| 
                  Bismillahirrahmanirrahim 
                    
                  MÜCTEHİD 
                  PEYGAMBER Mİ, 
                  MASUM 
                  PEYGAMBER Mİ? 
                    
                    
                  Soru-16: 
                  Ehl-i Sünnet'in bazı kitaplarında Allah Resulü'nün bazen 
                  içtihad yaptığı, hatta bazen  içtihadında hata yaptığı iddia 
                  edilmektedir. Sizce böyle bir iddia doğru olabilir mi? Eğer 
                  değilse, onların Resulullah'ın hatalı ictihadları diye ileri 
                  sürdükleri olayları nasıl cevaplandırıyorsunuz? Bu konuda bana 
                  yardımcı olursanız size minnettar kalacağım. Allah yardımcınız 
                  olsun... 
                  Cevap-16: Evet 
                  muhterem kardeşim, sizin de belirttiğiniz gibi Ehl-i Sünnet 
                  âlimlerinden büyük bir kısmı Resulullah'ın da bazen içtihad 
                  yaptığı ve hatta bazen içtihadında hata yaptığı hususunda 
                  ısrarlıdırlar. Şimdi bu iddianın cevabına geçmeden önce bu tür 
                  düşünenlerden bazılarının görüşlerini örnek olarak zikredip 
                  daha sonra geniş ve etraflı bir şekilde meseleyi ele alıp 
                  cevaplandırmaya çalışacağız inşaallah:  
                    
                  Büyük Sünni 
                  alimlerden Amidî, "El-Ahkâm" kitabında şöyle diyor:
                   
