ın dörtten fazla evliliğinin cevazı, teheccüd namazının Allah Resulu'ne farziyeti vs. gibi. Elbette önceden de değindiğimiz gibi Resulullah'ın sünnetinin bize hüccet oluşunun sebebi, onun Gayr-i Kur'ani vahye dayalı oluşudur. Yoksa Ehlisünnet'teki yaygın görüşe göre Resulullah'ı (s.a.a) da Kur'an dışındaki açıklamalarında bir (bazen isabet eden bazen de hata yapan) müctehid olarak görürsek, o zaman Resulullah'ın sünnet'inin bize hüccet ve şer'i delil oluşunun hiçbir akli ve nakli dayanağı olmaz. Zira o söylediklerini kendi indinden söylüyorsa ve bazen de söylediklerinde hata yapıyorsa, ne diye bana hüccet olsun ki?!  

 

3- Önce de arz ettiğimiz gibi sünnet, hadisten daha geniş bir tabirdir. Her halükarda Resulullah'ın kavli, fiili veya takriri bir sünnetini bize nakleden bir haber, ahad olabileceği gibi mütevatir de olabilir. Haberi ahadın senedi zayıf olursa, ne itikatta ne de fıkıhta delil olarak alınmaz. Ama fıkıhta senedi sahih olan haberi ahad delil olarak alınabilir, eğer onunla çelişen mütevatir bir haber (hadis) olmazsa. Çünkü (Usul-i Fıkıhta da delilleriyle işlendiği gibi) ameli konularda yakin şart değil ve zannı galip yeterlidir.  

 

4- Yazınızdaki dördüncü maddede " Kur’an ve sünnet hangi fiilin vacip, müstehab, haram, mekruh veya mubah olduğunu belirleyen kaynaklardır. Bu noktada sünnet bazen üzerimize vacip olan bir hükmü belirlediği gibi, kitab da üzerimize bazen müstehab olan bir fiili belirleyebilir. Yani sünnet bağlayıcı olabildiği gibi ‘kitab’ bazı fiilleri yalnızca tavsiye eder; vacip veya haram kılmaz" sözünüz bize teklifi belirleme açısından doğru bir tespit olmakla birlikte, Kur'anî delillerin hüküm koyucu tarafından sadır olduğu kesindir; ama sünnete dayalı delillerin mütevatir olmayan kısımları sudur bakımından kat'i olmasa da bizim için delil niteliği taşır ve bağlayıcıdır.

 

5- Ehlibeyt Mektebinin Fıkıh kaynakları, Kur'an, sünnet, akıl ve icmadır.

Açıklama: Kur'an ve Sünnettin kaynaklılığından bahsettiğimiz için, diğer iki kaynağı kısaca izah etmekle yetiniyoruz.

a) Akıl: Bazı konular vardır ki oralarda eğer Kur'an ve sünnetten herhangi bir delil olmasaydı dahi, aklımız müstakillen insanın oradaki teklifini belirleyebilirdi. Bunların ismine "Usul-i Fıkıh"ta "Müstakillat-i Akliyye" deniyor. Dolayısıyla o tür yerlerde eğer Kur'an ve sünnette de bir açıklama yapılmışsa, bunlar aklın hükmünü teyid ve tekid içindir. Örneğin adaletin iyiliği ve zulmün kötülüğü, doğruluğun iyiliği ve yalancılığın kötülüğü vb. her şeyden önce aklın hükmettiği bir şeydir. Bu konu bu açıdan kelam kitaplarında da "Aklî hüsün ve kubüh" başlığı altında geniş bir şekilde tartışılmaktadır. Tartışmanın bir tarafı Eş'ariler, diğer tarafı ise Mutezile ve Şia'dır. Bu konuda daha geniş bilgi edinmek isteyenler ilgili kelam ve akaid kitaplarına müracaat etsinler. Sitemizin "Cevaplıyoruz" bölümündeki Allah-u Teala kategorisi içindeki ilgili iki yazıyı da okumanızı tavsiye ediyoruz.

