Bismillahirrahmanirrahim
Soru 271:
Bu yazýda
Ehl-i Sünnet alimlerinin Gadir-i Hum hadisi hakkýndaki en
önemli ve meþhur eleþtiri ve itirazlarýna detaylý bir þekilde
cevap verilmiþtir.
GADÎR-İ HÛM HADİSİ
HAKKINDAKİ İTİRAZLAR VE CEVAPLARI
Bilindiği gibi Ehlibeyt
mektebinin "imamet" konusunda ileri sürdüğü en önemli
delillerden ve naslardan birisi "Gadîr-i Hûm" hadisidir. Bu
hadis Sünnî kaynaklarda da geniş bir şekilde nakledilmiştir.
Ancak bir çok Sünnî alim, Ehlibeyt mektebinin bu hadisten
imamet konusunda çıkardığı sonucu kendilerine göre çürütmek
için çeşitli yollara baş vurmuşlardır. Bazıları hadisin
senedinde sorun olduğunu ileri sürmüş, bazısı sahih olsa bile
mütevâtir olmadığını iddia etmiş, bazısı tarihi açıdan doğru
olamayacağını, zira o sırada Hz. Ali'nin Yemen'de olduğunu
ispatlamaya çalışmış, bazısı ise bu yolla istediği sonuca
varamayacağını görünce hadisin müfredatını (mevlâ kelimesi
gibi) kendi istekleri doğrultusunda tevil etmeye kalkışmış,
bazısı ise hadisin bazı bölümlerini kabul, bazısını reddederek
amacına ulaşmayı yeğlemiş, bazısı ise hadisi bir yana
bırakmış, hadisin dışında bazı dayanaklara dayanarak hadisin
doğru olamayacağını veya ondan çıkarılan sonucun yanlış
olduğunu ispatlamaya uğraşmışlardır. Biz inşallah bu yazıda
önce bu olayı ve onunla ilgili hadisi sadece Sünnî kaynaklara
dayanarak
kısaca nakledip daha sonra Sünnî alimlerin yukarıda
bahsettiğimiz itirazlarını teker teker ele alıp detaylı bir
şekilde cevaplamaya çalışacağız, bi-iznillah.
Önce Ehlisünnet
kitaplarında Gadîr-i Hûm'la ilgili rivayetlerin bazısını
nakledip asıl mevzuumuza geçeceğiz. Elbette bu konudaki
rivayetlerin hepsini nakledip tahlil etmek bizim konumuzu
aştığı için daha detaylı ve kamil bilgi isteyen kardeşlerimize
iki değerli eseri tavsiye ediyoruz. Arapça bilen kardeşlere
Merhum Allâme Emînî'nin dev eseri "El-Gadîr"in 1. cildine,
Arapça bilmeyen kardeşlere ise, Abdulkadir Çuhacıoğlu
kardeşimizin değerli eseri "El-Hasâis" kitabının tercüme ve
şerhindeki "Gadîr Hadisleri" bölümüne müracaat etmelerini
tavsiye ediyoruz.
1- İmam Ahmed b. Hanbel'in
Müsned’inde şöyle nakledilmektedir: "Abdullah bize babasından,
o da Affân'dan, o da Hammâd b. Seleme'den, o da Ali b.
Zeyd'den, o da Adiy b. Sâbit'ten, o da Berâ’ b. Âzip'ten şöyle
nakletmiştir: "Biz, bir yolculukta Resulullah (s.a.a) ile
birlikteydik. "Gadîr-i Hûm" denen yerde konakladık. Hepimizin
toplanması için çağrı yapıldı. İki ağacın altı Allah Resulü
için temizlendi. Allah Resulü öğle namazını kıldıktan sonra
Ali'nin elini tuttu ve şöyle buyurdu: "Acaba benim her mu'mine
kendi nefsinden daha evla olduğumu (üzerinde velâyet ve
tasarruf hakkına sahip olduğumu) bilmiyor musunuz?
(Müslümanlar) "Evet biliyoruz" dediler. Bunun üzerine Ali'nin
elini tuttuğu halde şöyle buyurdu: "Ben kimin mevlâsı isem,
Ali onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu seveni sev, ona düşman
olana düşman ol." Sonra Ömer (b.Hattâb) Ali'nin karşısına
geçip ona şöyle dedi: "Ne mutlu sana ey Ebû Talib'in oğlu, her
mu’min erkeğin ve her mu'mine kadının mevlâsı oldun." Bu hadis
Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de takriben onbeş yerde ve bazı yerde
birkaç senetle nakledilmiştir ki biz bir tanesiyle
yetiniyoruz.
Hakim Nişâbur-i "Müstedrek-üs
Sahihayn" kitabında Gadîr hadisini hemen hemen aynı muhtevayı
taşıyan değişik tabirlerle ve kitabının muhtelif yerlerinde
nakletmiştir. Örneğin şöyle diyor: "Ebû-l Hüseyin Muhammed b.
Ahmed b. Temîm Hanzalî bize Bağdât'ta, Ebû Kilâbe Abdulmelik
b. Muhammed er-Rakkâşî'den, o da Yahyâ b. Hammâd'dan, o da Ebu
Bekir Muhammed Ahmed b. Babeveyh ve Ebu Bekir Ahmed b.
Cafer-il Bezzaz'dan, o ikisi de Abdullah b. Ahmed b.
Abdullah'tan, o da babasından, o da Yahya b. Hammad'dan; yine
bize Ebû Nasr Ahmed b. Sehl (Buhâr'a Fakihi), Salih b.
Muhammed (Hafız Bağdâdi)'den, o da Halef b. Sâlim Mahremî'den,
o da Yahyâ b. Hammâd'dan, o da Ebû Avâne'den, o da Sabit'ten,
o da Ebû Tufeyl'den, o da Zeyd b. Erkam'dan şöyle
nakletmiştir: "Allah Resulü (s.a.a) Vedâ Haccı'ndan dönerken
Gadîr-i Hûm denen yerde indiğinde, diken ağaçlarının altının
süpürülüp temizlenmesini emretti. (İnsanlar yerleştiğinde)
şöyle buyurdu: "Öyle gözüküyor ki ben Allah tarafından kendi
indine çağırılmışım ve ben de icabet etmişim (vefatım
yaklaşmıştır). Hiç şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır-paha
biçilmez emanet bıraktım. Onlardan biri diğerinden daha
büyüktür, Allah'ın kitabını (Kur'ân'ı) ve İtretim'i
(Ehlibeyt'imi). Bakın benden sonra onlara nasıl
davranacaksınız? Şüphesiz onlar, (Kevser) havzu başında bana
varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar." Sonra şöyle devam
ettiler: "Muhakkak ki Allah Azze ve Celle benim mevlâmdır, ben
de her mu'minin mevlâsıyım." Sonra Ali'nin elinden tuttu ve
şöyle buyurdu: "Ben kimin mevlâsı isem, bu (Ali) de onun
velisidir. Allah'ım onu seveni sev, ona düşmanlık besleyene
düşman ol…" Ve hadisi sonuna kadar zikretmiştir. Bu hadis
Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir. Ama onlar hadisi
sonuna kadar nakletmemişlerdir."
Evet Sahîh-i
Müslim'de bu hadisin sadece bir bölümü nakledilmiştir.
Hâkim Nişâburî bu hadisi
naklettikten sonra aynı hadisi başka senetlerle de
nakletmektedir; ancak o nakillerde, hadiste "Ben kimin
mevlâsıysam, bu (Ali) de onun velisidir" cümlesinden önce şu
ilave de mevcuttur: "Sonra üç defa buyurdu: "Benim mu'minlere
kendi nefislerinden daha evlâ olduğumu biliyor musunuz?"
"Evet" diye cevap verdiklerinde şöyle devam etti: "Ben kimin
mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır."
İbn-i Mâce kendi süneninde şöyle
yazıyor: "Ali b. Muhammed bize Ebû-l Hüseyin'den, o da Hammâd
b. Seleme'den, o da Ali b. Zeyd b. Ced'ân'dan, o da, Adiy b.
Sâbit'ten, o da Berâ' b. Âzip'ten şöyle rivayet etmiştir:
"Allah Resulü'nün yaptığı hacda, bizde onunla birlikteydik.
Yolun bir yerinde inip insanların toplanmasını emretti ve
Ali'nin elinden tutarak şöyle buyurdu: "Ben mu'minlere onların
kendilerinden daha evla değil miyim?" "Evet" dediklerinde
şöyle devam etti: "Ben her mu'mine kendi nefsinden daha evla
değil miyim?" Yine "Evet" dediler. Bunun üzerine şöyle
buyurdu: "Bu (Ali), ben kimin mevlâsı isem onun velisidir.
Allah'ım, onu seveni sev; Allah'ım, ona düşman olana düşman
ol"
Tirmizî de aynı manayı içeren
bir rivayeti kendi Sünen'inde nakletmiştir.
Önceden
değindiğimiz gibi Ehlibeyt mektebi, diğer bir çok aklî ve
naklî delilin yanı sıra, "Gadîr Hadisi" diye meşhur olan bu
hadisi de Hz. Emir'ul-Mu'minin Ali' (a.s)’ın Resulullah'tan
sonra ilk halife olması gerektiğine güçlü bir delil ve nass
olarak görmektedir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi Ehli
Sünnet alimleri çeşitli açılardan buna karşı çıkmış ve Şia'nın
bu hadisten çıkardığı sonucu çürütmeye çalışmışlardır. Biz bu
makalede bu itirazları sırasıyla ortaya koyup cevaplamaya
çalışacağız inşallah:
1-
Sünnî alimlerden bir kısmı bu hadisin senetlerinin doğru
olmadığını, bir kısmı ise senedi doğru bile olsa mütevâtir
olmadığını ileri sürerek onu gölgelemeğe çalışmışlardır.
Örneğin Kadı Azududdin Îcî "Mevâkıf" kitabında şöyle diyor:
"Biz bu hadisin sahih olduğunu inkar ediyoruz. Onun zaruri
(mütevâtir) olduğunu söylemek ise delilsiz bir iddiadır. Hadis
erbabının çoğusu onu nakletmediği halde nasıl mütevâtir
olabilir?"
İbn-i Hacer Heysemî ise şöyle
diyor: "Şia, imâmet için getirilen delillerin mütevâtir olması
gerektiğinde müttefiktir. Oysa bu hadisin mütevâtir olmadığı
malumdur. Zira hadisin sahih olup olmadığı ihtilaflıdır ve
hadisin sahihliğine itiraz edenlerden bir kısmı hadis ilminin
öncülerinden sayılmaktadırlar; Ebû Dâvud Sicistanî, Ebû Hâtem
Râzî gibi. Demek ki bu hadis ahad bir hadistir ve sahihliğinde
ihtilaf edilmiştir."
İbn-i Hazm ve Teftâzânî de
benzer şeyler söylemişlerdir.
Cevap:
Bize göre tarih ve hadisten az buçuk haberdar olan bir kimse
için, bu eleştirinin hiçbir sağlam dayanağının olmadığı ve
taassup ve önyargıdan kaynaklandığı açıktır. Yoksa bu hadisi
inkar, sofistlerin hissiyatı inkar etmesi veya İslâm tarihinin
meşhur olaylarını (Bedir, Uhûd savaşları gibi) inkar etmek
gibi bir şeydir. Bizim amacımız bu konuyu bir makaleye
sığdırmak olduğu için, detaylara girmeden, hadisin senet ve
kaynaklarıyla ilgili genel ve kaba bilgiler vereceğiz. Daha
geniş ve detaylı bilgi isteyenler şu kaynaklara baş
vurabilirler:
a) El-Gadîr
(Allâme Emînî)
b) Abekât-ül Envâr
(Mîr Hâmid Hüseyin)
c) İhkâk-ul-Hak
(Şehid Kâdî Nurullah Şuşterî)
d) El-Hasâis Şerhi
(A. Çuhacıoğlu) Kevser Yayınları.
