Bismillahirrahmanirrahim
HZ. ADEM (A.S)'IN MASUMİYETİ
Soru-201:
Peygamberlerin
masumiyetine karşı olan kimselerin en çok ileri sürdükleri
delillerin başında Hz. Adem'le ilgili olay gelmektedir. Eğer
bu konuda mektebimizin görüşünü geniş bir şekilde
açıklarsanız bizi memnun edersini. Allah razı olsun.
Cevap-201:
Evet sizin de belirttiğiniz gibi masumiyet karşıtlarının
kendilerine en çok dayanak yaptıkları şeylerin başında Hz.
Adem'in nehyedilen Ağaçtan yemesi ve bu olayla ilgili
ayetler ve o ayetlerde bulunan bir takım tabirlerin
zahiridir. Dolayısıyla bu konuyu en ince ayrıntılarına kadar
(özellikle bu konudaki Kur'an ayetlerini dikkate alarak)
işlememiz gerekir ki artık ellerinde hiçbir bahane kalmasın.
Hz. Adem'in nehyedildiği ağaç olayı ve ondan yedikten sonra
gelişen ayrıntılar Kur'ân'ın üç suresinde beyan edilmiştir.
Bu yüzden biz önce bu ayetlerin mealini aktarıp dah sonra
onların tahliline geçeceğiz inşallah. Bakara, A'râf ve Tâhâ
surelerinde geçen ayetlerin meali sırasıyla şöyledir:
Bakara
suresi:
* "Dedik ki:
"Ey Âdem, sen ve eşin cennete
yerleşin, ikiniz de ondan (nimetlerinden) dilediğiniz
yerinden yeyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa
zalimlerden olursunuz."
* Bunun
üzerine şeytan onları(n ayağını) oradan (cennetten)
kaydırdı, içinde bulundukları (nimet ve rahatlık
ortamın)ndan çıkardı. Biz de: "Birbirinize düşman olarak
(yeryüzüne) inin, orada belirli bir vakte kadar sizin için
bir yerleşme yeri ve faydalanma vesile(ler)i vardır." dedik.
* Derken Âdem
Rabb'ından birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O
da) tevbesini kabul buyurdu. Muhakkak O, tevbeyi çok kabul
eden, çok esirgeyendir." (Bakara, 35-36-37)
A'râf
suresi:
* "(Sonra
Allah, Âdem'e hitab etti): "Ey Âdem! Sen ve eşin cennete
yerleşin, dilediğiniz yerden yeyin; fakat şu ağaca
yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz."
* Derken
şeytan onların, (elbiselerinin dökülmesiyle) gizli kalan
çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara vesvese
etti ve şöyle dedi: "Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı
değil, sırf (bu ağaçtan yiyerek) ikiniz de birer melek yada
ebedî kalıcılardan olmayasınız diye sizi şu ağaçtan men
etti."
* (Şeytan
ardından da) onlara: "Elbette ben size öğüt verenlerdenim."
diye de yemin etti.
* Böylece
onları aldatarak (bulundukları makam ve mevkiden) aşağı
indirdi. Ağacı(n meyvesini) tadınca, çirkin yerleri
kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp
onlarla üzerlerini örtmeğe başladılar. Rableri onlara
seslendi: "Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size
apaçık düşmandır, demedim mi?"
* Dediler ki:
"Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz
ve bize rahmetinle muamele etmezsen muhakkak ziyana
uğrayacaklardan oluruz!"
* (Allah)
buyurdu: "Birbirinize düşman olarak inin (şeytan sizin
düşmanınız, siz de onun); orada belirli bir vakte kadar
sizin için bir yerleşme yeri ve faydalanma vesile(ler)i
vardır." (A'râf, 19 ila 24)
Tâhâ
suresi:
* "Doğrusu
bundan önce Âdem'den (bu ağaçtan yeme diye) söz almıştık,
fakat o unuttu ve biz onda bir azim (bir kararlılık)
bulmadık.
* Bizim
meleklere (hitab ederek) "Âdem için secde edin" dediğimizi
hatırla. İblis'ten başka hepsi secde etmiş, o çekinmişti.
* Biz de
(Âdem'e) şöyle demiştik: "Ey Âdem! Şüphesiz bu (İblis) sana
ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra
sıkıntı çeker ve perişanlığa müptela olursun."
* "Doğrusu
(cennette kalırsan) orada acıkmaz ve çıplak kalmazsın."
* Ve sen orada
ne susarsın, ne de güneşin sıcağından etkilenirsin."
* Nihayet
şeytan ona vesvese verdi. Şöyle dedi: "Ey Âdem! Sana
sonsuzluk (hayatının) ağacını ve çökmesi olmayan bir
saltanatı göstereyim mi?"
* Bunun
üzerine ikisi de o ağaçtan yediler. Hemen ayıp yerleri
kendilerine açılıp görünüverdi. Ve üzerlerine cennet
yaprağından örtüp yamamaya başladılar. (Evet) Âdem Rabbinin
emrinden çıktı da şaşırdı-hüsrana uğradı.
* Sonra Rabbi,
onu seçti de tevbesini kabul buyurdu ve ona doğru yolu
gösterdi.
* (Allah
onlara) şöyle buyurdu: "Birbirinize düşman olmak üzere
hepiniz oradan (cennetten) inin. Artık benden size bir
hidayet geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa işte o,
sapıklığa düşmez ve zahmet ve sıkıntıya mübtela olmaz."
(Tâhâ, 115 ila 123)
Âyetlerin
mealini verdikten sonra şimdi bu ayetlerdeki bazı cümleler
ve tabirler hakkında söz konusu olan sorulara değinip
sırasıyla cevaplamaya çalışacağız:
1- "Bu ağaca
yaklaşmayın" cümlesindeki nehiy ne türlü bir nehiydi?
2- Şeytanın
Adem ve eşine yaptığı vesveseden maksat nedir?
3- "Şeytan o
ikisinin ayağını kaydırdı" cümlesinde kastedilen nedir?
4- "Adem
Rabbinin emrinden çıktı ve şaşırdı" cümlesinde "emirden
çıkma ve şaşırma"dan bizim bildiğimiz günah değil mi?
Değilse bunu nasıl açıklayacağız?
5- Hz. Adem'in
"Ey Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" cümlesinin anlamı
nedir?
6- "Âdem
Rabb'inden birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O
da) tevbesini kabul etti" buyuruyor. Tevbe bir günahın
yapıldığına işaret değil mi?