Elbette aklın bir diğer fonksiyonu Kur'an ve Sünnetten hüküm çıkarma konusunda bize yardımcı olmasıdır ki tabi bu müstakil bir kaynak olarak addedilmez.

Elbette Ehli Sünnettin bazı kollarındaki "Kıyas" meselesi belki ilk bakışta akla dayalı bir delil gözükse de bu doğru değildir. Zira onların kullandığı kıyas, hatta aklın müdahale yeri olmayan yerlerde dahi sırf bazı varsayımlara dayanarak verilen hükümlerdir. Bunu şöyle açıklayabiliriz:  Eğer Bir mevzunun hükmüyle birlikte onun illet ve sebebi de Kur'anî veya sünnetî bir delilde geçmişse, aynı illet ve sebebi taşıyan her yere aynı hükmü taşımamız caizdir. Örneğin hadiste "Şarap haramdır; zira sarhoş edicidir" denmişse, bu sarhoşluk illetinin bulunduğu her yere ve maddeye aynı hükmü taşımak doğrudur. Çünkü burada zahirde bir Kıyas gözükse de ikinci yerin hükmü de aslında birinci hükmün delili olan hadise dayanmaktadır. Ama farz edelim ki birinci hükmün delili olan hadise sadece "Şarap haramdır" denseydi ve nedeni belirtilmeseydi, biz kendi kafamızdan ona illet türetip, "olsa olsa bu haramlığın sebebi sarhoşluktur" deyip aynı hükmü bu sefer başka yerlere de taşımaya kalkarsak, bu caiz olmaz. Çünkü nerden belli, belki hükmün asıl illeti o değil, başka bir şeydir.  Bu yüzden Allah'a iftira atma ve indi hüküm verme ihtimali büyüktür. Bu yüzden bu tür bir kıyas Ehlibeyt mektebinde Ehlibeyt İmamları tarafından kesinlikle yasaklanmıştır. "Allah'ın dininde kıyas yapılmaz; ilk kıyas yapan Şeytandır" buyurmuşlardır.

 

İcma: İcma bir kere bütün ümmetin, bütün ayrılık ve farklılıklarına rağmen bir konuda ittifak etmesidir ki kesinlikle hüccettir.

Bir kere de Ehlibeyt mektebinin âlimlerinin icmaıdır ki bu da iki kısımdır:

a) İcma-ı Medreki: Yani bütün âlimler aynı konuda icma etmişlerdir, ama biz araştırdığımızda hepsinin dayanağının örneğin filan hadis olduğunu tespit ediyoruz. Burada bu icma başlı başına bir delil sayılmaz. Bizim yapacağımız iş, o icmanın medrek ve kaynağının söz konusu hadis olduğunu bildiğimiz için o hadisin durumunu araştırmak olacaktır. Eğer söz konusu hadis mütevatir veya senedi sahih olursa, delil olarak alınır, olmazsa hayır.

b) İcma-i Mutlak: Bu kısım icmada biz sadece âlimler arasında istisnasız bir ittifakın olduğunu biliyoruz. Ama bunun dayanağı bize belli değil. Bu durumda o icma, masum imamın görüşünü de bize keşfettiği için hüccet ve delil sayılır. Zira lütuf kaidesi gereği, eğer mektebin bütün müctehid âlimleri yanlışta ittifak ederse, masum imam, buna mutlaka müdahale edip ümmeti kesin yanılgıdan kurumalıdır. Eğer etmemişse, bu onun da bu ittifakın içinde olduğunu gösteriyor.  Bu yüzden mektepte kaynağı belli olmayan kesin icmalar, başlı başına bir delil sayılmıştır. Tabi bu konunun detayları, lütuf kaidesi, işlevi ve delilleri vs. geniş bahisleri gerektirir ki burası yeri değildir zannedersem.