İhkâk-ul Hak kitabında “Gadîr
Hadisi”nin mütevâtir olduğunu itiraf eden 14 büyük Sünnî
alimin isimleri verilmektedir; ez cümle, Suyûtî, Cezrî,
Celâleddin Nişâbûrî, Türkmanî, Zehebî…"
İbn-i Hazm da aynı şeyi söylemiştir.
Merhum Allâme Emînî, büyük Sünnî
alimlerden, Gadîr hadisinin çeşitli tarik ve senetlerinin
sahihliğine itiraf eden 43 kişinin isimlerini kaynaklarıyla
birlikte vermiştir; ez cümle; Sa'lebî, Vâhidî, Fahrettin Râzî,
Suyûtî, Kâdî Şevkânî ve…
Yine otuz Sünnî
müfessirin adını veriyor ki hepsi tebliğ ayetinin Gadîr-i Hûm
olayında indiğini ve Gadîr hadisiyle alakalı olduğunu kabul
etmişlerdir. (Tirmizî, Tahavî, Hâkim Nişâbûrî, Kurtubî, İbn-i
Hacer Askalânî ve …)
Tebliğ ayeti şudur: "Ey Resul,
sana indirileni tebliğ et! (İnsanlara ulaştır) ve eğer bunu
yapmazsan peygamberliğini tebliğ etmemiş gibi olursun. Ve
Allah seni insanlardan koruyacak." (Mâide, 67)
İhkâk-ul Hak kitabında ise Gadîr
hadisi, Ehlisünnet'in elli muteber kaynağından nakledilmiştir.
Ezcümle: Sünen-ül Mustafâ, Müsned-i Ahmed, Hasâis-i Nesâî,
İkd-ul Ferîd, Hilyet-ül Evliyâ…
Şimdi Merhum
Allâme Emînî'nin eserine dayanarak büyük Sünnî alimlerden
bazılarının Gadîr hadisi hakkındaki görüşlerini aktarmaya
çalışacağız:
Ziyâüddin Mukbilî:
"Eğer Gadîr hadisi kat'î değilse, demek ki dinde kat'î olan
hiç bir şey yoktur."
İmâm Gazâlî:
"Müslümanların cumhuru, Gadîr hadisinin metni üzerinde icmâ'
etmişlerdir." sözüne itibar edilmeyecek.
Bedahşî: "Sözüne
itibar edilmeyecek mutaassıp ve inkarcı kimsenin dışında,
Gadîr hadisinin doğruluğunda kimse tereddüt etmez."
Âlûsî: "Gadîr
hadisi bizim yanımızda sâbit olan sahih bir hadistir ve hiçbir
sakıncası yoktur. Hem Resulullah'tan (s.a.a) hem de Hz.
Ali'den mütevâtir bir şekilde nakledilmiştir."
Hâfız İsfahânî: "Gadîr hadisi
yüz sahabî tarafından nakledilen sahih bir hadistir ki Aşere-i
Mübeşşere de onların içindedir. Hâfız Sicistânî onu 120
sahabîden ve Hâfız İbn-ül Alâ Hemedânî ise 150 sahabîden
nakletmişlerdir."
Hâfız İbn-i Hacer Askalânî,
Tehzîb-üt-Tehzîb kitabında, Gadîr hadisinin bazı tariklerini
ve bazı râvilerini açıkladıktan sonra şöyle diyor: "İbn-i
Cerir Taberî Gadîr hadisinin senetlerini tek kitapta toplamış
ve onun sahih bir hadis olduğuna hükmetmiştir. Ebû-l Abbâs
İbn-ül-Ukde de bu hadisi 70 veya daha fazla sahabîden
nakletmiştir."
Yine Sâhih-i Buhârî'nin şerhi
olan Feth-ül Bârî kitabında şöyle diyor: "Ben kimin
mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır" hadisini, Tirmizî ve Nesâî
gibileri nakletmiştir. Bu hadisin çok fazla senet ve tarikleri
vardır ki bunların hepsini İbn-i Ukde müstakil bir kitapta bir
araya toplamıştır. Bu tarik ve senetlerin çoğusu sahih veya
hasendir. İmâm Ahmed b. Hanbel'den bize şöyle nakledilmiştir:
"Hz. Ali'nin faziletleri hakkında bize nakledildiği kadar
hiçbir sahabî hakkında (fazilet) nakledilmemiştir."
Kundûzî-yi Hanefî, Gadîr
hadisini muhtelif senetlerle ve muhtelif kaynaklardan
naklettikten sonra şöyle diyor: "Meşhur tarih Sahibi Muhammed
b. Cerir Taberî, Gadîr hadisini 75 tarikten nakletmiş ve bu
konuda "El-Vilâye" isimli bir kitap yazmıştır. Yine Ebû-l
Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Said b. Ukde, yazdığı müstakil bir
kitapta bu hadisi 150 tarikten nakletmiştir."
Hâfız Muhammed b. Muhammed b.
El-Cezrî ed-Dimeşkî, "Münâşede" hadisi diye meşhur olan Hz.
Ali (a.s)'ın Gadîr hadisi ile ettiği ihticâcı naklederken
şöyle diyor: "Bu hadis hasen bir hadistir ve bu rivayet
(münâşede) mütevâtir bir şekilde Hz. Ali (a.s)'dan
nakledilmiştir. Nasıl ki Gadîr hadisi de mütevâtir bir şekilde
Hz. Resulullah'tan nakledilmiştir. Bir çok grup onu başka bir
çok gruptan nakletmişlerdir. Dolayısıyla bu hadisi taz'if
edenlerin sözüne itina edilmemelidir; zira onların esasen
hadis ilminden doğru düzgün haberleri yoktur."
Gerçi "Buhâri" ve "Müslim" bu
hadisi tümüyle sahihlerinde nakletmemişlerdir. (Sadece Müslim,
kısa bir bölümünü Zeyd b. Erkam'dan nakletmiştir.) Fakat bu,
Gadîr hadisinin sağlamlığına halel getirmez; zira bu iki
kitapta nakledilmediği halde, hatta Buhârî ve Müslim'in
şartlarına göre sahih olan onlarca hadis gösterilebilir.
Bundan dolayı da onlara kaç tane Müstedrek yazılmıştır ki
Hâkim Nişâbûrî'nin Müstedrek'i bunların en genişidir. Kaldı ki
bütün sahih hadisler, sadece Buhârî ve Müslim'de bulunanlardan
ibaret olsaydı, o zaman başka "Sihâh" kitapların yazılmasına
gerek kalmazdı. Oysa onlardan sonra yazılan bir çok Sihâh ve
Sünen kitapları vardır. Evet hiçbir münsif alim veya
araştırmacı yoktur ki Buhârî ve Müslim'le kendisini başka
kitaplardan müstağni görsün. Hatta Buhârî ve Müslim'in
kendileri de, kitaplarında topladıkları hadislerin sahih
olduğunu, ama bütün sahih hadislerin onlardan ibaret
olmadığını ve başka bir çok sahih hadisi, bazı nedenlerden
dolayı kitaplarına almadıklarını açıkça itiraf etmişlerdir.
Buna ilaveten Merhum Allâme
Emînî, Gadîr hadisini Buhârî ve Müslim'in hadis hocalarından
sayılan 29 kişiden nakletmiştir.
Ne kadar ilginçtir ki Gadîr
hadisine bu eleştiriyi getiren İbn-i Hacer bile kitabında
şöyle yazmaktadır: "Gadîr hadisi hiçbir şüphe götürmeyecek
sahih bir hadistir ki Tirmizî, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel gibi
alimler, onu çeşitli senetlerle nakletmişlerdir; bu cümleden
16 sahabî onu nakletmiştir. Hatta Ahmed b. Hanbel sahabeden
otuz kişinin duyduğunu ve naklettiğini ve Hz. Ali'nin
hilâfetinde ihtilaf çıktığında bu hadisi duyduklarına şehâdet
etmişlerdir."
Aynı kitabın bir başka yerinde
yine şöyle diyor: "Gadîr hadisini, sahabeden otuz kişi
Resulullah (s.a.a)'den nakletmişlerdir ve onun senetlerinin
çoğusu sahih veya hasendir.
Demek ki İbn-i Hacer gibi
hadisin sıhhatini eleştirenlerin bile kendi söylediklerine
inanmadığını itiraf etmekte ve aynen şöyle yazmaktadır:
"Hadisin sıhhatini reddedenlerin sözüne itina edilmemelidir."
Muâsır yazarlardan da bir çoğu
Gadîr hadisini kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Ahmed Zeynî
Dehlân, Muhammed Abduh, Abd-ül Hâmid Alûsî, Ahmed Ferid Rıfâî,
Ömer Farrûh gibi…
Son olarak şunu da
hatırlatmak gerekir ki Şia'nın imâmet de dahil itikadî
konularla ilgili hadislerde mütevâtir olmayı ve kesinliği şart
koşması doğrudur. Ve Gadîr hadisi Şia kaynakları açısından
mütevâtir ve kat'idir. Hatta Ehlisünnet alimlerinden bir
çoğunun da kendi kaynaklarındaki nakilleri dikkate alarak bu
hadisin mütevâtir olduğunu itiraf ettiklerine daha önce
değinmiştik. Ancak şunu bilmek gerekir ki hatta bu tevâtür söz
konusu olmasaydı dahi Ehlisünnet'in bu açıdan Şia'ya itiraz
hakkı yoktur. Zira onlar, imâmeti usûl-i dinden değil furû-i
dinden saydıkları için, hadisin senedinin sahih olmasını
yeterli görüyorlar; dolayısıyla hadisin mütevâtirliğini onlara
ispat etme mecburiyetinde değiliz.
2-
Gadîr hadisi hakkına ortaya atılan ikinci eleştiri ve itiraz,
Kâdı Azudduddin'in de yazdığı gibi şudur ki Vedâ Hacc'ı
sırasında Hz. Ali Mekke'de değil Yemen'deydi böyle bir
durumda, bu hadis onun hakkında nasıl doğru olabilir?
Cevap:
Bu eleştiri de yine bizzat Sünnî alimlerinin bir çoğu
tarafından reddedilmiştir. Örneğin Seyyid Şerif Curcânî,
Îcî'nin Mevâkıf kitabını şerh ederken, onun yukarıdaki sözünü
naklettikten sonra şöyle diyor: "Bu görüş ve eleştiri
reddedilmiştir. Zira, faraza Ali'nin Gadîr-i Hûm'da
bulunmaması, Gadîr hadisinihn sıhhatini zedelemez. Çünkü gerçi
bu hadisin bazı nakillerinde Resullullah'ın Hz. Ali'yi yanına
çağırdığı ve elini yukarıya kaldırdığı gibi cümleler yer
almaktadır, ancak bir çok nakilde de bu cümleler yer
almamaktadır."
İbn-i Hacer ise bu eleştirinin
cevabında şöyle demektedir: "Gadîr hadisini sahih bilmeyen
veya Hz. Ali'nin o sırada Yemen'de olduğunu iddia ederek Gadîr
hadisini gölgelemeye çalışanın sözüne itibar edilmez. Zira Hz.
Ali'nin Yemen'den döndüğünü ve haccı Resulullah'la birlikte
yerine getirdiği sabittir."
Gerçi Hz. Ali'nin
Yemen'den döndüğü ve Vedâ Haccı'nda Resulullah'la birlikte hac
yaptığı tarihi açıdan kesindir, ancak yine de merak edenlerin
merakını gidermek için bu gerçeği açık bir şekilde ortaya
koyan bir kaç meşhur Sünnî kaynağın ismini vermek istiyoruz.
Taberî Tarih'inde (c.2, s.205), İbn-i Kesîr El-Bidâyet-u
Ven-Nihâye isimli kitabında (c.2, s.184, aynı cildin 132.
sayfasında da Hz. Ali'nin Yemen'den dönüşünü çeşitli
kaynaklara dayanarak vermiştir), İbn-i Esîr El-Kâmil kitabında
(c.2, s.302).