7- "Eğer bizi
bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen.." cümlesi,
bir günahın yapıldığını ve dolayısıyla bunun bağışlanmasına
yönelik bir talep olduğunu göstermiyor mu?
8- Tahâ
suresinin 115. ayetinde Hz. Adem'e verdiği sözü unuttuğu ve
azimli davranmadığı vurgulanmaktadır. Bunu nasıl izah
edeceksiniz?
Şimdi Allah'ın
lütuf ve yardımıyla bu soruları birer bire cevaplamaya
çalışacağız. Ve inşaallah sonunda görülecek ki öyle
zannedildiği gibi Hz. Adem'e isnad edilen ve İlahi cezayı
hak ettiren bir günah asla söz konusu değildir.
"Bu ağaca
yaklaşmayın" cümlesindeki nehiy ne türlü bir nehiydi?
Cevap:
Emir ve nehiyler iki türlüdür: a) Mevlevî Emir ve Nehiy, b)
İrşâdî Emir ve Nehiy.
Mevlevî
Emir Nehiy: Emredenin emir veya
nehyinde, sahip olduğu mevlalık ve sulta statüsünü işe
katarak emrine veya nehyine kesin bir şekilde itâat
edilmesini istediği ve dolayısıyla yerine getirildiğinde
sevabın, muhalefet edildiğinde ise cezanın hak edildiği emir
ve nehye denir.
İrşâdî Emir
ve Nehiy: Emredenin emir veya
nehyinde mevlalık statüsünü işe katmadan, sadece müşfik bir
nasihatçi ve irşâtçı olarak muhatabının mutluluğunu ve
zorluklara düşmemesini hedeflediği, yapıp yapmamayı onun
seçimine bıraktığı ve emir ve tavsiyesinin yanında yapılacak
muhalefetin kendisinden dolayı değil, fiilin kendisinden
kaynaklanacak sıkıntı ve sonuçları hatırlattığı emir ve
nehye denir. Başka bir tabirle amellerin ve fiillerin kendi
tabiatında her halükarda (ve faili kim olursa olsun)
bırakacağı bir takım sonuçları vardır. Mevla da o
sonuçlardan haberdar olduğu için, insana (onu uyarma
maksadıyla) bu olumlu veya olumsuz sonuçlara hatırlatmakta
ve kendisine dikkat etmesini öğütlemektedir. Ama her
halükarda yerine getirmeyi veya getirmemeyi seçmede onu
serbest bırakmaktadır. Dolayısıyla, mevlanın nasihat ve
öğüdüne uyduğu takdirde o fiilin olumsuz sonuçlarından
korunacaktır; yaptığında ise onun olumsuz sonuçlarına
müptela olacaktır.
Konunun daha
iyi anlaşılması için bir örnek verelim: Bir doktor hastasını
muayene ettikten sonra, ona bir takım ilaçları kullanmasını
ve gerektiğinde bir takım perhizler uygulamasını öneriyor.
Şimdi eğer hasta doktorunun tavsiye ve emirlerine uyarsa,
tabii olarak sağlığına kavuşacak. Ama onun tavsiye ve
irşatlarına muhalefet ederse de yine tabii olarak hastalığı
devam edecek ve bunun sonuçlarını katlanma durumunda
kalacaktır. Ama burada doktorun şahsına yönelik bir durum
(saygısızlık vb.) söz konusu değildir. Zira doktorun hedefi
ona irşad ve nasihatta bulunmaktı başka bir şey değil.
Dolayısıyla bunun olumlu veya olumsuz sonuçları sadece
hastanın kendisini ilgilendirmektedir.
Allah-u
Teala'nın da emir ve nehiyleri aynı şekilde ikiye, mevlevî
ve irşâdî olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Mevlevi olanları
Allah-u Teala'nın Mevlalık statüsüne dayanarak ettiği emir
ve nehiylerdir; dolayısıyla uhrevi mükafat ve cezayı da hak
ettirmektedir. İrşadî olanları ise sadece irşat ve nasihat
özelliğini taşıyan, insanın yapıp yapmamakta serbest olduğu,
dolayısıyla sadece dünyevi sonuçları olan ve ahirett sevabı
veya cezasını bulunmayan emir ve nehiylerdir.
Bu açıklamadan
sonra şimdi konumuza dönecek olursak, Hz. Adem'in söz konusu
ağaçtan sakınmasına yönelik olan nehiy, nasihat niteliği
taşıyan irşâdî bir nehiydi, mevlevî değil. Kur'an'da bu
konuda geçen ayetlerdeki karineler de bunu göstermektedir.
Dolayısıyla sonuç olarak Hz. Adem sadece yaptığı fiilin
tabii sonuçlarına katlandı, ama Mevlevî bir emre muhalefette
olduğu gibi bu muhalefetinden dolayı uhrevî bir cezayı hak
etmiş değildi. Şimdi âyetlerdeki bu karinelere bir göz
atalım:
1- Eğer Hz.
Adem'in muhalefeti Mevlevî bir emre muhalefet olsaydı,
tevbesinin ardından (ki kabul edilmişti), yaptığı fiilin
olumsuz sonuçları (elbiselerin dökülmesi, cennetten
çıkarılması türlü zorluklara maruz kalması) da kalkması
gerekirdi. Oysa tevbesine rağmen yine de bu sonuçlara
katlanmak durumunda kaldı. Bu da evvela Allah-u Teala'nın bu
nehyiyle Adem'i o olumsuzluklardan korumak istediğinin;
Adem'in de söz konusu sonuçlara mevlaya muhalefetten dolayı
değil, yapılan fiilin tabii bir sonucu olarak katlandığının
açık bir göstergesidir.
2- Özellikle
Tâhâ suresindeki ayetlerdeki karineler bu nehyin irşadî bir
nehiy olduğunu ve Hz. Âdem'i bir takım olumsuz sonuçlardan
ve sıkıntılardan korumayı amaçladığını göstermektedir.
"Biz de
(Âdem'e) şöyle demiştik: "Ey Âdem! Şüphesiz bu (İblis) sana
ve eşine düşmandır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra
sıkıntı çeker ve perişanlığa müptela olursun."
"Doğrusu
(cennette kalırsan) orada acıkmaz ve çıplak kalmazsın."