                  "Ulema 
                  arasında tartışılan bir konu da şudur: Acaba Kur'ân'ın açık 
                  hükmü bulunmadığı yerlerde Peygamber (s.a.a) kendi re'y ve 
                  içtihadına göre mi hareket  ediyordu yoksa...?" 
                  Ahmed 
                  b.Hanbel, Kadı Ebu Yusuf, İmam Şafii ve diğer bir çok Şafii 
                  alimi, Kadı Abdülcabbar, Ebu Hüseyin Basrî, açık bir Kur'ânî 
                  âyet bulunmadığı yerlerde Allah Resulü'nün kendi içtihad ve 
                  re'yine göre amel ettiği görüşünü benimsemişlerdir... 
                  Sonra şöyle 
                  devam ediyor Amidi: "Biz de aynı görüşteyiz; zira bu hem aklen 
                  mümkündür hem de bu şekilde içtihad Peygamber'den 
                  nakledilmiştir!!" (1) 
                  Kitabın bir başka yerinde ise 
                  şöyle diyor: "Peygamber'in içtihad yaptığını söyleyenler şu 
                  noktada ihtilaf etmişlerdir ki; acaba Peygamber'in, yaptığı 
                  içtihatta hata yapması da mümkün müdür? 
                  Bazıları 
                  Peygamber'in içtihadında hata yapmasının mümkün olmadığını 
                  savunmuşlarsa da bizim ashabımızın (mezhep mensuplarımızın) 
                  çoğu, Hambeliler, hadis ehli, Cibaî ve Mutezile'den bir grup 
                  Peygamber (s.a.a)'in içtihadında hata yapabileceği 
                  kanısındalar." (2)  
                  Afganlı 
                  alim Doktor Musa Tevana, el-Ezher için yazdığı ve mümtaz 
                  dereceyle kabul edilen "El-İçtihad..." adlı tezinde: "İslam'da 
                  içtihad olgusu bizzat Resulullah'ın kendisiyle başlamıştır. 
                  Peygamber (s.a.a) risaletin tebliğiyle ilgili olmayan 
                  konularda içtihad yapıyordu" diyor ve hurmaların aşılanması 
                  olayını delil gösteriyor. (Bu olay ve cevabına makalenin son 
                  bölümünde yer vereceğiz inşallah.) 
                  Şeyh 
                  Muhammed Abduh'un bu konudaki görüşü ise şöyledir; "Bizim 
                  Peygamber'imiz ve diğer Peygamberlerin vahiy olmayan yerlerde 
                  içtihad da yaptıkları hatta içtihatlarında hata yaptıkları 
                  vakidir. Evet bütün Müslümanların ittifak ettikleri husus 
                  vahyin tebliği, beyanı ve ona amel konusunda Peygamberlerin 
                  masum oluşudur. Bunun (Peygamberlerin hatalı içtihadını) teyit 
                  eden delil Talha'nın hurmaları aşılama konusunda naklettiği 
                  hadistir." (3)  
                  Yine Ehl-i 
                  sünnetin meşhur kelamcılarından "Fazıl Kuşcî" ikinci halifenin 
                  Mut'ayı nehyettiği ve bu konuda Resulullah'a muhalefet edip 
                  etmediğinden bahsederken şöyle diyor: "Ömer'in bu konuda 
                  Resulullah'a muhalif kalması kesinlikle eleştirilemez. Zira 
                  içtihadi konularda bir müçtehidin diğer bir müçtehide 
                  muhalefeti yeni bir şey değildir ki!!" (4)  
                  Ve bilahare 
                  Kâz-il Kuzât "El-Muğni" adlı eserinde şöyle yazıyor: "Peygamber 
                  (s.a.a) dünyevi işlerde ve olaylarda kendi içtihadına 
                  dayanarak hüküm veriyordu. Onun bütün hükümlerini, emir ve 
                  nehiylerini şer'i konularda olduğu gibi vahye dayandırmamıza 
                  gerek yoktur; "Sonra şöyle ekliyor: Peygamber vefat ettikten 
                  sonra başka müctehidlerin onun içtihadına muhalefet etmeleri 
                  de caizdir. Gerçi yaşadığı zaman onun içtihadı 
                  başkalarınınkinden daha iyidir. Sonra şöyle devam ediyor: "Aslında 
                  Ömer'in Usame'nin ordusuna katılmaktan çekilmesi de işte böyle 
                  bir içtihattan kaynaklanmıştır. Zira onun teşhisine göre o 
                  şartlarda, onun orduya katılmaması katılmasından daha 
                  önemliydi!!" (5)  
                  Günümüzdeki 
                  yazarlar ve düşünürlerin eserlerinde de sık sık bu düşüncenin 
                  izlerine rastlamak mümkündür. 
                  Biz Ehl-i 
                  Beyt mektebinin bu konudaki görüşünü aktarabilmek ve mezkur 
                  görüşlere genel bir cevap verebilmek için bu konuyu üç bölümde 
                  ele almaya çalışacağız. 
                  a)- Bazı 
                  Kur'ân ayetlerine ve hadislere dayanarak Allah Resulü'nün  
                  mutlak bir şekilde vahiyle yönlendirildiği ve hüküm, emir ve 
                  nehiy özelliği taşıyan her konuda vahye dayanarak hareket 
                  ettiğini açıklamaya çalışacağız. 
                  b)- İkinci 
                  bölümde Resulullah'a sadece Kur'ânî değil, gayri Kur'ânî 
                  vahiylerin de indiği ve bunu bizzat Kur'ân ve hadislerin teyit 
                  ettiğini bazı ayet ve hadislere dayanarak kanıtlamaya 
                  çalışacağız. 
                  c)- Üçüncü 
                  bölümde de güya Resulullah'ın içtihad yapıp da hata yaptığına 
                  gösterilen bazı delilleri cevaplandıracağız inşallah. 
                    