3-
Gadîr hadisi hakkında Sünnî alimlerin ileri sürdükleri diğer
bir eleştiri ve itiraz (belki de en önemli ve yaygın olanı),
hadiste bulunan "mevlâ" kelimesiyle ilgilidir. Lügat
kitaplarında bu kelime için bir çok mana zikredilmiştir;
"evlâ", "yardımcı", "amca oğlu", "komşu", "sözleşen", "köle
âzâd eden" ve… Şia alimleri bir çok şâhid ve karineye
dayanarak (ki bunları ileride göreceğiz inşallah) bu kelimenin
"evlâ" yada başka bir tabirle velâyet sahibi, velî ve yönetici
anlamına geldiğini söylemektedir. Bazı Sünnî alimleri ise bunu
dost veya "yardımcı" anlamına tutmuş, buna gerekçe olarak da
hadisin devamında geçen, "Allah'ım, onu seveni sev ona düşman
olana düşman ol; ona yardımcı olana yardımcı ol, onu yalnız
bırakanı, yalnız bırak" şeklindeki duayı göstermişlerdir. Yine
"evlâ" manasına olamaz, zira Arpça'da "mef'al" vezni, "ef'al"
manasında kullanılmamıştır!" diyorlar.
Büyük ihtimalle bu sözü ilk
olarak Fahrettin Râzî Nihâyet-ül Ukûl kitabında ortaya atmış,
daha sonra da başkaları ondan alıp nakletmişlerdir. Örneğin
Kâdı Azududdin Îcî, Mevâkıf kitabında şöyle diyor: "Gadîr
hadisindeki "mevlâ" kelimesinden maksat yardımcıdır; zira
ondan sonra gelen "Allahumme vâli men vâlâhu" duasında bu
manada kullanılmıştır. Mevlâ kelimesinden "evlâ" manasının
kastedilmiş olması doğru değildir; çünkü "mef'al" vezni,
"ef'al" manasında kullanılmamıştır.
İbn-i Hacer ise şöyle diyor:
"Biz, mevlâ kelimesinin, Şia'nın kastettiği manada olduğunu
kabul etmiyoruz. Zira hadisteki mevlâ kelimesinin manası
yardımcıdır. Evet bu kelime bir çok manada kullanılmıştır:
"köle âzâd eden", "âzâd olmuş köle" işlerde tasarruf hakkına
sahip olan", "yardımcı", "sevilen" ve… Eğer hadiste "mevlâ"yı
"sevilen" anlamında kullanırsak, bu mana hem bize göre
doğrudur hem de Şia'ya göre; zira Hz. Ali hem bizim sevdiğimiz
bir kimsedir hem de onların. Ama "mevlâ" kelimesinin "imâm"
anlamında kullanıldığı, ne şeriat açısından görülmüştür ne de
lügat; şeriatta kullanılmadığı açıktır ve delile gerek yoktur,
lügatte ise lügat alimlerinden hiçbirisi "mef'al" vezninin
"ef'al" manasında kullanıldığını söylememiştir."
Diğer Sünnî
alimlerinin çoğusu da benzer şeyleri tekrarlayıp durmuşlardır.
Cevap:
Gerçi lügat kitaplarında 27'ye yakın mana, içinde "evlâ"
kelimesi de olmak üzere "mevlâ" için nakledilmiştir; ancak
bunların içerisinde asıl olan "evlâ" manasıdır. Merhum Allâme
Eminînî, El-Gadîr Kitabında bu 27 mananın hepsini zikrettikten
sonra, onların her birisinde bir türlü evleviyet (öncelik)
yönünün olduğunu ve bu yüzden "mevlâ" kelimesinin onlarda
kullanıldığını ispatlamaya çalışmıştır. Her halükarda böyle
olsun veya olmasın "Mevlâ" kelimesinin evlâ manasına
kullanıldığı, İbn-i Hacer ve Îcî gibilerin iddiasının aksine
kesindir. Onların kullanılmadığı iddiasının asılsızlığı o
kadar açık ve yersizdir ki "Çelebî" Mevâkıf kitabına yazdığı
haşiyesinde, Îcî'nin yukarıda naklettiğimiz sözünün altına
şöyle dipnot düşmüştür: "Îcî'nin bu iddiası reddedilmiştir;
zira "mevlâ" kelimesinin "mütevellî", "emir sahibi",
"tasarrufta evlâ olan (tasarruf etme önceliğine sahip olan)
manalarında kullanıldığı Arap lügatinde yaygındır. Ebû Ubeyde
demiştir ki Kur'ân-ı Kerim'de "Bugün artık ne sizden ne de
inkar edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir.
O (ateş) sizin mevlânızdır" (Hadid, 15) âyetinde geçen
"mevlânızdır" kelimesi, size evlâdır demektir." Resulullah'tan
nakledilen "Hangi kadın ki mevlâ'sının izni olmadan
nikahlanırsa, nikahı bâtıldır" hadisinde geçen Mevlâ da kadına
evlâ olan ve onun adına tasarruf ve yetki sahibi olan
anlamındadır.
Şunu da belirtmemiz gerekir ki
mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanılmasının manası şudur
ki mevlâ, sıfat manası içeren bir isimdir, kendisi sıfattır
demek değildir. Dolayısıyla "Eğer Mevlâ, evlâ anlamında ise,
neden evlâ kelimesi yerinde kullanılamıyor?" itirazı da
yersizdir."
Evet Ebû
Ubeyde'nin tespiti tamamen isabetlidir. Aksi taktirde ateşin
diğer zikredilen anlamlarda mevlâ olması nasıl düşünülebilir?!
Allâme Mîr Hâmid Hüseyin, dev
eseri Ebekât-ül Envâr kitabının bir buçuk cildini, sadece bu
konuya, yani mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanıldığını
itiraf eden lügatçi ve alimlerin görüşlerine ve onların
güvenirliğini ortaya koyan belgelere ayırmıştır.
Merhum Allâme Emînî de Arap edebiyatının öncülerinden sayılan
birçok alimin bu gerçeği itiraf ettiklerini isimleri ve
eserleriyle birlikte vermektedir; Ferrâ', Sicistânî, Cevherî,
Kurtubî, İbn-i Esîr ve …
Ebû Ubeyde'nin sözlerinde de
geçtiği gibi hadislerde de mevlâ kelimesi evlâ anlamında
kullanılmıştır; örneğin şu hadisi bir çok lügat alimi şahit
olarak göstermiştir: "Mevlâsının izni olmadan nikahlanan
kadının nikahı bâtıldır."
Görüldüğü gibi bu hadiste kadının mevlâsı, onun velisi ve onun
adına tasarruf hakkına sahip olan anlamındadır.
İşte bu yüzden Sahîh-i Müslim'de
şu rivayet nakledilmiştir: "Köle kendi efendisine Mevlâ diye
hitap etmesin; zira mevlâ Allah'tır."
Evet asıl mevlâ (insanlar üzerinde söz sahibi ve tasarruf
hakkına sahip olan), Allah-u Teala'dır.
Zamanının Ezher şeyhi olan büyük
alim Merhûm Selim Bişrî de Merhûm Allâme Şerefuddin ile bu
konuyu müzakere ettikten sonra mektubunda aynen şöyle yazıyor:
"Ben yakin ediyorum ki Gadîr hadisinde geçen mevlâ kelimesi,
sizin dediğiniz manada (evlâ) kullanılmıştır."
Şunu da ilave
etmemiz gerekir ki Merhum Mîr Hâmid Hüseyn'in de dediği gibi
İbn-i Hacer ve diğer bazılarının iddiasının aksine mevlâ
kelimesi "mahbûb" (sevilen) anlamında meşhur ve muteber lügat
kitaplarının hiçbirisinde nakledilmemiştir. Örneğin şu
kaynaklara bakılabilir:
"Sihâh-ül Lüga, Kâmûs-ul Lüga,
Fâik En-Nihâye, Mecme-ul Bihâr, Tâc-ül Mesâdir, Müfredât-ül
Kur'ân, Esâs-ül Belâğa, El-Mağrib, Misbâh-ül Münîr."
Bizce bunların
hepsinden daha önemli olan şey, Allah Resulü'nün (s.a.a) bu
sözü dile getirdiğinde hangi manayı kastetmesi ve bunu duyan
muhatapların o ortam ve şartlarda bu kelimeden ne
anladıklarıdır. Bunu delil ve karineleriyle tespit ettikten
sonra, hatta lügat ehli daha sonra mevlâ için bu manayı
zikretmeselerdi dahi bizim amacımıza bir halel getirmezdi.
Önemli olan sözü söyleyen ve bunu duyanların ondan neyi
kastettikleri ve neyi anladıklarıdır.
Şimdi Allah'ın
lütfuyla Resulullah'ın ve muhataplarının bu kelimeden evlâ
anlamını anladıklarını gösteren önemli karineleri açıklamaya
çalışacağız.
a- Resulullah (s.a.a)'in
ashabından olan ve Gadîr-i Hûm'da hazır bulunan şâir ve edip
sahâbî Hassân b. Sâbit,
Allah Resulü'nün okuduğu Gadîr hutbesinden sonra izin alıp bu
olayı şiirleştirdi ve mealen şu manalara şiirinde yer verdi:
Gadîr-i Hûm
gününde seslendi nebileri
Kulak verip
dinledi cümlesi o serveri
"Mevlânız kimdir?"
dedi, "Ve de size peygamber?"
Sessiz kalan
olmadı, haykırdılar beraber
"İlâh'ın
mevlâmızdır, sen de bizim nebimiz
Velâyet karşıtına
rastlamazsın şüphesiz
İşte o an
seslendi: "Kalk ayağa ya Ali!
Benden sonra
imamsın, sensin hidâyet yolu
Ben kime Mevlâ
isem, velisi Ali onun
Onu gönülden
sevin, ona sıdk ile uyun
Sonra "Allah'ım!"
dedi, "Sev Ali'yi seveni
Ona düşman olanın
düşmanı ol İlâhî!"
Merhûm Allâme Emînî, Hassân b.
Sâbit'in bu şiirini Ehlisünnet'in 12 ve Ehlibeyt mektebinin 26
kaynağından nakletmiştir ki arzu edenler dipnotta verdiğimiz
adrese müracaat ederek bu kaynakları görebilirler.
b) Kays b. Sa'd b.
Ubâde de bu konuyu şiirleştirmiştir ki şiirinin iki beyti
şöyledir:
Ve Ali bizim
imâmımızdır, başkasının da
İmamıdır, buna
vahiy inmiştir
O gün ki Nebî
dedi: Ben kime Mevlâ isem
Bu Ali'dir onun
mevlâsı, ne güzel hutbeydi o!
Allâme Eminî bu şiiri de on iki
kaynaktan nakletmiştir.
c) Amr b. Âs da
Hz. Ali'ye karşı beslediği onca kin, hased ve düşmanlığa
rağmen, Muâviye ile arasında geçen bir zıtlaşma ve inatlaşma
sırasında, Muâviye'yi kızdırmak için Hz. Ali'nin methinde
uzunca bir kaside söylemiştir ki biz konumuzla ilgili birkaç
beytini vermekle yetiniyoruz:
Gadîr-i Hûm günü
minbere çıktı
Kafile dağılmadan,
emri tebliğ eyledi
Ben size
nefislerinizden daha evla değil miyim?
Evet dediler, ne
istersen onu yap
İşte o zaman
Mu'minlerin emirliğini Allah'tan taraf
Verdi Ali'ye;
verdi ona halifeliği İlahi bir etâ olarak
Ve dedi ki: Ben
kime Mevlâ idiysem, bugün
İşte bu Ali de
onun velisidir; ne güzel veli!...
Amr b. Âs'ın bu şiirini de
Allâme Emînî sekiz Sünnî ve Şii kaynaktan nakletmektedir.