Ve sen orada
ne susarsın, ne de güneşin sıcağından etkilenirsin." (Tâhâ,
17 ila 119)
"Sakın sizi
cennetten çıkarmasın, sonra sıkıntı çeker ve perişanlığa
müptela olursun" cümlesi açık bir
şekilde yapılan nehye uymanın sonucunun "Doğrusu
(cennette kalırsan) orada acıkmaz ve çıplak kalmazsın. Ve
sen orada ne susarsın, ne de güneşin sıcağından
etkilenirsin" cümlelerinde beyan edilen cennette kalmaya
devam edip oradaki nimet ve mutluluğu korumaktı. Bu nehye
muhalefetin sonucu ise bu nimet ve mutluluğu kaybetmekti.
Bütün bunlar, Allah-u Teala'nın mevlalık statüsünü dikkate
alarak itaati farz olan bir nehiyde bulunmadığını,
maksadının sadece nasihat ve öğüt olduğunu ve muhalefet
edildiğinde söz konusu cennetten (nimetlerle donatılmış
bahçeden) çıkıp dünya hayatında bunun zararlarına
katlanacağını göstermektedir.
3- Hz. Âdem ve
eşi nehyedilen ağaçtan tadıp ayıp yerleri ortaya çıktığında
Allah-u Teala onlara şu hitapta bulundu: "Ben sizi o ağaçtan
men etmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?"
Açıkça görüldüğü gibi bu, müşfik bir nasihatçinin hitap
tarzıdır ki yaptığı nasihat ve öğüde uyulmadığını görünce
dönüp "Ben size dememiş miydim?... Sizi bundan sakındırmamış
mıydım?" şeklinde muhatabına sitem etmektedir.
4- Yine
Allah-u Teala, "Şeytan onların, (elbiselerinin dökülmesiyle)
gizli kalan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için
onlara vesvese etti" cümlesiyle şeytanın vesvesesindeki
amacının onların bedenlerinin çıplaklaşmasını sağlamak
olduğunu ve dolayısıyla bu vesveseden, sadece yapılan fiilin
tabiî bir sonuca olarak çıplaklaşma meydana geldiğini
anlıyoruz; başka bir şey (mevlevi emir-nehiylere muhalefette
meydana gelen Allah'tan uzaklaşma ve uhrevi cezayı hak etme
gibi şeyler) değil.
5- Aynı
şekilde Allah-u Teala'nın şeytanın vesvesesinin keyfiyeti
hakkında naklettiği cümlelerden şeytanın iyi niyetli bir
nasihatçi kılığına girerek onlara yaklaştığını ve yemin
ederek "Elbette ben size öğüt verenlerdenim (sizin hayrınızı
istiyorum)" görüyoruz. Bu da kelam üsluplarından birazcık
haberdar her kesin, Allah-u Teala'nın da Âdeme ettiği nehyin
nasihat babından olduğunu anlar.
Buraya kadar
zikrettiğimiz bu karinelerden Âdem'e yönelik olan İlahî
nehyin mevlevi değil irşadi olduğunu ve Hz.Âdem'in olumsuz
sonuçlardan, zorluk ve perişanlıktan uzak kalmasını sağlama
amacı taşıdığını anlıyoruz. Dolayısıyla o da bu nasihata
bağlı kalmadığı için yaptığı fiilin tabii sonuçlarıyla
karşılaşmış ve şu İlahi hitaba maruz kalmıştır: "Birbirinize
düşman olarak inin (şeytan sizin düşmanınız, siz de onun);
orada belirli bir vakte kadar sizin için bir yerleşme yeri
ve faydalanma vesile(ler)i vardır." (A'râf, 19 ila 24)
"Birbirinize düşman olmak üzere hepiniz oradan (cennetten)
inin." (Tâhâ, 123)
Kaldı ki şunu
da bilmemizde fayda vardır ki, bazı hadislerden de
anlaşıldığı üzere Hz. Âdem'in bu nehye muhatap olduğu ortam,
teklif ortamı değildi. Yani Hz. Âdem'in ve eşinin orada
hiçbir şer'i ve mevlevî teklif ve görevi yoktu ki yapılan
nehye muhalefet isyan ve günah sayılsın ve uhrevî cezayı hak
ettirsin. Teklif olayı söz konusu nehye muhalefetin ve
yeryüzüne inmenin ardından başlamıştır. Kur'an'ın cennet
diye tabir ettiği o yer ise, Hz. Âdem ve eşi için adeta bir
talimgah, eğitim alma ve tecrübe edinme yeriydi. Dostlarını
ve düşmanlarını iyi tanımaları, itaat ve muhalefetin nasıl
ve hangi sonuçlara yol açabileceği, kısacası daha bir
basiret sahibi olmaları ve gelecekte üstlenecekleri
sorumluluklar için hazırlandıkları bir yerdi.
Bu konuda bir
başka cevap daha verilmiştir bir kısım müfessirler
tarafından; o da şudur ki, günah iki kısımdır, birincisi her
kes için geçerli olan ve yapıldığında Allah-u Teala'ya isyan
sayılan günahlar. O da Allah-u Teala'nın haram kıldığı ve
kesin bir dille nehyettiği şeyleri yapmak. İkincisi ise
"nisbi" günahlar. Yani bazı kimseler için günah sayılmadığı
halde bazıları için sahip oldukları makam ve dereceye
nazaran günah sayılan şeyler. Bazı fililer vardır ki özü
itibariyle mubah ve caiz olan bir şeydir; ancak insanlar onu
belli bir insana yakıştırmıyor ve onun bunu yapmasını yanlış
buluyor ve bundan dolayı da onu kınıyor. Mesela bir fakir
yardım dilediğinde, mali durumu zayıf olan bir kimse çıkarıp
örneğin bir milyon ona yardımda bulunduğunda onu bu
yaptığından dolayı övüyor; ancak aynı miktar yardım mali
durumu çok yüksek olan zengin birisi de yaparsa, insanlar
"sahip olduğu servete bak, yaptığı yardıma bak diyerek" bunu
ona yakıştıramadıkları için kınıyorlar. Oysa yaptığı iş
özünde kötü bir iş değil; nihayetinde o da bir yardımdır.
Veya mesela huşusuz , teveccühsüz, ve dağınık bir fikirle
kılınan namaz kılan kimsenin boynundan teklifi kaldırır.
Ancak bir peygamber örneğin böyle bir namaz kılarsa, bu onun
sahip olduğu manevi makam ve derece itibariyle ona yakışan
bir durum olmadığı için kınamaya mucip bir fiildir. Hz.