                  
                  A)- MASUM PEYGAMBER
                    
                  Ehl-i Beyt 
                  Mektebi'ne göre Allah Resulü (s.a.a)'in Müslümanlar için 
                  düstur niteliği taşıyan bütün emir ve nehiyleri, bir başka 
                  deyişle "Sünnet-i Nebevî" tümüyle vahiydir veya vahiyden 
                  istifade edilmiştir. Bu yüzden onda içtihad, re'y, kıyas, 
                  istihsan gibi şeylerin yeri yoktur. Bir çok hadisten istifade 
                  edildiği üzere Resul-i Ekrem (s.a.a), hakkında vahiy nazil 
                  olmayan bir konuda kendisine bir şey sorulduğu zaman cevap 
                  vermez ve vahyin inmesini beklerdi. 
                  Nitekim 
                  Kur'ân'ı Kerim de herhangi bir istisna koymadan: "O, 
                  hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz; O 
                  (söyledikleri) ancak vahy olunan bir vahiydir." (Necm / 
                  3-4) buyurmaktadır. Veya bir başka ayet-i kerimede şöyle 
                  buyuruyor: "De ki "Size Allah'ın hazineleri yanımdadır 
                  demiyorum; gaybı da (Allah bildirmeden) bilmiyorum ve ben size 
                  bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahy edilene uyarım..."
                  (Enam / 50)  
                  Yunus 
                  Sûresi, 15. ayet de aynı muhtevayı ifade etmektedir. Aynı 
                  gerçeği Hak Teala bir başka ayetinde şu cümlelerle açıklıyor:
                  "Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, Allah'ın 
                  sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin..." (Nisa 
                  / 105) 
                  Bütün bu 
                  ayetlerden Allah Resulü'nün verdiği bütün hükümlerin, birer 
                  ilahi vahiy olduğunu ve onun kendi indinden herhangi bir emir 
                  veya nehiyde ve şer'i bir açıklamada bulunmadığı apaçık 
                  ortadadır. Zaten böyle olsaydı, Allah-u Teala mutlak bir 
                  şekilde Resulüne itaat etmeyi ümmete muhtelif ayetlerinde farz 
                  kılar mıydı? (6) Veya yine hiçbir kayıt koymadan:"...Peygamber 
                  size ne verirse onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan 
                  sakının ve Allah'tan sakınıp-korkun..." (Haşr / 7) buyurur 
                  muydu? Yahut: "Ey iman edenler; Allah'a itaat edin; 
                  Peygamber'e itaat edin; ve sizden olan emir sahiplerine de. 
                  Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve 
                  Resulüne döndürün şayet Allah'a ve ahiret gününe iman 
                  ediyorsanız..." (Nisa / 59) ayetinde ise Peygambere 
                  itaatin Allah'a itaat olduğunu, Müslümanların ihtilaflarda ve 
                  sorunlardaki başvurmaları gereken merci olduğunu bildirir 
                  miydi? Ve bilahare Allah'a ve ahiret gününe gerçek imanın baş 
                  şartının Allah'a ve Resulüne itaat edip, onu dinin baş 
                  vurulacak gerçek mercii olarak tanıtır mıydı?! 
                  Eğer 
                  Peygamber müçtehid olsaydı bir müçtehidin diğer bir müçtehide 
                  muhalefet etmesi caiz olduğu için Peygambere de muhalefet caiz 
                  olsaydı o zaman Allah aşkına bu ayeti nereye koyacaktınız?: 
                  " Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman , mû'min olan bir 
                  erkek ve mû'min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine 
                  göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse, 
                  artık gerçekten o, apaçık sapıklıkla sapıtmıştır." (Ahzap 
                  /36) 
                  Zannedersem 
                  bu kadarı Kur'ân'dan yeterlidir. Sünnetten de bir iki örnek 
                  vererek bu konuyu noktalamak istiyoruz: İbn-i Amr b.el-As'tan 
                  şöyle rivayet edilmiştir: "Ben Peygamber'den (s.a.a) 
                  duyduğum her şeyi yazardım. Ancak Kureyş beni bundan alıkoydu. 
                  Dediler ki: 'Sen Resulullah'ın her söylediğini yazıyorsun. 
                  Allah Resulü (s.a.a) de bir insandır; kızgınlık halinde de 
                  hoşnutluk halinde de konuşabilir. (Bu yüzden hata da yapabilir!)" 
                  Ondan sonra 
                  yazmaktan vazgeçtim bunu Allah Resulü (s.a.a)'e anlatınca, 
                  mübarek parmağıyla ağzını gösterdi ve şöyle buyurdu: "Yaz! 
                  Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, bundan (ağzımdan) 
                  haktan başka bir şey çıkmaz." (7) 
                  Resulullah 
                  (s.a.a), bir ganimet paylaştırmasına itiraz eden bazı 
                  Müslümanlara şöyle buyurdu: "Ben size bir şey verdiğimde 
                  veya bir şeyden sizi mahrum bıraktığımda bir haznedarım ben; 
                  ancak emredildiğim şekilde hareket ederim." (8) 
                  Evet 
                  gördüğünüz gibi: "Allah Resulü bir beşerdir; neticede O da 
                  hata yapabilir..." diyenler bizzat Allah Resulünün zamanında 
                  dahi eksik değillerdi; ancak gördüğünüz gibi Allah Resulü 
                  nasıl hem de yemin ederek onlara gereken cevabı veriyor. 
                  Resulü'nden önce Allah'ın kendisi onların cevabını Kur'ân-ı 
                  Kerim'de vermiş, ama gören kim! Aynen, Kur'ân'daki: "Namaza 
                  yaklaşmayın...." cümlesini görüp de "Sarhoş olduğunuz 
                  halde" cümlesini görmeyen veya görmek istemeyen kimsenin 
                  misali. Allah Resulü'nün masumiyetinden bahsedildiği zaman 
                  hemen "Ya O da bir beşer değil mi?" cümlesine asılıp, 
                  Kur'ân'da bu cümlenin ardından gelen ve :"Bana vahy 
                  ediliyor..." (Kehf / 110) cümlesini görmeyenler zaten 
                  bütün hatayı da bu noktada yapıyorlar. Her şey işte "Bana 
                  vahy ediliyor" gerçeğinin altında yatıyor. Zaten böyle 
                  olmasaydı Allah-u Teala Resulü'nü insanlara örnek olarak 
                  tanıtır mıydı? Öyle bir örnek ki, bütün sözleri, fiilleri ve 
                  teyitleriyle insanlara bir ilahi hüccet niteliği taşıyor: 
                  "Hiç 
                  şüphesiz sizin için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır..."
                  (Ahzap / 21) 
                    