Allâme Emînî daha bir çok Arap
şâir ve edebiyatçısının ismini veriyor ki hepsi Gadîr
hadisindeki "Mevlâ" kelimesinden "evlâ" manasını
anlamışlardır.
d) Hepsinden
önemlisi, Hz. Ali (a.s)'ın kendisi Muâviye'ye yazdığı bir
şiirinde aynı manayı dile getirmiştir ki bir beyti şöyledir:
Benim için kendi
velâyetini size farz kıldı
Allah'ın Resulü,
Gadîr-i Hûm Günü…
Bu şiiri de yine Merhûm Allâme
Emînî, onbir Sünnî ve yirmialtı Şiî kaynaktan nakletmektedir.
Görüldüğü gibi bu
olayı bizzat yaşayan ve Arap edebiyatında zamanlarının önde
gelen isimlerinden olan sahâbîler, "mevlâ" kelimesinden,
evlâlık, velâyet ve tasarruf hakkı, imâmet ve halifelik gibi
manaları anladıklarını şiirlerinde açık bir şekilde ortaya
koymuşlardır.
e) Yine bu
iddiamızı teyid eden önemli karinelerden birisi de ashâbın,
ezcümle Ebu Bekir ve Ömer'in aynı manayı anladıklarını
tebriklerinde ortaya koymalarıdır ki bir çok kaynakta takriben
şu manayı ifade eden cümlelerle Hz. Ali'yi tebrik etmişlerdir:
"Ne mutlu sana, ne mutlu sana, ey Ebûtalib'in oğlu, benim ve
her mu'min ve mu'minenin mevlâsı oldun!"
Merhum Allâme Emînî, bu tebrik
olayını da altmış Sünnî kaynaktan nakletmiştir ki Müsned-i
Ahmed, Tarih-i Taberî ve Müsennef-u Ebi Şeybe bunlardan bir
kaçıdır.
Gerçekten eğer
"Ali de onun mevlâsıdır" cümlesinden, dost veya yardımcı
kastedilmiş olsaydı, bunun tebrik edilmesi son derece abes
kaçmaz mıydı?!
f) Mevlâ kelimesinden velâyet ve
evlâlık anlamının kastedilmiş olmasını teyit ve tasdik eden
bir diğer karine, olaya şâhid olan bazı münafıkların buna
şiddetli bir şekilde karşı çıkmasıydı ki Hâris b. Nu'mân
el-Fihrî olayı meşhurdur. Öyle ki adam Resulullah'a gelerek
"Eğer bu olay Allah tarafından gerçekleşmiş ise, Allah'tan
isteyin bana azap nazil eylesin" demmiş ve bunun üzerine
başına taş düşüp helak olmuştur. Bu olay bir çok Sünnî ve Şii
kaynakta zikredilmiştir ki Allâme Emînî bunu otuz Sünnî
kaynaktan nakletmektedir.
Şimdi insaflı bir
şekilde bu olay üzerinde düşünelim. Acaba gerçekten Hâris
gibilerini gazap ve galeyana getiren Hz. Ali'nin dostluğunu
veya yardımcılığının ilan edilmesi miydi? Eğer bu ise, bundan
önce Allah Resulü defalarca Hz. Ali'nin muhabbeti ve sevilmesi
gerektiği hakkında açıklamalarda bulunmuştu. Daha da ilerisi
bizzat Kur'an, meveddet ayetinde (Şura, 23) Hz. Ali de dahil
bütün Ehlibeyt'in muhabbetini ümmete farz kılmıştı. Neden o
zaman Haris ve yandaşları bu kadar öfkelenmemişlerdi?! Demek
ki onlar bu kelimeden daha önemli ve hayati bir sonuç
çıkarmışlardı ki bunu hazmedemiyorlardı!
g) Bu konudaki bir
diğer şahidimiz, şudur ki âyet-i kerimeden de (Mâide, 67)
anlaşıldığı üzere Allah Resulü'nün bazı kaygı ve korkuları
vardı. Bu korku ve kaygıların şahsî ve nefsî korkular olmadığı
açıktır. Zira Kur'ân'ın açık ifadesiyle Peygamberler, İlahî
risâletleri tebliğ hususunda Allah'tan gayrı kimseden
korkmazlar: "Onlar (Peygamberler),
Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve O'ndan korkarlar ve
Allah'tan başka kimseden korkmazlar…"
(Ahzâp, 38-39)
Evet hadislerin de
beyan ettiği gibi Allah Resulü (s.a.a)'in kaygı ve korkusu,
bir çok insanın hased, taassup vb. sebeplerden dolayı Hz.
Ali'nin hilâfetini kabul etmede zorlanacağı, hatta dinden
çıkabileceğinden ve çıkacak ihtilaf ve fitnelerden dolayıydı.
Ama bilahare Allah-u Teala ayeti indirerek Resulullah'ı
rahatlattı ve onu ve misyonunu koruyacağına dair garanti
verdi.
Şimdi eğer
gerçekten mevlâ kelimesiyle Allah Resulü Hz. Ali'nin dostluk
ve yardımcılığını ilan etmeyi amaçlamış olsaydı, bunun
korkulacak ve kaygılanacak bir tarafı olabilir miydi?!
Yine hemen hatırlatalım ki
Merhûm Allâme Emînî, Maide 67. âyetin Gadîr-i Hûm olayıyla
ilgili nazil olduğunu ve Allah Resulü'nün kaygısının bunu ilan
etmekten dolayı olduğunu, Ehlisünnet'in otuz kaynağından
nakletmektedir.
ğ) Öte yandan Merhûm Allâme Mîr
Hâmid Hüseyin, büyük eseri Abekât-ül Envâr kitabında, diğer
bir çok tarikten Gadîr hadisini nakletmiştir ki o nakillerde
"Ben kimin mevlâsı isem…" cümlesi yerine şöyle nakledilmiştir:
"Ben kime onun nefsinden (özünden) daha evlâ isem, Ali onun
velisidir."
Hatta Hemvînî'nin Ferâid-üs Simtayn kitabındaki nakillerinin
birisinde ise aynen şöyle geçiyor: "Ben kimin özünden ona daha
evla isem, Ali de ona, onun özünden daha evlâdır!"
Resulullah'ın bu sözünden sonra şu ayeti Allah-u Teala nazil
etti: "Bugün sizin dininizi tekmil ettim…"(Mâide, 3)
Hadis ilminde de
açıklandığı üzere, râviler hadisin muhtevasını
değiştirmedikleri müddetçe, onu istedikleri kalıba dökerek
nakletmekte serbesttirler. Bir çok rivayetteki farklılıklar da
bundan kaynaklanmaktadır. Evet Gadîr hadisindeki bu nakiller,
râvilerin bu hadisten ne anladıklarını açık bir şekilde ortaya
koymakta ve basiret ve insaf sahibi olan bir kimseye "Mevlâ"
kelimesinden "evlâ" manası kastedildiğini ispatlamada hiçbir
bahane ve kaçış yolu bırakmamaktadır.
Bu bölümü İbn-i
Hacer Heysemî'nin sözüyle noktalamak istiyoruz. O gerçi önce
şiddetle "Mevlâ" kelimesinin "evlâ" anlamında olduğuna karşı
çıkıyor. Ama birkaç paragraf sonra önce söylediğini
unutmuşçasına Edubekir ve Ömer'in de "Mevlâ"dan "evlâ"
anlamını anladıklarını söylüyor. Onun sözünün metni şöyledir:
"Eğer Gadir hadisinde ki "Mevlâ"nın, "evlâ" manasında olduğunu
kabul etsek dahi evlâ'dan maksadım imamet değil itaatte evlâ
olduğunu söylememiz gerekir; doğrusuda budur; zira ebu Bekir
ve ömerde bu manayı anlamış ve bundan dolayı da ey Ebutalib
oğlu her mu'min ve mu'minenin mevlâ'sı oldun" demişlerdir.
4-
Ehlisünnet alimlerinden bazılarının bu hadise yönelik
itirazları ise, Şia'nın Mevlâ kelimesini yorumlamak için bir
karine ve şahit olarak dayandıkları birkaç cümlenin inkarı
şeklinde tecelli etmiştir. Yani hadisin başlarında geçen "ben
size kendinizden daha evlâ değimliyim" veya "ben her mu'mine
onların kendilerinden daha evlâ değimliyim?" cümlesi. Örneğin
Kâdı Azududdin Îcî şöyle yazıyor kitabında: "Bu hadisin
sıhhatini kabul etsek dahi, yine de hadisteki mevlâ
kelimesinin evlâ anlamına geldiğini söyleyemeyiz. Zira bu
cümleden önceki "Ben size kendinizden daha evlâ değil miyim?"
cümlesindeki "evlâ"ya dayanarak bunu söylüyorlar. Oysa bu
cümleyi râviler rivayet etmemişlerdir."
Cevap:
Evvela farzen bu cümle nakledilmeseydi dahi, yine de önceden
ortaya koyduğumuz delil ve karineler "mevlâ"nın "evlâ"
anlamına olduğunu ispat etmeye yeterlidir.
Saniyen Îcî'nin iddiasının
aksine önceden de bazı örneklerini verdiğimiz gibi bu cümle
bir çok muteber Sünni kaynakta nakledilmiştir. Merhum Allâme
Eminî Îcî gibilerin inkar ettiği cümleleri 64 Sünni alimden
nakletmiştir. Ahmed b. Hambel, Taberî, Zehebî, Beyhâkî, İbn-i
Mâce, Tirmizî, Taberânî, Nesâî, Hâkim Nişâburî, Dârekutnî ve
...
Allâme Mir Hamid Hüseyin bu
eleştiriyi Fahrettin Râzî'nin Nihâyet-ül Ukûl kitabından
naklettikten sonra cevabında söz konusu cümleleri bir çok
kaynaktan ve bir çok meşhur Sünnî alimden nakletmiştir. Ahmed
b. Hanbel, İbn-i Kesir, Nesâi, Semhûdî, Muttaki Hindî,
Taberanî, Semanî ve diğer bir çoğundan.
İbn-i Hacer de hadise bir çok
açıdan itiraz etmesine rağmen bu itirazı yersiz gördüğü için
üzerinden geçmiş ve bu cümlelerin sahih rivayetlerde
geçtiğini kabul etmiştir."
5-
Bazı Sünni alimlerince gadir hadisinin delaleti hakkında ileri
sürülen bir bahane de şudur ki biz gadir hadisindeki Mevlâ
kelimesinin evla anlamında olduğunu kabul edebiliriz. Ancak bu
evlalıktan maksat tasarrufta evlalık ve velâyet, değildir ki
bundan imamet ve hilâfet sonucu çıkarılsın. Maksat Ali'ye
itaatte ve ona yakınlık aramada evlalıktır. Bu sözün asıl
sahibi zahiren Kadı İci'dir.
İbni Hacer de bunu gündeme getirdikten sonra "Maksadın evlalık
olduğu kesindir; ancak itaat ve yakınlıkta evleviyettir.(başka
şeyde değil). Ebu Bekir ve Ömer de bu hadisten aynı manayı
anlamış ve bu yüzden "Ey Ebutalib oğlu benim ve her mu'min ve
mu'minenin mevlâsı oldun" demişlerdir. Yine Ömer, Ali'ye "O
benim mevlâmdır" dediğinde de aynı şeyi kastetmiştir.
Cevap:
Aslında Gadir hadisinin tam metni (ki değişik senetlerle
nakledilmiş ve biz yazımızın başında bunlardan birkaçına
değinmiştik) dikkate alındığında bu itirazım cevabı
kendilinden ortaya çıkmış olacaktır.