Adem'in de söz konusu ağaçtan yemesi de işte böyle bir
şeydir. Daha açık bir ifadeyle, Allah-u Teala Hz. Adem'i
aziz kılmış ve ona varlıkların gerçeklerini öğretmiş,
meleklerin öğretmeni yapmış ve ona secde ettirmişti. Sonra
cennete yerleştirip, her şeyden yemesini serbest bırakarak,
belli bir ağaçtan yemesini yasaklamıştı. Böyle bir durumda o
ağacın yasaklanması, kesin ve itaati farz olan bir yasak
olmamakla birlikte Hz. Adem'e sahip olduğu o yüce makamından
dolayı yakışan şey ondan sakınmasıydı. Dolayısıyla böyle bir
kimseye nazaran, böyle bir fiili yapmak, tevbeyi gerektiren
bir nevi isyan sayılıyordu. Bu tür fillere kelam ilminde
"terk-i evla" (iyi olanı terk etme) deniyor. Yani Hz.
Adem'in yaptığı, haram olmamakla birlikte yapılmamasının ona
nazaran daha iyi olduğu bir fiili yapmasıydı. Ama sahip
olduğu yüce makamından dolayı, yaptığı bu mekruh fiil ona
tabi ki pahalıya mal oldu. Bizim ayet ve hadislerden ve akli
delillerden istifadeyle, peygamberlerin masumiyeti için
çizdiğimiz sınır, bütün insanlar için söz konusu olan kesin
haram ve farzların ihlaliyle ilgilidir. Bu tür terki evla
sayılan ve haram olmadığı halde yapılmaması onlara daha
yakışık olan fiiller değil. Hz. Adem de dahil diğer bazı
peygamberlere isnad edilen bazı muhalefetler, hep bu türden
şeylerdir, kesin bir haramı işleme veya bir farzı ihlal etme
değildir kesinlikle.
Şeytanın Adem ve
eşine yaptığı vesveseden ve onların ayağını kaydırmasından
maksat nedir?
Cevap:
Sorunun açılımı şöyledir: "Şeytan o ikisi için vesvese etti"
(A'râf, 20) Ve "Şeytan ona vesvese etti" (Tâhâ, 120)
ayetlerinden şeytanın vesvesesinin Hz. Adem'in nefsinde etki
yaptığı anlaşılmaktadır. Bu ise Allah-u Teala'nın "(Ey
şeytan) benim kullarıma senin bir sultan söz konusu olamaz.
Sana uyacak olan sapıklar hariç." (Hicr, 42) ve şeytanın
dilinden naklettiği "İzzetine and olsun o (insanların)
hepsini aldatacağım, kullarından muhles (halis kılınmış)
olanlar hariç." (Sâd, 82-83) ayetlerdeki manaya ters
düşmektedir. Zira bu ayetlerde şeytanın halis kılınmış
peygamberlere bir sulta ve etkisinin söz konusu olmadığı
anlaşılmaktadır. Peki Hz. Adem'i nasıl etkiledi?
Bu sorunun
cevabı şudur ki, muhles kullardan maksat, Allah-u Teala'nın
yaratıkları arasından seçtiği kimselerdir. Zira Allah
Kur'an-ı Kerim'de bir grup peygambere işaretle, şöyle
buyurmaktadır:
"Onlar
Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerdir; Âdem'in
evlatlarından, Nuh ile (gemiye) bindirdiklerimizden, İbrahim
ve Yakub'un zürriyetinden ve hidayet edip de seçtiğimiz
kimselerden…" (Meryem, 58)
Yine bir kısım
peygamberlere değinerek, şöyle buyurmuştur:
"Ve o
(peygamberlerin) babalarından çocuklarından ve
kardeşlerinden)den de. Biz onları seçtik ve doğru yola
hidayet ettik." (En'âm, 87)
Eğer şeytanın
asla etkileyemeyeceği muhles kullar, Allah'ın özel bir
seçimine mazhar olan kimseler ise, Hz. Âdem söz konusu nehye
muhalefet ettiği zaman henüz seçilmişlerden değildi. Zira
ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır: "Âdem Rabbinin emrinden
çıktı da şaşırdı. * Sonra Rabbi, onu seçti de tevbesini
kabul buyurdu ve ona doğru yolu gösterdi." (Tâhâ, 121-122)
Görüldüğü gibi Hz. Âdem'in seçilişi, bu olaydan sonradır.
Dolayısıyla iki ayet arasında herhangi bir çelişki söz
konusu değildir.
Şu noktayı da
göz ardı etmemek lazımdır ki, şeytanın normal insanlara
etkisi onların kalplerine nüfuz etme şeklinde
gerçekleşmektedir. Zira normal insanlardan bahsederken "Fî"
edatı kullanarak "Yüvesvisu fî sudûrin-nâs" (insanların
göğüslerine (kalplerine) nüfuz ederek, vesvese eder)
buyurmaktadır. Oysa buradaki ayetlerde "Fî" edatı yerine
"Lî" ve "İlâ" edatı kullanmıştır. (A'râf, 20, Tâhâ, 121) Bu
farklılıktan anlaşılan şudur ki birincisinde şeytanın
vesvesesi, onların içine nüfuz edip bir nevi üzerlerine
sulta kurarak gerçekleştirilir; ama burada yakınlaşma ve bir
nevi uzaktan vesvese şeklindedir.
"Şeytan o ikisinin
ayağını kaydırdı" cümlesinde kastedilen nedir?
Cevap:
Bu tabir, Hz. Âdem'in (masumiyetle bağdaşmayan) mevlevî bir
günah işlediği anlamına gelmez. Zira Hz. Âdem'in vesvesesi,
olayı iyi tahlil edip ayetlerde kullanılan karineleri de
dikkate alırsak, hafif bir etkilenmeydi. Bu da nehyin irşadî
olması ve kesin bir haramın söz konusu olmadığı, şeytanın
iyi niyetli bir nasihatçi kılığında yaklaşması, galiz antlar
içmesi, Âdem'in de o güne kadar ilk defa böyle bir şeyle
karşılaşması ve insanın doğasında bulunan merak ve tamah
hasletlerinin de etkisiyle etkili olmuştur. Kısacası "ayağı
kaydı" tabiri irşadî bir nehye muhalefette de dorudur. Zira
onda da bilahare dünyevi de olsa bir maslahat ve mutluluğu
kaçırmış olması, ve bir takım zorluklara sürüklenmesi
açısından ayağı kaymış ve Hatay düşmüştür. Bu kadarı da
önceden de değindiğimiz gibi peygamberler için belirlenen
masumiyet sınırları dahilinde gerçekleşmiş olduğu için,
onların masumiyetine bir zarar vermez. (Lütfen yazının
başında masumiyet için çizdiğimiz çerçeveyi sürekli göz
öünde bulundurun.)