 

Bismillahirrahmanirrahim

 

Yaklaşık bir ay önce saygıdeğer Musa Aydın hocamıza ‘usul-i din’in kaynakları konusunda bir soru yöneltmiş ve cevabını almıştım. Aslında Musa Aydın hoca cevabının bir bölümünde “çünkü allah'ın varlığı ve bazı sıfatları, risalet ve nübüvvetin aslı ve gerekliliği akli delillerle ispatlanmadan kitap ve sünnet delil olamaz.” ilkesi ile bu konuda ki kafa karışıklığını büyük ölçüde gidermiş ve “yalnızca kitab usul-i dinde kaynaktır, hadis/sünnet zannilik barındırır” tezini öne sürenlerin kendi içlerindeki çelişkilerini de ortaya koymuş oluyordu. Çünkü bu tezin iddiacıları, kitabın üzerimizdeki hüccet oluşuna dair bir delil sunmuyorlardı. Onların bu konuda ki delili ise yine kitab da geçen şu ayettir: “Kimsenin kuşkusu olmasın ki, bu uyarıcı/hatırlatıcı mesajı, ayet ayet Biz indirdik: ve yine kimsenin kuşkusu olmasın ki, [bütün tahriflerden] onu yine Biz koruyacağız.”(hicr/9 meal:Kur’an Mesajı/Muhammed Esed).

Bu konuda ise bir mesele göz ardı ediliyordu: eğer hadisin/sünnetin bize ulaşmada zanni bir yanı varsa(insanın algıları yanıltıcıdır, unatabilir vs. davranış bilimi[psikoloji]nden deliller) kitab da bu noktada zannilik barındırır. Çünkü onu bize ulaştıran, okuyan ve yazan da insandır ve insan olmanın bütün zaaflarını taşımaktadır. Ve bu mesele yukarda zikredilen ayet içinde geçerlidir. O ayeti bize ulaştıran peygamber ve onu okuyan ve yazan ashabı da insandır. Dolayısı ile onu bize ulaştıran elçinin bu konudaki masumiyeti aklımızla bize hüccet olmadıkça zikredilen ayette bizim(insan) açımızdan bir şey ifade etmeyecektir. İşte çelişkileri bu noktadadır.

Bu konudaki açıklamaları nedeniyle saygıdeğer Musa Aydın hoca’ya bir kez daha teşekkür ederim.

 

Bu konudaki ikinci sorum fıkıh usulü ile ilgili olacak. Ancak bu konudaki soruların cevabının verilirken değineceğim meselelerin göz önünde bulundurulması ricamdır.

Ehl-i sünnet ekollerine göre fıkhın temel kaynakları kitap, sünnet, icma ve kıyastır. Teklifi hükümlerde beşe ayrılır. Bunlar ‘vacip(farz), mendup, haram, mekruh ve mubah’ tır. Çeşitli kitaplarda bu hükümler bazı değişiklikler göstermekte veya farklı terimlerle ifade edilmektedir. İşte bu konuda bir problem doğmaktadır. Mendup terimi yerine bazen sünnet ve müstehab terimleri kullanılmakta, bazen bunların küçük farklılıklarının olduğu söylenmekte, bazen ise sünnet ve müstehab terimlerinin mendup terimi üst başlığının içerisinde birer alt başlık olarak ele alındığı görülmektedir. Ülkemizde ilmihal kitaplarına bakıldığında daha çok sünnet teriminin kullanıldığı görülür. Dolayısı ile sünnet hem fıkhın bir kaynağı hem de mükellefin fiili ile ilgili bir hüküm olmaktadır. Sünnetin tanımında ise “peygamberimizin farz olmayarak yaptığı işlerdir, terki azabı gerektirmemekle beraber ayıplanır” denmektedir. Anlaşıldığı üzere “sünnet”in buradaki tanımından yola çıkarsak bağlayıcılığından söz edemeyiz.