Evet Allah Resulü
(s.a.a.) önce topluluğa hitap ederek "Ben size kendinizden
daha evla değil miyim?" diye soruyor. İnsanlardan "Tabi ki
öyledir" cevabını aldıktan sonra şöyle buyuruyor: "Ben kime
kendisinden daha evlâ isem, Ali de ona kendisinden daha
evlâdır." Görüldüğü gibi ilk cümleler daha sonra söylenen
söze zemin hazırlama ve delil oluşturma özelliğini
taşımaktadır. Eğer hadisin baş tarafındaki evlâ kelimesi bir
mana taşır ve son tarafında yer alan "mevlâ" başka bir mana
taşırsa, bu bir türlü mugâlata olur. Örneğin Arapça'da "ayn"
kelimesinin çeşitli manaları vardır: aslan, altın, göz, pınar
ve … Şimdi birisi bir guruba hitap ederek "Altın manasını
taşıyan "ayn" bir metal değil midir?" der ama olumlu cevap
aldıktan sonra da dönüp "ayn" bir metaldir deyip buradaki
"ayn"dan da göz manası kastederse, bu ne kadar garip ise,
Gadir hadisinde de aynı kökten olan ve birbirini tamamlayan
"evlâ" ve "mevlâ" kelimelerinin farklı manalarda kullanılması
da o kadar garip olur.
Meşhur alim İbn-i Bitrîq'in bu
konuda güzel bir sözü var; diyor ki: "Birkaç evi olan birisi
size "Benim filan yerdeki evimi tanıyor musun?" dese, siz de
"evet" derseniz, ardından "ben evimi vakfettim" derse, burada
hiç şüphesiz herkes onun vakfettiği evin önceden işaret ettiği
ve adresini verdiği ve muhataplardan tanıdıklarına dair itiraf
aldığı ev olduğunda tereddüt etmez. Yine eğer "Benim filan
kölemi tanıyor musunuz ve benim kölem olduğunu kabul ediyor
musunuz?" derse, siz de "Evet" derseniz; bu sefer dönüp hemen
"Ben kölemi azad ettim" derse, her akıllı insan tereddüt
etmeden onun âzâd ettiği köleden maksadın az önce bahsini
ettiği ve tanıdıklarına dair muhataplardan itiraf aldığı kimse
olduğunda tereddüt etmez ve kalkıp da onun hiç bahsi geçmeyen
bir kölesi olduğunu söylemez."
Bu yüzden hadisimizde de Allah
Resulü'nün birinci cümlesindeki evleviyetten maksadın aynen
birinci cümledeki (Allah ve Resulü'ne ait) evleviyetten başka
bir şey olamaz. Evet Allah Resulü Allah (c.c) ve kendisi için
beyan ettiği ve insanlardan itiraf aldığı evleviyet ve öncelik
hakkını Hz. Ali için de geçerli saymakta ve ümmete bunu beyan
etmektedir ki maksat Allah'ın, dinini kendisiyle tekmil ettiği
ve nimetini tamamladığı velâyet ve imamet makamıdır ki
Resulullah (s.a.a) bunu açıkladıktan sonra şöyle buyurdu:
"Allah-u Teala'nın Ehlibeyt'im için lütfettiği bu azamet ve
yücelikten dolayı beni tebrik edin!" önceden değindiğimiz gibi
Ebu Bekir ve Ömer, Hz. Ali'yi de bundan dolayı tebrik
etmişlerdi.
Hassan b. Sâbir
olayı şiirleştirmişti ve bazı münafıklar olayı hazmedemeyip
kendilerine azap inmesini istemişlerdi. (Meâric, 1)
Buna ilaveten farz
edelim ki evleviyetten maksat itaat ve yakınlıkta evleviyet
olmuş olsun, acaba bu, Resulullah'tan sonra vuku bulan
olaylarla örtüşüyor mu? Acaba hilâfet meselesi de dahil bir
çok konuda Hz. Ali (a.s) itaat eden birisi konumuna mı
koyuldu, yoksa itaat edilen mi? Halife seçerken onunla
istişare ettiler mi? Onun görüşüne göre hareket ettiler mi?
Yoksa muteber tarihlerin hemen hepsinin yazdığına göre halife
seçiminde kesinlikle ona haber vermediler ve işi bitirdikten
sonra evinin kapısına dayanıp biat istediler ve nice nahoş
olayların meydana gelmesine vesile oldular. Hz. Ali ise
onların bu seçimine rıza göstermeyip türlü yollarla itiraz ve
muhalefetini bildirdi ve yine aynı kaynakların itirafına göre
altı ay biatten çekindi ama hücceti tamamlayıp ve takriben
yalnız kaldığını görünce İslam'ın maslahatı ve esasının
korunması için biat etti veya sustu (Ehlibeyt mektebine göre.)
Esasen bir
kimsenin itaatte öne geçirilmesi topluma hakim olmadan nasıl
gerçekleşebilir? Toplumun yönetim mekanizması başkalarının
elinde bulunduğu halde başka bir kimsenin mutâ (itaat edilen)
pozisyonunda olması mümkün olabilir mi?
Bu yüzden bu
muhteremlerin bu görüşünü kabul etsek dahi, yine de itaatte
evleviyetin en doğal ve mantıklı sonucu velâyet ve hilâfettir,
başka bir şey değil.
6-
Bazıları da demişler ki "Gadir hadisinin tasarrufta evleviyet
(ki sonucu hilâfet ve imamettir) olduğunu kabul etsek dahi,
bundan maksat bilahare halife olacağıdır; üç halifeden sonra,
Resulullah'' hemen ardından değil. Başka bir tabirle, Hz. Ali
ile ancak biat edildiği zaman halife olacaktır. Bu biat ise üç
halifeden sonra gerçekleştiği için Gadir hadisi Hz. Ali'nin üç
halifeden sonraki evleviyetine işaret etmektedir…" Bu şüphe ve
itirazı da Fahrettin Râzî ortaya atmış ve ondan sonra
gelenlerin bazıları da bunu tekrarlamışlardır. Kadı Azududdin
Îcî,, Çelebî,
İbn-i Hacer,
Şeyh Selim Bişrî gibi..
Cevap:
Şimdi gerçekten bu evleviyetten böyle bir evleviyet
kastedilmişse, bunun Hz. Ali için ne gibi bir fazilet ve
ayrıcalık yanı olabilir ki böyle şa'şalı bir merasim
düzenlensin, galiz itiraflar alınsın, ardından biatler,
tebrikler…
Allah aşkına
bunlar abes ve manasız şeyler olmaz mıydı? Aslında böyle bir
durumda bu merasimin önceki halifeler, özellikle birincisi
için düzenlenmesi ve bu sözlerin onun hakkında söylenmesi daha
doğru ve mantıklı olmaz mıydı?
Böyle bir mana
kastedilmiş olsaydı, aslında Ebu Bekir ve Ömer'in Hz. Ali'ye
"Ne mutlu sana benim Mevlâm oldun" demesi yerine, Hz. Ali'nin
onlara böyle bir cümleyi söylemesi gerekirdi. Çünkü Hz. Ali
hilâfete ulaştığında onlar hayatta değillerdi ki velâyeti
onlar için geçerli olmuş olsun; ama Hz. Ali onların hilâfeti
altında tam 25 yıl yaşadı. Demek ki bu mantığa göre Hz. Ali
onların değil, onlar Hz. Ali'nin mevlâsı idiler!!!
Sonra eğer maksat
25 yıl sonra ve üç ayrı halifenin hilâfetinin ardından
üstleneceği hilâfet olsaydı, artık o kadar kaygı ve korkuya ne
gerek vardı?
Ayrıca Eğer bu
velâyet üç kişinin velâyetinden sonra olacaktıysa neden o üç
kişiye asla değinilmiyor, isimleri verilmiyor? Oysa bu
olaylardan dolayı nice ihtilafların yaşanacağını kanların
döküleceğini biliyordu!
Acaba böyle bir
velâyetle mi din tekmil oldu ve nimet ümmete tamamlandı? Acaba
böyle bir evleviyetin tebliğ edilmemesi mi risâletin top yekûn
tebliğ edilmemesine eşitti?!
Bunlar gibi daha
nice sorular sorulabilir ki basiret ve iz'ân sahibine bu
kadarı bile fazladır.
Aslında bu kadar
bu cümleleri tevil için uğraşanlara, emin olun ki eğer mevlâ
kelimesinin yanına "Bâdi" kelimesini de ekleyip "Ben kimin
mevlâsı isem, benden sonra bu Ali onun mevlâsıdır" deseydi
dahi, "Benden sonra"dan maksat üç halife sonrası da olabilir;
Çünkü o zaman da Resulullah sonrası sayılır" derlerdi. Hatta
eğer "Fasılasız olarak benden sonra Ali halifedir" buyursaydı
dahi rahatlıkla, mesela Resulullah'ın bu sözü mutlaktır ve bu
söz ümmetin icmasıyla kayıtlandırılmıştır. Onun için şöyle
mana etmeliyiz: "Ali aralıksız halifedir, şu üç kişi hariç"
diyebilirlerdi!!
7-
Bazılarının ise Gadir hadisi hakkında ileri sürdükleri bir
diğer itiraz ise şudur ki bu hadisin Hz. Ali'nin hilafet ve
imametine delalet ettiğini söylersek, o zaman Hz. Ali'nin daha
Resulullah (s.a.a) hayatta olduğu zamandan beri imam olduğunu
kabul etmemiz gerekir. Zira hadisin metninde "Ali benden sonra
imam ve halifedir" diye bir kayıt ve açıklama yoktur.
Dolayısıyla bu hadisten öyle bir manayı çıkartmamız gerekir ki
Resulullah (s.a.a) hayatta olduğu zaman bile geçerli olmuş
olsun; o da muhabbet yardım vb. manalardır.
Cevap:
Bu itirazın cevabı şudur ki aslında Hz. Ali'nin hilafeti
Resulullah'ın hayatından itibaren başlamıştır. Ancak bunun
fiilen tahakkuk etmesi Resulullah'ın vefatı şartına bağlıydı.
Bu konu aynı vasiyet meselesine benzemektedir. Fakihlerin de
fıkıhta beyan ettikleri gibi, bir insan bir mülkü birisi için
vasiyet ederse, vasiyet edilen kimsenin mülkiyeti aslında
vasiyet anından başlamış oluyor; ancak bunun amelen ve fiilen
tahakkuk bulması ve vasiyet edilenin tasarruf imkanı, vasiyet
edenin ölümüne bağlıdır. Bu, aslında örfen de insanlar
tarafından bilinen ve makul karşılanan bir olaydır. Zira bir
yönetici kendi yerine veliaht tayin ettiğinde, kimse veliahtın
tayin ediliş anından itibaren yönetici olduğunu zannetmez;
çünkü bunun tahakkuk şartının önceki yöneticinin ölümü
olduğunu biliyor. Allah Resulü de bu olayın başında yakında
vefat edeceğini beyan etmekle, bu hilafetin kendisinden sonra
başlayacağını ve ümmetin geleceği için yapılan ilahi bir
tasarruf ve durum belirlemesi olduğunu ortaya koymuştur.
8-
Yine bazıları şöyle demiştir: "Eğer Allah Resulü (s.a.a) Gadir
hadisi ile Hz. Ali'nin hilafetini ümmetini açıklamak istiyor
olsaydı, neden "Mevlâ" kelimesi yerine açıkça "halife"
kelimesi kullanmadı? Bu kelimelerin yerine "mevlâ" kelimesini
kullanması, bundan maksadın hilafet olmadığını gösteriyor."
Cevap:
Önce şunu söylememiz gerekir ki bir insan kafayı tevil etmeye
takarsa, alemde bir türlü tevil edilemeyecek kelime veya cümle
yoktur. Yani "mevlâ" yerine halife kullanılsaydı da örneğin
şöyle tevil edilecekti: "Evet, Hz. Ali Peygamber'in
halifesidir, ama bunun anlamı hemen değil bilahare halife
oluşudur. Dolayısıyla ondan önce başka birkaç kişinin halife
oluşu, bununla bir tezat oluşturmaz. Nitekim önceki bölümlerde
"mevlâ" kelimesini halife ve imam anlamına kabul eden
bazılarının benzer bir tevilde bulunduklarını nakletmiştik!
Veya diyebilirlerdi ki evet Hz. Ali Resulullah'ın halifesidir
ama yönetimde ve siyasette değil, emanetlerini ve borçlarını
vb. eda etmekte halifesiydi. Nasıl ki bunun benzerini bir
çokları vasi kelimesini tevil ederken söylemişlerdir!