"Adem Rabbinin
emrinden çıktı (asâ) ve şaşırdı-hüsrana uğradı (Ğevâ)"
cümlesinde "emirden çıkma ve şaşırma-hüsrana uğrama"dan
maksat bizim bildiğimiz günah değil mi? Değilse bunu nasıl
açıklayacağız?
Cevap:
Masumiyet karşıtlarının en çok da asıldığı şey bu iki
kelimedir. Oysa getireceğimiz açıklamayla onlar bununla da
meramlarına ulaşamayacaklarını görecekler. Önce şunu
bilmeliyiz ki Kur'an'da kullanılan her kelimenin manası illa
da dindar insanlar arasında yaygın olan şer'î ıstılahlar
değildir. Bazen aynı manada kullanılır, bazen ise kelimenin
lügatteki manası kullanılmıştır, hatta eğer dindarlar
arasında yaygın bir mana olmasa dahi. Burada da durum
böyledir. Yani dindar insanlar örfünde "isyan" denildiğinde,
bundan günah ve kesin bir İlahi iradeye karşı gelme
anlaşılmaktadır. Ancak Kur'an'da bu kelime bazen bu manada
kullanıldığı gibi bazen de lügatteki gibi genel bir mana
olan "itaat etmeme ve yerine getirmeme" olarak
kullanılmıştır. Dolayısıyla bu kelimenin kendisinden yapılan
şeyin günah olduğunu çıkarmak doğru değildir. Yapılacak şey,
yapılan muhalefetin türüne bakmaktır. Eğer Mevlevi ve
zorunlu bir emre veya nehye muhalefet yapılmışsa, yapılan
günah sayılır. Ama eğer yapılan muhalefet irşâdî bir emir
veya nehye muhalefet ise veya terki evla olan bir şey ise, o
zaman günah sayılmaz. Hz. Adem'in yaptığı muhalfet de
önceden de açıkladığımız üzere irşadî bir nehye muhalefet
olduğu için veya haram olmadığı halde sadece yapmaması onun
makamına daha layık olduğu için günah sayılmaz. Dolayısıyla
da savunduğumuz masumiyetiyle çelişmez.
Evvela bir çok
meşhur ve otorite lügatçiye göre, "Ğevâ" kelimesi kaybetmek,
hüsrana ve ziyana uğramak, bozulmak demektir. (Lisan-ül Arap
-İbn-i Mazûr-, c.15, s.140) Dolayısıyla bu manaya göre
âyetin anması şu olur. Adem irşadî nehye muhalefetten sonra
ziyan etti, ve içinde bulunduğu nimetleri kaybederek,
rahatlık ve huzuru buzuldu ve cennete kalma imkanını
kaybetti. Görüldüğü gibi böyle mana edildiğinde yine bu
kelimenin de masumiyete ters düşecek bir tarafı kalmıyor.
Hatta faraza
bazılarının yaptığı gibi biz bunu "şaşırmak" şeklinde mana
etsek dahi yine tevili mümkündür. Zira bu manaya göre,
insanın doğru yolu kaybetmekle şaşkınlığa düşebileceği gibi
(ki bunlar günahtan kaynaklanan şeylerdir), dünyevi
hedeflerinde asıl maksadından şaşarak yanlış yapıp
maslahatına ve yararına olan istikametten şaşmasına da
denebilir ki Hz. Adem'in ki bu türden bir şeydi. Yoksa haşa
Kur'an ona hak yoldan şaşıp dalalete düştüğünü söylemek
istemiyor.
Merhum Allame
Tabatabaî de "Ğayy" kelimesini şöyle açıklıyor ve diyor ki:
"Ğayy, sürüsünü kaybettikten sonra şaşkın bir vaziyette ne
yapacağını bilmeyen koyunun düştüğü duruma denir. Hz. Adem
(a.s) da söz konusu muhalefetin ardından, yanlışının farkına
vardığında, işte böylesi bir şaşkınlığa uğramış pişman bir
halette ne yapacağına bilmez bir hale gelmişti. Görüldüğü
gibi bu iki kelimeden de illa da günah ve şer'î isyan manası
çıkarılacak diye bir zorunluluk yoktur ve masumiyetle
çelişmeyecek şekilde onları da rahatlıkla tefsir ve tevil
etmek mümkündür.
Hz. Adem'in "Ey
Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik" cümlesinin anlamı nedir?
Cevap:
Zulüm lügatte "Bir şeyi asıl yerine koymamak ve haddi
aşmak", adalet ise "her şeyi kendi yerine konyak ve haddi
aşmamak" demektir. Dolayısıyla her zulüm günah değildir.
Günah olarak nitelendirebileceğiz olduğu gibi, böyle
olmayanı da vardır. Müşfik bir nasihatçinin sözünü
dinlemeyip tersini yapan veya zorunlu olmayan nehye
muhalefet eden kimse de bir anlamda kendisine zulmetmiş ve o
nasihat ve nehiyden beklenen maslahat ve yararı kaçırmış ve
kendisi için o konuda doğru olan yoldan mahrum kalmıştır.
Kur'an-ı Kerim'deki bir ayet de bu gerçeği teyid etmektedir.
Zira Nisa suresinin 110. âyetinde şöyle buyurmaktadır: "Kim
bir kötülük işler veya kendi nefsine zulmeder, sonra da
Allah'tan mağfiret dilerse, Allah'ı çok bağışlayıcı ve çok
merhametli bulur." Görüldüğü gibi âyet-i kerime, zulmü "ev"
(veya) edatıyla kötü amele atfetmektedir. Bu da mana ve
mefhum olarak bu ikisinin birbirinden farklı olduğunu
gösteriyor. Eğer aynı olsalardı, ya getirilmez veya en
azından "ve" edatıyla atfedilirdi. Dolayısıyla zulüm bazen
kötü amel ve günah olacağı gibi, bazen nefse zulüm ve
haksızlık olmakla birlikte şer'î bir günah da olmayabilir.
Dolayısıyla Hz. Adem'in "Ey Rabbimiz biz nefsimize
zulmettik" cümlesi günaha itiraf olarak algılanmamalıdır.