                  İkinci bölümde hakkında kesin 
                  Kur'ân ayeti bulunmayan konularda Allah Resulü'nün içtihad 
                  yaptığını iddia edenlere Peygamber'in Kur'ân ayeti bulunmayan 
                  konularda dahi vahiyle hareket ettiğini, ancak bu vahiylerin 
                  gayri Kur'ân'i vahiyler olduğunu ispatlamak için bizzat 
                  Kur'ân'dan ve hadislerden deliller sunmaya çalışacağız 
                  inşallah. 
                  B)- RESUL-U EKREM (S.A.A)'E 
                  GAYRİ KUR'ÂNİ VAHİYLERİN DE İNDİĞİNE DÂİR KUR'ÂN VE 
                  HADİSLERDEN DELİLLER 
                    
                  1- 
                  Resulullah (s.a.a)'a gayri Kur'ân'i vahyin indiğini ispatlayan 
                  bir çok Kur'ân ayeti mevcuttur. Bunlardan birisi Cuma namazı 
                  hakkında inen ayetlerdir. Cuma Sûresi'nde bulunan bu ayetlerin 
                  içeriği, yine bu ayetlerin sebeb-i nüzulünde nakledilen 
                  rivayetler ve aynı şekilde ilk kılınan Cuma namazı hakkındaki 
                  tarihi belgeler Cuma namazını bu ayetlerin inmesiyle değil, 
                  daha önceleri farz kılındığını gösteriyor. Cuma namazı 
                  hakkında başka bir ayet Kur'ân'da bulunmadığına ve Allah 
                  Resulü de kendi yanından hüküm koyamayacağına göre bu hüküm (Cuma 
                  namazı) önceden gayri Kur'ân'i bir vahiyle Resulullah'ın 
                  Medine'ye hicret ettiği ilk günlerde inmiştir. 
                   