Kaldı ki Allah
resulü diğer bir çok hadisinde Hz. Ali'yi "halifem" ve benzer
tabirlerle tanıtmıştır. Acaba eleştiriyi getiren İbn-i Hacer
ve benzerleri bunlara ne derler, insan onu merak ediyor
cidden.
Aşağıda ismini
vereceğimiz kaynaklarda Allah Resulü Hz. Ali hakkında "Benim
halifem" tabirini kullanmıştır ki biz söz uzamasın diye
onların metnini nakletmekten vazgeçiyoruz. İsteyenler söz
konusu kaynaklara müracaat edebilirler:
a)
Tarih-i Taberî, c.1,
s.541
b)
Tarih-i İbn-i Esir, c.2,
s.62
c)
Kenz-ül Ummâl, c.13,
s.114
d)
Müstedrek-üs Sahihayn
(Hâkim Nişâburî), c.3, s.133
e)
Et-Telhis (Müstedrek'in
Hamişinde), c.3, s.133
Merhum Allâme Emini de Allah
Resulü'nün Hz. Ali için "Benim halifemdir" dediği sözünü Ehl-i
Sünnet'in bir çok hadis, tefsir ve tarih kitaplarından
nakletmektedir: " Ahmed b. Hambel'in Müsned'i, Sa'lebi'nin
Keşf-ül Beyân tefsiri, Suyutî'nin Cem-ül Cevâmi' tefsiri,
Nesâî'nin Hasâis'i gibi…
9-
Bazıları tarafından ortaya atılan bir diğer itiraz ve eleştiri
ise şudur ki, bu hadis Hz. Ali'nin ilk halife olmasıyla ilgili
ise, neden Hz. Ali veya İmam'ın taraftarları, muhaliflerine
karşı bu hadisi delil olarak göstermemişlerdir? Örneğin İbn-i
Hacer bu konuda şöyle demiştir: "Gadir hadisi Hz. Ali'nin
hilafetine nasıl nass olabilir, oysa ne Hz. Ali'nin kendisi,
ne Abbas ne de başka birisi bu hadise istidlal etmemişlerdir?
O halde Hz. Ali'nin hilafeti zamanına kadar bu hadisi delil
göstermeyip susmasından aklı olan herkes anlar ki Hz. Ali bu
hadisi bir nass olarak görmüyordu."
Cevap:
Tarih ve hadis kaynaklarından bir nebze haberdar olan herkes
bu tür iddiaların batıl ve asılsız olduğunu anlar. Merhum
Allâme Emini El-Gadir kitabında Hz. Ali'nin Gadir hadisiyle
istidlal edişinin belgelerini bir çok muteber Sünni kaynaktan
ve alimden nakletmektedir. Örneğin Harezmî'nin "Menâkıb"ından
Hemvinî'nin "Ferâid-üs Simtayn"ından Nesâî'nin "Hasâis"inden,
Askalânî'nin "El-İsâbesi"nden Hâfız Heysemî'nin "Mecme-üz
Zevâid"inden, İbn-i Meğâzilî'nin "Menâkıb"ından, Halebî'nin
"Siresi"nden ve diğer bir çok kaynaktan…
Muhammed b. Muhammed El-Cezrî
Ed-Dimeşkî de Hz. Fâtıma'nın bu hadisle istidlal edişini
kitabında nakletmiştir.
Yine Kundûzî "Yenabi-ül Mevedde"
kitabında Hz. Hasan'ın Gadir hadisiyle istidlal edişini
nakletmiştir.
Aynı şekilde büyük tabiî Selim
b. Kays, Hz. İmâm Hüseyn'in Minâ'da sahabe ve tabiilerden
oluşan bir topluluğa okuduğu hutbede Gadir hadisiyle ihticac
ve istidlal ettiğini nakletmiştir.
Daha birçoklarının da bu hadisle
istidlal ettikleri ve onu Hz. Ali'nin hilafet ve imametine
delil olarak gösterdiklerinin belgelerini El-Gadir kitabında
okuyabilirsiniz.
Elbette daha sonra
da Hz. Ali'nin sükutu hakkında yapacağımız açıklamada izah
edeceğimiz gibi bu istidlaller hakikati açıklama ve hücceti
tamamlama maksadını taşımaktaydı. Bundan dolayı da ispat ve
izahında fazla ısrarcı davranmıyorlardı.
Elbette Ehlibeyt
mektebinin kaynaklarında Hz. Ali'nin muhtelif yerlerde Gadir
hadisine dayanarak yaptığı istidlalleriyle ilgili nakilleri
vermekten vazgeçtik.
10-
Bir de şöyle demişlerdir: "Gerçi Hz. Ali Haşimoğullarıyla
birlikte Ebu Bekir'in hilafetinin başında bir müddetliğine ona
biat etmekten çekindi. Ama bilahare bir süre sonra Ebu
Bekir'in hilafetini kabul etti ve ondan sonra da kendi görüş
ve düşünceleriyle onlara yardımda bulunuyordu. Eğer Gadir
hadisi onun hilafeti hakkında bir nass niteliği taşıyorduysa,
başkalarının hilafeti gâsıbâne olmuş olur. Böyle olunca da Hz.
Ali'nin bu hilafete boyun eğme yerine, ona karşı kıyam etmesi
ve hakkını savunması gerekirdi. İbn-i Hacer Heysemî
ve Şeyh Selim Bişrî
gibi bir çok Sünni alim bu eleştiriyi ileri sürmüşlerdir.
Mesela Şeyh Selim Bişrî şöyle diyor: "Biz Ebu Bekir için
alınan biatin, istişareye, tefekkür ve araştırmaya dayalı bir
biat olmadığını ve aceleye getirilmiş bir hareket olduğunu,
Ensar ve reisleri olan Sa'd b. Ubade, Haşimoğulları ve onların
Ensar ve Muhacirlerden oluşan taraftarlarının ilk başta
biatten çekindiklerini kabul ediyoruz. Ama bilahare hepsi Ebu
Bekir'in hilafetine boğun eğip ona razı oldular ve böylece
onun hilafetinde icma hasıl oldu."
Cevap:
Biz bazı Müslümanların Ebu Bekir'in hilafetini kabul edip ona
biat ettiğini inkar etmiyoruz. Gerçi bazısı da (Sa'd b. Ubâde
gibi) ölünceye kadar direnip biat etmediler; ancak bu, onların
hepsinin halifenin hilafetine razı oldukları ve onun
hakkaniyetini kabul ettikleri demek değildir. Bunun başka
sırrı ve sebepleri vardır. Örneğin Hz. Ali'nin ilk başlarda
biat etmeyip doğru bildiklerini çeşitli vesilelerle açıklayıp
hücceti her kese tamamladıktan sonra susması, hatta daha sonra
bir çok konuda ilmi olarak halifelere yardımcı olduğu
doğrudur. Ancak bunun sebeplerini açıklayacak en yetkili
şahıs yine Hz. Ali'nin kendisidir. Dolayısıyla biz Hz. Ali
(a.s)'ın bu konuda irad ettiği kendi sözlerinden yardım alarak
bu konuya açıklık kazandırmak istiyoruz:
Hz. Ali (a.s),
Cemel savaşından önce yaptığı bir konuşmada şöyle buyuruyor:
"Allah'a yemin ederim ki,
Allah-u Teala, Yüce Peygamberi'nin ruhunu aldığından bugüne
kadar, sürekli ben hakkımdan uzaklaştırılmış bulunuyorum..."
Yine kendi
hilafeti döneminde halifeler dönemiyle ilgili bir konuşmasında
halifelerin ona ait olan bir hakkı yağmaladıklarını dile
getirerek, gözünde diken boğazında kemik kalmış biri gibi bu
duruma tahammül ettiğini açıkça dile getirmiştir:
"Allah'a andolsun
ki falan kimse (Ebu Kuhafe oğlu Ebu Bekir), hilafete göre
yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde
hilafeti bir gömlek gibi üzerine giyindi. Oysa sel her zaman
benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yüce zirvelere
yükselemez. Ben de hilafetle kendi arama bir perde gerdim,
ondan tümüyle yüz çevirdim. Başladım kendi kendime düşünmeye;
şu kesilmiş elimle hemen atağa mı geçeyim, yoksa şu
kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve
körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle
ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu
karanlık körlükte sürekli olarak zahmetten zahmete düşer.
Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim. Ama
gözümde diken vardı, boğazımda ise kemik. Mirasımın tümüyle
yağmalandığını görüyordum."
Hz. Ali'nin
Medine'de kendi hilafeti döneminde okuduğu bir hutbede neden
hakkını almak için kıyam etmediğini de şöyle açıklamıştır:
"Peygamber (s.a.a), bizim
aramızdan gittiğinde biz onun varisi, velileri ve öz soyundan
olan yakınlarıyız, artık kimse hilafet konusunda bizimle niza
etmez ve göz dikmez, dedik. Ama beklemediğimiz bir şekilde
Kureyş'ten bir grup bizim hakkımıza el uzatarak yöneticilik
hakkını bizden aldı ve kendileri sahiplendiler. Allah'a yemin
ederim ki, eğer Müslümanların arasında bölünme meydana
gelmesi, küfrün tekrar geri dönerek dinin tamamen yok olması
korkusu olmasaydı bu gün üzerinde olduğumuz şeyden farklı bir
durumda olurduk."
Hz. Ali (a.s),
ikinci halife tarafından kurulan şurada kendisine hilafeti
vermeleri karşısında, ortaya konulan Ebu Bekir ve Ömer'in
yolunu devam ettirmesi şartını açıkça reddetmiş ve yalnız
Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetine bağlı kalacağını
açıklamıştır. Açıktır ki, Hz. Ali (a.s) (bazılarının dediği
gibi) onların Şeyhu'l-İslamlığını yapmış olsaydı veya onların
hilafetteki yöntemlerini meşru bilseydi, o zaman onların
sünnetini bir ölçü olarak reddetmesinin bir anlamı kalmazdı.
Yakubî nakletmiştir ki, Ömer'in kurduğu altı kişilik halife
belirleme şurasında olan Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali'yi bir
kenara çekerek şöyle dedi:
"Allah bizimle
senin aranda şahit olsun ki, kendi hilafetin döneminde
Allah'ın kitabına ve Peygamberi'nin sünnetine ve Ebu Bekir ve
Ömer'in sünnetine uyasın."
Hz. Ali şöyle
karşılık verdi:
"Halife olursam
gücüm yettiğince sizlerin arasında Allah'ın kitabı ve
Peygamber'in sünnetine uygun olarak davranacağım."
Abdurrahman sonra
Osman'ı bir kenara çekerek aynı sözü ona da dedi, Osman onun
isteğini hemen kabul etti. Tekrar Hz. Ali'ye aynı teklifi
tekrarladı; ama Hz. Ali yine aynı cevabı vererek sözlerine
şunları ekledi: "Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetinin
yanı sıra artık başka bir kimsenin gelenek ve gidişatına
uymaya bir ihtiyaç yoktur. Aslında sen bu hilafeti benden
uzaklaştırmaya çalışıyorsun!"
Bütün bunlar
gösteriyor ki Hz. Ali (a.s) üç halife döneminde hilafet
sisteminin meşruiyetini kabul etmemiş ve onları kendi hakkını
gasbeden güçler olarak görmüştür. Elbette Hz Ali (a.s)'ın
eşsiz ilmi makamı yüzünden, halifeler kendi siyasetleriyle
çelişmediği ve bilgisizlik yüzünden başka bir alternatifleri
de olmadığı hallerde İmam'a başvurmuşlardır. İmam Ali de
onların dinle ilgili sorularını halletmiş ve İslam'ın hükmünü
beyan etmiştir.
Ama neden İmam'a
başvurduklarında onların ilmi ihtiyaçlarını gidermiş ve onlara
yol göstermiştir acaba? Oysa isteseydi onların sorularına
cevap vermeyi reddederdi. Bunun cevabı aşağıdaki hususa dikkat
edilirse açıktır.