Çünkü günah ve kötü amel nefsin sahip olduğu yüce makamdan
düşmesi ve İlahi sınırları çiğnemesi demektir. Ama nefse
zulüm her zaman böyle değildir. Bazen nefsin dünyevi bazı
menfaatleri kaçırması ve bir takım zorluklara maruz kalması
demektir. Hz. Adem (a.s)'ın ki de bu türdendi. Bu
açıklamayla "Bu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden
olursunuz" âyetindeki zulümden maksat da böyle bir
zulümdür.
"Âdem Rabb'inden
birtakım kelimeler aldı, (onlarla tevbe etti. O da)
tevbesini kabul etti" buyuruyor. Tevbe bir günahın
yapıldığına işaret değil mi?
Cevap:
Tevbe lügatte dönüş anlamınadır. Eğer bu kelime Allah'a
isnad edilirse, "Alâ" edatıyla kullanılır ve bundan Allah'ın
rahmetiyle tevbe edene dönüşü kastedilir. Örneğin Tevbe
suresinin 117. ayetinde buyuruyor ki: "Hiç şüphesiz
Allah, yine peygambere ve en zor saatine (döneminde) ona
uyan Muhacirler'le Ensar'a, tevbe etti (tevbelerini kabul
edip rahmetini onlara geri çevirdi)."
Kula isnad
edilirse, "İlâ" edatıyla kullanılır ve bundan, kulun
yaptığından pişmanlık duyarak Rabbine dönüşü kastedilir.
Örneğin Bakara suresinin 54. âyetinde şöyle buyuruyor:
"Rabbinize dönün-tevbe edin ve kendinizi öldürün." Yine
Maide suresinin 74. ayetinde buyuruyor: "Onlar, Allah'a
dönerek tevbe ve istiğfar etmezler mi?
Mevzuumuza
gelirsek, "Allah da o (Adem'in) tevbesini kabul edip
rahmetini ona geri çevirdi." (Bakara, 37)
âyetindeki tevbeden maksat, Allah-u Teala'nın yeniden Adem
ve Havva'ya rahmet ve lütfunu geri getirmesidir.
Yine "Sonra
Rabbi onu seçti tevbesini kabul edip rahmetine mahzar kıldı
ve hidayet etti" âyetinde de aynı mana kastedilmiştir. Yani
Allah-u Teala Adem'i aldığı kelimeler üzerine ona yalvarması
neticesinde seçti ve o zaman rahmetiyle ona geri döndü ve
onu hidayet etti ve nasihatini dinlemediği için içine
düştüğü şaşkınlık ve zulmetten onu kurtardı. Evet Adem2in
tevbe ve dönüşü doğrudur, ama her tevbe ve dönüşün, illa bir
günah ve kötülükten olması gerekmez. Adem (a.s) Rabbinin
nasihatini dinlemediği için, pişman oldu ve bunu kendine
yakıştıramadığı için de bundan tevbe etti. Önceden
değindiğimiz bir tefsire göre âyetin bu ayetin tefsir ve
tevili kolaydı. Yani bazı şeyler günah olmamakla birlikte,
yüce makamlara sahip olan kimselere yakışmadığı için onlara
nisbet bir nevî günah sayılmaktadır. Dolayısıyla o
şahsiyetlerin, bu gibi terk-i evla dediğimiz şeylerden tevbe
etmeleri, şer'î bir günahı işledikleri anlamına gelmez;
aksine onların İlahî azamete olan geniş ilim ve yakinlerinin
bir alameti sayılır. Bu yüzden "İyilerin iyilikleri,
mukarreb kimselerin kötülüğü sayılır" denmiştir. Allah
Resulü'nden de şöyle nakledilmiştir: "Benim kalbime perdeler
geliyor ve ben her gün yetmiş defa Allah'a istiğfar
ediyorum." (Sahih-i Müslim, c.8, s.72, İstiğfarın müstehap
oluşu ve çok istiğfar etme bâbı) Açıktır ki Allah Resulü'nün
bu yetmiş defa istiğfarı (haşa) her gün yetmiş günah
işlediği anlamına değil, Allah Resulü'nün Allah'ın azamet ve
yüceliğine olan geniş ilim ve idrakinin bir göstergesidir.
"Eğer bizi
bağışlamaz ve bize rahmetinle muamele etmezsen.." cümlesi,
bir günahın yapıldığını ve dolayısıyla bunun bağışlanmasına
yönelik bir talep olduğunu göstermiyor mu?
Cevap:
"Ğafere" kökünden
gelen "Ğufrân", örtme ve üstünü kapama demektir. Dolayısıyla
örtülen veya örtülmesi istenen şeyin, her yerde illa da
günah olması gerekli değildir. Hem günah olabilir, hem de
caiz olduğu halde, yüce bir makama sahip kimseye yakışmayan
bir hareket de olabilir. Dolayısıyla Adem (a.s), Rabbinden
"Eğer bizi mağfiret etmezsen" cümlesiyle yaptıkları irşadi
nehye muhalefetin ve terk-i evla yanlışının üzerinin
örtülmesini, "Ve bize merhamet etmezsen" cümlesiyle de
rahmet-i İlahiyenin yeniden hallerine şamil olmasını
istemekte ve "Yoksa hüsrana uğrayanlardan oluruz"
cümlesiyle, kaybettikleri nimet ve lütufları geri kazanmayı
ve bulundukları hüsrandan kurtulmalarını talep etmektedir.
Tahâ suresinin 115.
ayetinde Hz. Adem'e verdiği sözü unuttuğu ve azimli
davranmadığı vurgulanmaktadır. Bunu nasıl izah edeceksiniz?
Belki de
sorulmak istenen tam anlamıyla şudur: Biz peygamberlerin
sehven de olsa hata yapmamaları ve bu gibi hatalardan da
masum olmaları gerektiğini söylemiştik. Fakat ayetteki
tabirin bu düşünceye ters düştüğü varsayılarak "İşte Hz.
Adem unutarak hata veya muhalefet yapmıştır; dolayısıyla
böyle bir düşünce nasıl doğru olabilir?" diye sorulmaktadır.