                  Nakledildiğine göre Resulullah (s.a.a) Mekke'den Medine'ye 
                  hicret ederken Rebiyülevvel ayının Pazartesi gününde Medine 
                  yakınlarına varmış ve dört gün "Kuba" denilen yerde Medine'ye 
                  girmeden Hz. Ali (a.s)'ın Mekke'den dönüşünü beklemiş ve orada 
                  "Kuba Mescidi"nin de temelini atmış ve o mescidin bugüne kadar 
                  varlığı devam etmiştir. Hz. Ali geldikten sonra Cuma günü 
                  Medine'ye doğru hareket etmiştir. "Beni Salim" mahallesine 
                  vardığında orada Müslümanlarla birlikte ilk Cuma namazını 
                  kıldırmıştır. Halbuki biz biliyoruz ki, Cuma sûresindeki bu 
                  ayetler bu olaydan sonra nazil olmuştur. Ayetlerin sebeb-i 
                  nüzulünde tefsirlerde şöyle denilmektedir: "Yılların birisinde 
                  Medine kurak ve kıtlık bir yıl yaşıyordu. Halkın muhtaç olduğu 
                  maddeler oldukça pahalı fiyatlarla satılıyordu. İşte böyle bir 
                  durumda Cuma'ya rastlayan bir günde Dıhyet-ül Kelbi (ki henüz 
                  Müslüman olmamıştı) Şam'dan gıda maddeleri yüklü bir kervanla 
                  Medine'ye geldi. Adet üzerine kervanın gelişini ilan etmek 
                  için davul ve bazı diğer aletleri çalmaya başladılar; tam o 
                  sırada Resulullah (s.a.a) Müslümanlara Cuma hutbesi okuyordu. 
                  Hutbeyi dinleyen Müslümanların çoğu kervandaki mallardan 
                  kendilerine bir şey kalmaz korkusuyla Resulullah (s.a.a)'ı 
                  hutbe okur halde bırakıp kervana koştular. Nakledildiğine göre 
                  sadece on iki erkek ve bir kadın mescidde kaldılar. İşte o 
                  sırada bu ayetler inerek Müslümanların bu fiilini ve Cuma 
                  namazı hakkındaki diğer ihmalkarlıklarını (namaz vaktinde 
                  alışveriş ile meşgul olma gibi) şiddetle kınayıp onları uyardı. 
                  Allah Resulü de şöyle buyurdu: "Eğer bu az grup da terk 
                  edip gitselerdi, gökten taş yağardı." (9) 
                   
                  Bütün 
                  bunları ayetlerin içeriğini dikkate aldığımızda açık bir 
                  şekilde anlamak mümkündür. Ayetlerde şöyle buyurmaktadır 
                  Allah-u Teala:  
                  "Ey iman 
                  edenler, Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, hemen 
                  Allah'ı zikretmeğe koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer 
                  bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." * "Artık namazı 
                  kılınca yeryüzüne dağılın. Allah'ın fazlını isteyip-arayın ve 
                  Allah'ı çokça zikredin; umulur ki, felâha kavuşmuş olursunuz." 
                  "Oysa 
                  onlar bir ticaret yada bir eğlence konusu ve fırsatı 
                  gördükleri zaman hemen ona sökün ettiler ve seni ayakta (hutbe 
                  okur halde) bıraktılar. De ki: 'Allah'ın katında bulunan 
                  eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızkı 
                  verenlerin en hayırlısıdır."                  
                  
                  (Cuma / 9-10-11) 
                  Görüldüğü gibi bu ayetlerde Cuma 
                  namazının farziyetinden bahsedilmiyor. Diğer birçok hükmün (namaz, 
                  oruç, zekat, hac vb.) farz kılınışında Kur'ân'da gördüğümüz 
                  hitap tarzı burada yoktur. Ayetlerin içeriği Müslümanlar 
                  arasında Cuma namazına karşı bir gevşeklik ve önemsemeyişi 
                  dile getirip bunu kınamak ve yapılması gerekeni hatırlatmaktan 
                  öteye geçmiyor. 
                  Belli 
                  oluyor ki, önceden Cuma namazı için ezan okunduğunda bir çoğu, 
                  bu çağrıya icabet etmenin yerine kendi alış-verişleri ve 
                  dünyevi işleri veya eğlencevi şeylerle meşgul oluyorlardı. 
                  Onun için: "Ey iman edenler namaza çağrı yapıldığında..."
                  ayetiyle uyarılıyorlar. Bir kısmı ise Resulullah'ı hutbe 
                  üzerinde bırakarak ticaret kervanına ve eğlence seyretmeye 
                  koştuklarında ise: "Onlar bir ticaret yada eğlence..." 
                  ayetiyle hem kınanıyor hem de uyarılıyorlardı. 
                    