Masum İmam'ın da
Peygamberler gibi iki önemli ilahi vazifesi vardır; birincisi
hilafet ve ikincisi şehadet (gözetleyicilik). Yani Hz. Adem
aleyhisselam'dan başlayarak her dönemde bu iki ilahi görevi
üstlenmeleri için, her zaman bulunan masum ilahi şahsiyetler
(peygamberler veya peygamberlerin vasileri) var olmuşlardır.
Hilafet görevi, insanların doğru şekilde yönetilmesini ve
toplumda ilahi hükümlerin uygulanmasını sağlamak içindir.
İkinci görev olan şahadet (gözetleyicilik) görevi ise, dine
bağlı olan insanların haktan sapmalarını önlemek ve sürekli
ilahi hükümlerin tahriften korunmasını sağlamak içindir.
Kur'an-ı Kerim'de
bir çok ayet peygamberlerin bu iki ilahi göreve sahip olduğunu
açıklamaktadır. Bu açıklama ışığında şu noktaya dikkat etmek
gerekir ki, bir peygamber veya imamda bu iki görevden birinin
sekteye uğraması yani bazı engeller yüzünden yürürlük
kazanmaması, diğer vazifenin de tatil olmasını gerektirmez.
Bir çok peygamber kendi dönemlerinde hilafet görevini
yüklenmemesine rağmen ikinci görevlerini, yani şahadet
(gözetleyicilik görevini) yerine getirmiştir. Peygamber veya
masum imam bu iki görevden hangisini ifa etmeğe bir fırsat
bulursa, onu yerine getirmelidir. Çünkü bu onun ilahi
mesuliyetidir.
Hz. Ali (a.s) ilk
üç halife döneminde hilafet görevini ifa etmekten mahrum
bırakılmasına rağmen şahadet görevini kısmen ifa etmeğe fırsat
bulmuş ve bu vazifeyi yerine getirmiştir. Ancak bunun yanı
sıra, sürekli onların hilafetlerinin meşru olmadığını da
çeşitli şekillerde imkan dahilinde beyan etmiştir. İslam'ın
temeli tehlikeye düşmesin diye de bir kıyama baş vurmamıştır.
Bizce, İslam tarihinde gerçek manada bir araştırması olan
kimse bunların hiçbir gizli yönü olmayan apaçık gerçekler
olduğunu anlar. İsteyen kabul eder ve istemeyen emr-i vaki'i
müdafaa etmek için onları görmezlikten gelir.
Elbette Hz.
Ali'nin bu tutumunu gören dostları da İmam'a uyarak aynı
çizgiyi takip ettiler.
Ayrıca Ehlibeyt
kaynaklarında nakledilen bazı hadislerde Allah Resulü de
kendisinden sonra meydana gelecek bazı olayları bildiği için
Hz. Ali'ye sabretmesi ve kıyam etmemesini buyurmuştu. Ehli
Sünnet kaynaklarında nakledilen bazı rivayetleri de aynı
istikamette yorumlamak mümkündür. Bu rivayetler, bir taraftan
bir takım nahoş olayların meydana geleceğini, diğer taraftan
ne yapılması gerektiğini ortaya koymaktadır:
Hakim
Müstedrek'te, Zehebi Müsterdek'in Telhis'inde, aynı şekilde
İbn-i Ebi Şeybe, Bezzâr, Darekutnî, Hatip Bağdadî, Beyhakî ve
diğer bir çokları Hz. Ali'den şöyle nakletmişlerdir: "Allah
Resulü'nün bana verdiği haberlerden birisi de şudur ki ümmet
kendisinden sonra bana hile yapacaklardır!!"
Sahih-i Müslim'de
Resulullah (s.a.a)'den şöyle nakledilmiştir:
"Benden sonra bazı tekelcilikler
ve sevmediğiniz olaylar olacaktır." Dediler ki "Ya Resulallah,
bizden birsi o zamanı idrak ederse ne yapmasını emredersiniz?"
Cevaplarında şöyle buyurdu: "Üzerinizde olan hakları eda edin;
ama kendi haklarınızı (almaya kalkışmayın); onları Allah'tan
dileyin."
Bir diğer rivayette şöyle
buyurduğu nakledilmiştir: "Benden sonra bazı tekelcilik (ve
haksızlıklar) meydana gelecektir. Böyle bir ortamda havuz
başında bana kavuşuncaya kadar sabredin."
Bütün bunların
sırrı, yukarıda Hz. Ali'den naklettiğimiz sözlerde açıkça
görülmektedir.
11-
Gadir hadisi hakkında ileri sürülen en son, belki de en önemli
itiraz, şimdi ele alacağımızdan ibarettir. Aslında diğer bütün
eleştiri ve itirazlar da ilmi olmaktan çok siyasi olan bu
konuyu tevil edip altından kalkmak için yapılmaktadır.
Evet diyorlar ki:
"Gadir ve benzeri hadisleri Şia'nın dediği şekilde anlamak,
yani onları Hz. Ali'nin imamet ve hilafetine bir nass olarak
kabul etmek, bütün sahabeyi zan altında bırakmak ve onları
Allah ve Resulü'ne muhalefetle suçlamak demektir. Allah ve
Resulü Hz. Ali'yi halife olarak tayin ettiği halde o kadar
sahabinin Resulullah'tan sonra bu emre muhalefeti nasıl
düşünülebilir? Bu mümkün olmadığına göre bize düşen bu nasları
(mütevâtir bile olsa) ya bir türlü tevil etmek veya onlardan
vazgeçmektir!!"
Örneğin İbn-i Hacer Heysemî
Sevâik kitabında takriben bu manayı ifade eden sözler
söylemiştir.
Şeyh Selim Bişrî de Allâme
Şerefuddin'in cevabında açık bir şekilde yukarıda
naklettiğimiz sözlerin benzerini söylemiştir; o diyor ki:
"Basiret ehli olanlar ve sahih düşünce sahipleri, sahabeyi
Resulullah'a muhalefetten münezzeh biliyorlar. Dolayısıyla
Resulullah'tan birisinin imametine dair bir nass duyup da buna
muhalefet etmeleri ve başkalarını ona tercih etmeleri mümkün
değildir."
Bir başka yerde yine Allâme
Şerefuddin'e hitaben şöyle yazıyor: "Ben bu hadislerin sizin
söylediğiniz manaları ifade ettiğinde hiçbir kuşkum yoktur ve
eğer sahabenin sergilediği tutum ve davranışlar olmasaydı, ben
kesinlikle sizin dediklerinize teslim olurdum. Ancak sahabenin
yaptıklarına hüsn-i zan edip onları doğruya yorumlamamız
gerekir. Bu yüzden selef-i sâlihe uyarak bu rivayetlerin
zahirine göz yummamız gerekir!!"
Bir başka yerde ise şöyle
diyor:"Sahabenin amellerini iyiye yorma zorunluluğu olduğu
için, Gadir hadisini onların davranışlarıyla örtüşecek şekilde
tevil etmemiz gerekir; hatta mütevâtir bile olsa…"
Cevap:
Bu iddia ve itiraza vereceğimiz cevaba yardımcı olacağı için,
önce İbn-i Ebi-l Hadid Mutezilî ve üstadı Ebu Cafer İskâfî
arasında geçen bir diyalogu aktarmak istiyoruz. İbn-i Ebi-l
Hadid diyor ki: Hz. Ali'den nakledilen "Çünkü
o hilafet öyle bir makamdı ki bir grup ona hırs göstererek
haksızlıkla onu tekelleri altına aldı. Ve başka bir grup da
cömertçe ondan vazgeçti. Hakim Allah'tır; Kıyamette ona
dönülecektir…"
sözünü üstadım Nakib Ebu Cafer İskâfî'nin yanında okuduğumda,
ona "İmam, bu cümlede hangi günü kastetmiştir; (Ebu Bekir'in
hilafete seçildiği) Sakife gününü mü, yoksa (Osman'ın hilafete
seçildiği) şura gününü mü?" diye sordum. O da "Sakife günü"
diye cevap verdi. Ben "Peygamber'in sahabesine onun emerine
muhalefet etme isnadında bulunmaya gönlüm razı olmuyor!"
dediğimde, Ebu Cafer şu cevabı verdi bana: "Benim de
Peygamber'e "Ümmetin imamet ve rehberliği konusunda
ihmalkarlık yaptı ve halkı şaşkın ve perişan vaziyette ve
karmaşa ve fitne içinde bırakıp gitti" isnadında bulunmaya
gönlüm razı olmuyor!! O hayatta olduğu halde ve sadece kısa
bir müddetliğine de olsa Medine'yi terk ettiğinde bile
Müslümanları başsız ve emirsiz bırakıp gitmiyordu. O halde
çıkabilecek ve ıslahı artık mümkün olmayacak fitneleri bildiği
halde, ebedi olarak onların içinden ayrıldığında, nasıl onları
sahipsiz ve öndersiz bırakıp gidebilir? Bu makul mü?"
Merhum Allâme Eminî'nin El-Gadir
kitabındaki tabiri de oldukça manalıdır; diyor ki: "Bazıları
"Selef"in hilafet konusundaki tavrına o kadar hüsn-i zanla
yaklaşıyorlar ki artık onların yaptıklarını iyi ve meşru
gösterebilmek için, Resulullah'ın en açık hadislerini dahi
değiştirme ve tevil etme yoluna gidebiliyorlar. Fakat tam
tersi bir noktada bizim Resulullah'a karşı taşıdığımız yakinî
bir hüsn-i zan, bizi Resulullah'ın asla ihmal ve müsamaha
yapmadığını ve hilafet ve imamet başta olmak üzere ümmetin
ihtiyacı ve zarureti olan her şeyi onlara açıkladığını
söylemeye zorluyor!"
Evet bize göre sahabenin bir
kısmı, sadece Resulullah'tan sonra değil, hatta bizzat Allah
Resulü'nün zamanında bile bir çok konuda Resulullah'ın açık
emrine rağmen ona itina etmeyip kendi bildiklerini
yapmışlardır. Biz bunun bazı bariz örneklerini vermeğe
çalışacağız, ancak ondan önce Merhum Allâme Şerefuddin'in
Sahabenin imamet konusundaki nasları dikkate almadıklarıyla
ilgili bir açıklamasını dikkatinize sunmak istiyoruz. Allâme
Şerefuddin diyor ki: "Müslümanlar ibadî konularda Resulullah'a
itaat etmelerine rağmen siyasi konularda bazen muhalefet
ediyorlardı. Gerekçeleri ise şuydu ki siyasi konularda da
ibâdî konular gibi itaat etme zorunlulukları olmadığını ve
Resulullah'ın görüşlerine karşı görüş bildirme hakkına sahip
olduklarını düşünüyorlardı. Ezcümle hilafet konusunda da
sahabeden bir kısmı Hz. Ali'nin Resulullah tarafından hilafete
tayin edildiğini bildikleri halde, bunun maslahat olmadığını
ve halkın Hz. Ali'nin hilafetine razı olmayacağını düşündüler.
Zira kabilelerin çoğusundan bir çok kişi savaşlarda Hz. Ali
tarafından öldürülmüştü. Yine Hz. Ali'nin şiddetli adalet
anlayışından korkuyor ve biliyorlardı ki o iş başına
geldiğinde halis hak ölçülerine dayanarak icraat yapacaktır.
Öte yandan bir çoklarının ona karşı haset ettiklerini de
biliyorlardı. Bütün bunları dikkate alarak Hz. Ali'nin
hilafetinin dikiş tutmayacağını zannediyorlardı! Dolayısıyla
kendilerince ümmetin ihtilaf ve fitneye düşmesini önlemek
için, Hz. Ali'nin Peygamber (s.a.a) tarafından hilafete tayin
edildiğini bildikleri halde, nasları göz ardı edip başkalarına
biat ettiler! Elbette bu, Resulullah'ın açık nassı karşısında
yapılan bir ictihattı ve bu onların nass karşısında yaptıkları
ictihadın ilki değildir ve buna benzer bir çok ictihatları
vaki ve sabittir."