Cevap:
Bizim peygamberlerin sehven bile
hata yapmamları gerekir dediğimiz şey, orada da izah
ettiğimiz gibi, vahyin telakkisi, hıfzı tefsir ve
tebliğinde, kısacası İlahi bir hüküm ve direktif olarak
insanlara sundukları hiçbir konuda ve yine bunları uygulama
ve örnek olma noktasında, ister kasten, isterse sehven asla
hata yapmamaları gerektiğidir. Bu konuda da insanın
mukaddimeten bazı katkıları olmasıyla birlikte, asıl koruma
İlahi tasarruflarla gerçekleşmektedir. Yani Allah-u Teala bu
konularda Peygamberlerinin hata yapmasına asla müsaade
etmez. Ama o çerçevenin dışında kalan ve sadece o
peygamberin şahsını ilgilendiren bazı konularda
Peygamberlerin sehven hata yapabilecekleri veya bazı şeyleri
unutabilecekleri hem mümkün hem de vakidir. Hz. Adem'deki
olay da bundan ibarettir.
Âyette
geçen azim olayına gelince, tabi ki Hz. Adem'e yakışan şey
hatta irşadî olan emir ve nehiylerde ve yapılmaması daha
uygun olan şeylerde dahi İrşad edeninin ve Rabbinin sözüne
uymasıydı. Ama şeytanın müşfik yaklaşımları, galiz yeminleri
ve o güne kadar Hz. Adem'in böylesine yapılan yeminlere
rağmen yalan konuşabileceğini görmemesi, merak konusu vs.
Hz. Adem'in bu konuda verdiği sözü unutmasına yol açtı ve
irşadî emre muhalefeti gerçekleştirip kendisini zahmete
düşürdü ve içinde bulunduğu nimetlerden mahrum kaldı.
Görüldüğü gibi
bu açıklamalarla, söz konusu sorularının hepsinin cevabını
vermiş bulunuyoruz. Dolayısıyla bunların hiç birisi Hz.
Adem'in kesin ve Mevlevi bir emre muhalefet ettiğini
göstermez. Onun yaptığı sadece İrşadî bir emre muhalefetti
ve bir başka tabirle evla olanın terkiydi. Yoksa
bulundukları yer mevlevî tekliflerin yeri değildi. Ama sahip
olduğu yüce makama yakışmadığı için, tabi ki kendisine
pahalıya mal oldu. Diğer bazı peygamberler hakkındaki
olaylarda da durum aynıdır.
HZ. ADEM'LE
İLGİLİ BİR BAŞKA ÂYETİN TEFSİRİ
Burada yeri
gelmişken Hz. Adem (a.s) ile ilgili masumiyet karşıtlarının
bahane ettikleri bir diğer ayetin de doğru ve sahih
tefsirini konumuzun tekmili için vermeği yararlı görüyoruz.
Evet bu
kimseler, A'raf suresinin 189 ila 192. âyetlerine dayanarak
Hz. Adem'in masum olamayacağını ispat etmeğe çalışmışlardır.
Hatta bu ayetlerin zahirine dayanarak Allah'ın seçtiği bu
yüce peygamberi ve eşini şirkle suçlayacak kadar işi ileri
götürmüşlerdir maalesef.
Şimdi biz önce
söz konusu ayetlerin metnini, sonra bu âyetten masumiyetle
çelişen bir manayı nasıl çıkardıklarını, daha sonra da bunun
geniş cevabını vermeğe çalışacağız:
* "Sizi bir
tek nefisten yaratan, onunla sükûnet bulsun diye eşini de
ondan yaratan Allah'tır. O, eşiyle cinsel münasebette
bulunduğunda, eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile kaldı). Bir
müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O vakit ikisi
birden Rableri olan Allah'a şöyle dua ettiler: "Eğer bize
salih bir evlat verirsen, biz muhakkak şükredenlerden
olacağız."
* Fakat Allah,
kendilerine salih bir evlat verince, her ikisi de tuttular
verdiği evlatlar üzerine ona ortak koşmaya başladılar.
Allah, onların ortak koştuklarından münezzehtir.
* Hiçbir şey
yaratmayan ve kendileri yaratılmış olan putları mı Allah'a
ortak ediyorlar, ona eş koşuyorlar?
* Bu putlar,
ne o tapınanlara, ne de kendi kendilerine yardım
edebilirler." (A'râf, 189-192)
Masumiyet
karşıtları, güya bu ayetlerden Hz. Adem ve Hz. Havva'ya
Allah'a şirk koştukları manasını çıkarmaya çalışıyorlar ve
diyorlar ki "Fakat Allah, kendilerine salih bir evlat
verince, o ikisi tuttular ona şirk koştular" cümlesinde "o
ikisi"nden maksat Adem ve Havva'dır. Zira ilk âyetin
başındaki "Sizi bir tek nefisten yaratan, onunla sükûnet
bulsun diye eşini de ondan yaratan Allah'tır" cümlesindeki
"bir tek nefis Adem'dir." Dolayısıyla ayetlerin devamı da
onlara yöneliktir. Bu da gösteriyor ki Adem ve eşi bir ara
şirke düşmüşlerdir; onun için de mutlak bir masumiyeti
onlara atfetmek doğru değildir.
Cevap: Bu
istidlal ancak o zaman doğru olabilir ki "tek bir nefis"ten
özel birey (Adem ve Havva) kastedilmiş olsun. Oysa bize göre
bu ayette bundan özel birey değil "nevî birey"
kastedilmiştir. Yani âyet, her bir baba ve annenin
evlatlarına yönelik durumlarını genel bir şekilde vurgulamak
istemiştir. Yani âyetin manası şöyledir: "Allah siz
insanlardan her birini, bir baba ve aynı cinsten olan bir
anneden dünyaya getirmiştir." Dolayısıyla devamında
anlatılan şeyler de genel olarak insanlık halini ortaya
koymaktadır ve özel olarak Hz. Adem ve eşi kastedilmemiştir.
Bu konunun açılımı şudur ki "Min nefsin vâhide" (bir tek
nefisten) cümlesi Kur'an'da iki şekilde kullanılmıştır:
a) Özel ve
belirli bir birey için; örneğin şu ayetteki gibi: "Ey
insanlar! Rabbinizden sakının; O ki sizi bir tek nefisten
yarattı ve ondan eşini yaratıp ikisinden bir çok erkekler ve
kadınlar üretti…" (Nisâ, 1) Bu ayette "bir tek nefis"ten
belirli bir şahıs kastedilmiştir; o da Hz. Adem'dir. Zira
ayetin devamındaki "Ondan eşini yaratıp ikisinden bir çok
erkekler ve kadınlar üretti" cümlesi bunun delilidir.