Bu konuda ehl-i sünnetin sünnet tanımından daha farklı tanımlamalar vardır ki bunlardan biri de şu şekildedir:

Sünnet rasulullah’ın örnekliğidir ve hadis teriminden daha farklıdır. ‘Mütevatir sünnet’ kesinlikle bağlayıcıdır. Örneğin bizler ‘kitab’ ın namazı bizlere emrettiğini bilmekteyiz ancak nasıl kılındığı ile ilgili ayrıntılı bir açıklamayı bulamamaktayız. Dolayısı ile bize bu ayrıntılar konusunda örneklik edecek olan rasulullah’ın ‘mütevatir sünnet’idir ve bu da bağlayıcıdır. Bunun bir örneği namazların rekâtları meselesidir. Kimse bu konuda kendi başına hareket edip ben sabah namazını üç rekat olarak kılacağım diyemez.Bu görüşü öne sürenlerin ‘mütevatir sünnet’in kaynağı konusundaki düşünceleri ise daha da farklıdır. Çünkü onlar ‘gayri metluv vahy’i kabul etmemektedirler. Bu konuyla ilgilenenler Fevzi Zülaloğlu’nun Temel Kaynağımız Kur’an isimli eserini inceleyebilirler(Ekin Yayınları).

Ülkemizde henüz ehl-i beyt mektebinin fıkıh usulü ile ilgili kitapları yayınlanmamış olmakla birlikte okuduğum ilmihallere ve çeşitli kitaplara dayanarak bazı meselelerden anladıklarımı açıklayayım ve sorularımı sormaya başlayayım.

 

1. Şianın dilimize tercüme edilen kitaplarında daha çok müstehab terimi geçmekte, müstehabın yapılması tavsiye edilmekle birlikte terkinde de bir günahın olmadığı anlaşılmaktadır. Daha doğrusu benim anladığım budur.

2. Zaman zaman bazı kitaplarda bunun yerine sünnet terimi kullanılmakla beraber bunun bu ülke insanları için bir anlaşılabilirlik kazanması açısından olduğunu düşünmekteyim.

3. Şianın bu konudaki görüşünün yukarda zikrettiğim ikinci görüşle(ehl-i sünnet dışındaki sünnet tanımlaması: sünnet bağlayıcıdır) benzerlik gösterdiği benim şia kitaplarından anladıklarımdır. Elbette sünnetin kaynağı dışında… yani ‘gayri metluv vahy’ inancı ile bu görüşten ayrılmaktadır.

4. Kur’an ve sünnet hangi fiilin vacip, müstehab, haram, mekruh veya mubah olduğunu belirleyen kaynaklardır. Bu noktada sünnet bazen üzerimize vacip olan bir hükmü belirlediği gibi, kitab da üzerimize bazen müstehab olan bir fiili belirleyebilir. Yani sünnet bağlayıcı olabildiği gibi ‘kitab’ bazı fiilleri yalnızca tavsiye eder; vacip veya haram kılmaz.

5. Mektebin fıkıh kaynakları nelerdir?

6. Mektebin teklifi hükümleri ve bu hükümlerin tanımları nelerdir?


 

 

 

 

 
Site içi Arama


 

 

 

 

Go to top of page  Ana Sayfa | Kitap Listesi | Kıble Dergisi | Makaleler | Kadin ve Aile | Cocuklar Îçin | Soru Ve Cevap | Yazarlarımız |
Kur`an | Hadisler | Dualar | Şiirler | Ses ve Video | Programlar | Linkler  |  Îletişim için |

Copyright© 2000 Kevser Yayinlari Internet Hizmetleri. Tüm Haklari Saklidir Ayrintili bilgi almak için veya bize her konuda yazmak için, paragonxx@yahoo.de  'e mesaj yollayiniz. WWW.KEVSERNET.COM