Şimdi biz Allâme
Şerefuddin'in bahsettiği sahabenin nassa karşı yaptıkları
ictihad ve Resulullah'a muhalefetlerinden bazı bariz örnekler
vermeğe çalışacağız:
Bu örneklerden
birisi Kur'an'ın da açıkça bahsettiği Uhud savaşında vuku
bulmuştur. Allah Resulü (s.a.a) sahabeden bir kısmına Ayneyn
dağının gediğini tutup oradan düşmanın sızmasını önlemelerini
ve ne pahasına olursa olsun orayı terk etmemelerini
emretmişti. Ama onlar, düşmanın hezimete uğradığını görünce,
ganimetten kendilerine bir şey kalmaz düşüncesiyle
Resulullah'ın emrini göz ardı edip görevli oldukları tepeyi
bırakıp ganimet toplamak için aşağıya indiler. Bunu fark eden
düşman askerleri ise bu fırsattan yararlanıp arkadan
Müslümanlara saldırıp Müslümanların hezimete uğratıp yetmiş
civarında Müslümanın şehid ettiler. Ayrıca birkaç kişinin
dışında sahabenin çoğusu savaş meydanını terk ederek oraya
buraya saklandılar. Hatta bazıları o kadar uzağa gittiler ki
üç gün sonra Medine'ye geri döndüler ki Osman b. Affân
bunlardan birisiydi. Bu olay Âl-i İmrân suresinin 152 ila 155.
ayetlerinde anlatılmaktadır.
Bu muhalefetlerin bir diğer
bariz örneği "Hudeybiye" antlaşması sırasında vuku bulmuştur.
Allah Resulü Mekke müşrikleriyle anlaşmaya karar verince, üç
defa "Kalkın başlarınızı tıraş edip ihramdan çıkın"
buyurduğunda, her defasında Resulullah'ın sözüne itina
etmeyerek başlarını tıraş etmekten çekindiler!! Ardından Allah
Resulü öfkelenerek Hz. Ümm-ü Seleme'nin çadırına gittiler. Bu
olayda muhalefet edenlerin başında Ömer b. Hattap geliyordu.
O, Resulullah'ın bütün açıklamalarına rağmen yapılan
antlaşmaya itirazını Ebu Bekir ile konuşuncaya kadar
sürdürdü…" Hatta bazı nakillerde "Ben o günkü kadar
Resulullah'ın peygamberliğinde şüphe etmemiştim" dediği
kaydedilmiştir. Bu olay geniş bir şekilde bir çok meşhur Sünni
kaynakta nakledilmiştir."
Bu muhalefetlerin bir diğer
meşhur örneği, Üsâme b. Zeyd'in komutanlığına ve orduya
katılma emrine yapılan itiraz ve muhalefettir. Allah Resulü
(s.a.a) Mute'ye göndereceği ordunun komutanlığına on sekiz
yaşındaki genç Üsâme'yi seçip Hz. Ali'nin dışında (üç halife
de dahil) bütün sahabeye bu orduya katılma ve Medine'de
kalmama emri verip katılmayanları lanetlediği halde, emrine
muhalefet edip Resulullah vefat edinceye kadar Medine'den
ayrılmadılar. Zaten ilk başlarda da Üsâme'nin küçük yaşına
itiraz etmişlerdi ki Allah Resulü de cevaplarında "Siz onun
babasının komutanlığına da itiraz etmiştiniz. Oysa hem o
komutanlığa layıktı hem de babası" buyurmuştu.
Verebileceğimiz bir diğer örnek
sahabeden bazısının Huneyn savaşında Resulullah (s.a.a)
tarafından ganimetlerin paylaştırılmasına yaptıkları çirkin
itirazlarıdır ki İbn-i Kesir ve Taberî tarihlerinde
naklettikleri gibi, diğer bir çok kaynakta da zikredilmiştir.
Bu örneklerin belki de en
önemlisi Allah Resulü'nün hayatının son demlerinde
gerçekleşmiştir. Resulullah (s.a.a) ölüm döşeğinde yatarken
bir ara yanındakilere hitaben şöyle buyurdu: "Bana bir kağıt
kalem getirin, size bir yazı yazayım ki benden sonra asla
dalalete düşmeyesiniz. Bir çok diğer sahabiyle birlikte orada
bulunan Ömer b. Hattab, kağıt kalem getirmek isteyenlere engel
olarak şöyle dedi: "Hastalık ona (Peygamber'e) galebe
etmiştir."
Bir diğer rivayette "Peygamber sayıklıyor, aramızda Kur'ân var
ve Kur'ân bize yeterlidir."
diyerek Resulullah'ın istediği yazıyı yazmasına engel
olmuştur. Bu olayın detaylarını ve bu tarihi olay hakkında
bazı Sünni alimlerin getirdikleri tevillere ve mazeretlere
Allâme Şerefuddin'in verdiği harika cevapları El-Mürâcaât
kitabında okuyabilirsiniz.
İşte bu noktaları görmezlikten
gelemeyen insaflı bir Sünni alimi şöyle yazıyor: "Sahabenin
adaleti nazariyesi siyasi bir nazariye ve Emevî bir plandır ki
Ümmeyye oğulları İslam dışı siyasetlerini tevil edip temize
çıkarabilmek için onu uydurmuş ve ondan bir çok yerde kendi
lehlerine istifade etmişlerdi."
Şunu da bilmek
gerekir ki Gadir gününde Gadir-i Hum'da bulunup da bu tarihi
olaya şahit olanların, aynı şekilde sahabenin hepsi Medin'de
değillerdi ve geniş İslam coğrafyasının değişik bölgelerinde
yaşamaktaydılar. Medine'de yaşayanların mevcudu ise üç dört
bin kişi civarındaydı; bunlardan bir çoğu da "Mevâlî" denilen
Arap dışı muhacirlerdendi ki kayda değer siyasi ve sosyal bir
yere sahip değillerdi ve kimse onların görüşlerine itina
etmiyor ve kendileriyle istişarede bulunmuyordu. Ayrıyeten
henüz kabilecilik düzeni topluma hakim olduğu için siyasi ve
sosyal konularda görüş bildirme ve söz hakkı sadece kabile
reisleri ve tabiri caizse ak sakallılarla sınırlandırılmıştı
ve başkalarının görüş ve tutumlarını önemseyen yoktu.
Medine'deki
sahabeden sonra sadece bazı kabilelerin reislerinin
görüşlerine başvuruluyordu. Bunların içinden de Resulullah'ın
amcası Abbas, Hz. Ali, Zübeyr ve diğer birçokları ta işin
başında biatten çekinip Hz. Ali'nin evinde itiraz mahiyetinde
toplanmışlardı. Diğer bazıları ise (Sa'd b. Ubâde ve oğlu Kays
b. Sa'd gibi) açık bir şekilde bu biate ve Resulullah'ın
naslarına yapılan muhalefete karşı geldiler. Dolayısıyla
naslara açık muhalefette bulunup hilafeti başkalarına
kaydıranlar, az bir guruptan ibaretti. Ancak bu işi Ömer b.
Hattab'ın da dediği gibi oldu bittiye getirip, başkalarına
emri vaki yaptılar ve hatta şöyle bir görüş ortaya attılar ki
bir kimse bir diğerine biat etti mi başkaları da buna boyun
eğmelidir; aksi taktirde öldürülürler. Böylece insanları biate
zorlayıp işi bitirdiler.
Bu durumu İbn-i Kuteybe'nin
"El-İmâmet-u Ves-Siyâse" kitabında naklettiği belge açık bir
şekilde ortaya koymaktadır. O şöyle yazıyor: "Hz. Ali
Peygamber'den kendisi hakkında nakledilen nasları insanlara
hatırlatınca, onların beyan ettiği mazeret şuydu: "Artık iş
işten geçti ve biz olup bitmiş bir durumla karşı karşıyayız.
Eğer sen daha erken davransaydın durum farklı olurdu…"
Medine dışında yaşayan sahabe ve
Müslümanlara gelince, onlar o günün kısıtlı ve zor haberleşme
imkanlarından dolayı uzun bir zamandan ve her şey olup
bittikten sonra olaydan haberdar oldular. Medine dışındakiler
genellikle Medine'den gelen haberlere kulak asıyor ve ona göre
hareket ediyorlardı. Bu olayı duyunca da çoğusu şöyle dediler:
"Bunlar son ana kadar Peygamber'le birlikte idiler. Belki de
Peygamber (s.a.a) yeni bir plan sunmuş ve farklı bir emirde
bulunmuştur. Bazıları ise haberi duyup da buna muhalefet
edince, canlarından oldular. Bunun en açık örneği Malik b.
Nüveyre'nin olayıdır ki bütün muteber kaynaklar
nakletmişlerdir.
Ayrıca, Buharî ve
Müslim de dahil bir çok Sünni kaynakta nakledilen bazı
hadisler de taassuptan uzak basiret sahibi kimselere bu
olayları tahlil etmelerine yardımcı olacak niteliktedir. Biz
son olarak bu hadislerden de birkaç örneği yorumsuz nakledip
kararı okuyucularımızın kendi hür vicdanlarına bırakıyoruz:
"Kıyamet günü ashâbımın önde gelenlerinden
bazısını getirip amel defteri siyah olanlarla birlikte
haşredecekler. Ben "Allah'ım! Onlar benim Ashâbım!" dediğimde,
şu cevabı duyacağım: "Senden sonra bu Ashâbının neler
yaptıklarını bilmiyorsun!" O zaman ben de o salih kulun
sözlerini
(Mâide, 117'de Hz. İsa'nın
(s.a) sözü kastediliyor)
tekrarlayacak "..Ve ben aralarında bulunduğum sürece
amellerine şahittim onların, beni aralarından aldıktan sonra
de kendin şahid oldun" diyeceğim. Bunun üzerine bana şöyle
denilecek: "Sen aralarından ayrılır ayrılmaz bunlar mürted
olup dinden çıktılar ve eski hallerine döndüler"
Bir diğer
rivâyette de şöyle geçer:
"Kevser havuzu kenarında Ashâbımdan bazılarını
bana getirirler. Ben onları tanıyınca -kim olduklarını
onaylayınca- onları benden ayırıp götürürler. O zaman ben "Ya
Rabbim! Ashâbımdı onlar..." dediğimde "Senden sonra onların
neler ettiğini bilmiyorsun..." denilir bana"
Sahih-i Müslim'de
de Hz. Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğu kayıtlıdır:
"Kevser havuzu kıyısında, ashâbım ve
arkadaşlarımdan bazısını bana getirip gösterirler; ben hepsini
birer birer tanıdıktan sonra onları alıp götürürler. O zaman
ben "Allah'ım! Onlar benim ashâbımdı" derim ve şu cevabı
duyarım: "Bunların senden sonra neler ettiğini bilmezsin!.."
-
Sünen-i İbn-i Mâce, Beyrut, Dâr-ül-Fikr baskısı, c.1,
s.43, Hadis: 126
-
Sünen-i Tirmizî, Beyrut, Dâr-ül Kütüb-il-İlmiyye baskısı,
c.5, s.591, Hadis: 3713
-
Şerh-ül-Mevâkif (Cürcânî), c.8, s.361
-
Es-Sevâik-ül Muhrika, s.64
-
Tehzîb-üt Tehzîb, c.7, s.288, Dâr-ül Kütüb-il İlmiyye,
Beyrut
-
Feth-ül-Bârî (Askalânî), c.7, s.61, Dâr-ül-Kütüb-il
İlmiye, Beyrut
-
Esme-l Menâkıb, Fî Esne-l Metâlip, s.22
-
Şerh-i Sahîh-i Müslim (Nevevî), Dâr-ü İhyâ-it Turas,
Beyrut, c.1, s.24, El-Müstedrek-u Ales-Sahihayn, Dâr-ül
Ma'rife, Beyrut, c.1, s.3
-
Şerh-u Nehc-il-Belağa (İbn-i Eb-il Hadid), 3. Hutbenin
Şerhi.
|