Yine şu âyet
de bunun bir başka örneğidir: "Ey insanlar! Doğrusu biz sizi
bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız
için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık…" (Hucurât, 13)
Yani her iki ayette de insanların çoğalmasını belirli bir
erkek ve kadına dayandırmaktadır ki bunların Adem ve Havva
oldukları açıktır.
b) Genel ve
nevî birey için; yani her insanın baba ve annesi. Örneğin şu
âyetteki gibi: "O, sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun
eşini de ondan var etti. Sizin için yumuşak başlı
hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın
karınlarında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa
yaratıp duruyor…" (Zumer, 6) Bu ayette kastedilen şudur ki
bizden her birimiz bir baba ve bir anadan dünyaya
gelmişizdir. Dolayısıyla belirli bir şahıs değil, her insan
nevînin kendi baba ve anası kastedilmiştir. Bunun delili ise
"Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde
yaratılıştan yaratılışa yaratıp duruyor" cümlesidir.
Evet bu ikinci
kullanış şeklinin bir örneği de bahis mevzuumuz olan A'râf
suresinin 189. âyetidir. Yani burada da "Bir tek nefisten"
cümlesiyle her insanın bir baba ve bir anadan meydana
geldiğidir, Adem ve Havva değil. Şimdi bu görüşümüzü
destekleyen karinelerden bazılarını ortaya koymaya
çalışacağız:
1- Ayetteki
tabirler önceden yaşadıkları ortamda salih ve gayr-i salih
çocukların yaşadığını gören kimselere aittir. Dolayısıyla
Allah'an kendilerine Salih evlatlar vermesini
istemektedirler. Bu da bu sözlerin Hz. Adem ve eşine ait
olmadığını gösteriyor. Zira o gün yeryüzünde onların dışında
kimse olmadığı için kendilerinin dışında başka birilerini
görmeleri mümkün değildi.
2- Saniyen bir
sonraki ayetin sonunda ve daha sonraki âyetlerde geçen
zamirler "Onlar" şeklinde çoğul olarak kullanılmıştır. Oysa
eğer Adem ve Havva kastedilmiş olsaydı, "o ikisi" şeklinde
tensiye olarak kullanılmalıydı.
3- İkinci
âyetten sonra gelen ayetlerin muhtevası, ikinci âyette
bahsedilen şirkin puta tapma gibi şeyler olduğunu
gösteriyor. Bu ise Hz. Adem gibi Allah'ın seçtiği ve
peygamber kıldığı kimse ve imanlı eşi Havva'ın durumuyla
bağdaşmamaktadır. Onların Allah'a şirk koştuklarını ve puta
meylettiklerini söylemek mümkün mü? Bu ve diğer bir çok
karineyi dikkate aldığımızda, Hz. Adem ve eşiyle bir
alakasının olmadığını ve bu âyetlerde genel olarak insan
türünden ve bu türden olan "karı ve kocalar"dan ve insan
oğlunun nankörlüğünden ve Rabbine verdiği sözleri nasıl
unuttuğundan bahsedilmektedir. Bu ayette bahsedilen misâk,
yani insan oğlunun Allah'a verdiği "Eğer bize Salih evlat
verirseni şükredenlerden olacağız" sözü, aynı surenin
(A'raf), 172. ve 173. ayetlerinde bahsedilen sözleşmenin bir
benzeridir. O iki âyette şöyle buyurmaktadır:
"Bir de
Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp
da onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin
Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "Pekâlâ Rabbimizsin,
şahidiz" dediler. (Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan
haberimiz yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık).
Yahut,
atalarımız daha önce şirk koşmuşlardı. Biz onlardan sonra
gelen bir nesil idik, şimdi o batıl yolu tutanların
yaptıkları yüzünden bizi helâk mi edeceksin, demeyesiniz
diye (yapmıştık)." (A'râf, 172-173)
Demek ki bu
âyetlerin ardından gelen 189. âyette de aynı gerçek bir
başka şekilde vurgulanmaktadır. Buna benzer daha bir çok
âyet daha zikredilebilir. Örneğin şu âyet:
"Biz insana
bir nimet verdiğimiz zaman o yüz çevirir, yan çizer. Ona bir
kötülük dokunduğu zaman da uzun uzun yalvarır." (Fussilet,
51)
Veya şu
ayetler:
"Ama insan,
her ne zaman Rabbi onu sınayıp da ikramda bulunur, nimet
verirse, "Rabbim bana ikram etti." der.
Ama her ne
zaman da sınayıp rızkını daraltırsa, o vakit de, "Rabbim
beni zillete düşürdü." der." (Fecr, 15-16)
Bütün bunlar
bahis mevzuu olan âyette de kastedilenin insan oğlunun
tabiatının ve genel durumunun (önce söz verip sonra bunu
bozduğunun) beyanı olduğunu gösteriyor. Tabi kendine dikkat
edip de takvâ sahibi olan ve Allah-u Teala'nın rızasından
başka bir şey düşünmeyen kimseler bundan hariçtirler.
Dolayısıyla Hz. Adem'in masumiyetiyle de uzaktan yakından
bir ilgisi bulunmamaktadır; zira özel olarak onlara yönelik
değildir.
Bu
açıklamaların ışığında söz konusu ayetleri şu şekilde mana
etmemiz gerekir:
"Siz
(insanları) bir tek nefisten (babadan) yaratan, onunla
sükûnet bulsun diye eşini de (ananızı da) ondan (erkeğin
türünden insan olarak) yaratan Allah'tır. O, eşiyle cinsel
münasebette bulunduğunda, eşi hafif bir yük yüklendi (hâmile
kaldı). Bir müddet böyle geçti, derken yükü ağırlaştı. O
vakit (fıtratları gereği) ikisi birden Rableri olan Allah'a
şöyle dua ettiler ve: "Eğer bize salih bir evlat verirsen,
biz muhakkak şükredenlerden olacağız" diye (adeta onla
sözleştiler.)
Fakat Allah,
kendilerine salih bir evlat verince, (verdikleri sözü
unutarak veya göz ardı ederek,) tuttular verdiği evlatlar
üzerine ona ortak koşmaya başladılar. Allah, onların ortak
koştuklarından münezzehtir.
Hiçbir şeyi
yaratmayan ve kendileri yaratılmış olan putları mı Allah'a
ortak ediyorlar, ona eş koşuyorlar?
Bu putlar, ne
o tapınanlara, ne de kendi kendilerine yardım edebilirler."
(A'râf, 189-192)