                  2- 
                  Allah Resulü (s.a.a)'in içtihad yapmadığını ve Müslümanların 
                  din veya dünyalarıyla ilgili direktif niteliği taşıyan bütün 
                  açıklama ve kararlarının vahye dayandığını, ancak bu 
                  vahiylerin bir kısmının Kur'ânî (hem kalıp hem de muhtevasının 
                  vahiy ve mucizevi) olmasının yanı sıra bir kısmının da gayri 
                  Kur'ânî (muhtevanın Allah'tan olduğu, kalıbın ve açıklama 
                  şeklinin ise Peygambere bırakıldığı) vahiyler olduğunu 
                  ispatlayan bir başka Kur'ân'i delillimiz, Enfal Sûresi'nin 
                  Bedir savaşı hakkındaki bazı ayetleridir. 
                  Enfal 
                  sûresinin Bedir savaşından sonra indiğinde müfessirler ittifak 
                  etmişlerdir. Oysa Bedir savaşında Allah Resulü'nün (s.a.a) 
                  bazı hareketlerinin bizzat vahiyle yönlendirildiğini yine 
                  Kur'ân'dan öğreniyoruz. Mesela bu sûrenin 5. ayetinde: "Rabbin 
                  seni evinden hak uğrunda (savaşa) çıkardığında, mu'minlerden 
                  bir grup isteksizdi" şeklindeki ilahi buyruk, Allah Resulünün 
                  bizzat Allah'ın emri ve vahyiyle evinden savaş için çıktığını 
                  bildirmektedir. Yine 7. ayette: "Hani Allah iki topluluktan 
                  (Kureyş'in ticaret kervanı veya savaş ordusundan) birisinin 
                  muhakkak sizin olacağını (birisiyle karşılaşacağınızı ve ona 
                  galip geleceğinizi) size vaadetmişti; siz de güçsüz, silahsız 
                  olanın sizin olmasını istemekteydiniz..." diye savaştan 
                  önceki birtakım ilahi vaatlerden bahsetmektedir. Halbuki 
                  Kur'ân'ın başka hiçbir yerinde Bedir savaşından önce nazil 
                  olan ve sözü geçen konulardan bahseden başka bir ayet 
                  bulunmamaktadır. Enfal sûresinin söz konusu ayetleri ise 
                  Bedirden sonra nazil olmuştur. Böylece anlaşılıyor ki, bahsi 
                  geçen emir ve vaatler Bedir öncesi gayri Kur'âni vahiyle 
                  Resulullah (s.a.a)'a bildirilmişti. 
                    
                  3- 
                  Resul-i Ekrem (s.a.a)'e gayri Kur'âni vahyin de indiğini teyit 
                  eden bir başka Kur'ânî delilimiz yine Enfal sûresinden ve 
                  Bedir savaşı hakkında inen 67-68-69. Ayetlerdir. Maalesef 
                  bazıları bizim bu ayetlerden istifade ettiğimizin tam tersine, 
                  bu ayetleri Allah Resulü'nün yaptığı, fakat hata ettiği bir 
                  içtihada delil göstermeye çalışıyorlar. Halbuki yapacağımız 
                  izahattan sonra, Allah'ın izniyle görülecektir ki, bu ayetler, 
                  değil Allah Resulü'nün yanlış içtihad yaptığı, bilakis 
                  Resulullah'ın diğer yerlerde olduğu gibi bu noktada da kendi 
                  içtihad ve re'yiyle değil, bizzat vahiyle hareket ettiğini 
                  göstermektedir (bazen Kur'ânî, bazen ise gayri Kur'âni vahiyle). 
                  Şimdi önce bu ayetlerin mealini vereceğiz; daha sonra 
                  ayetlerin sebeb-i nüzulünü ve bu ayetleri Resulullah'ın hatalı 
                  içtihad yaptığına delil gösterenlerin yaklaşımlarını, sonra da 
                  cevabımızı kısaca arz etmeye çalışacağız inşallah. 
                  "Hiçbir 
                  peygambere yeryüzünde, kesin bir zafer kazanıncaya (dini 
                  yeryüzünde kökleşinceye) kadar esir alması yakışmaz. Siz 
                  dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size) 
                  ahireti istemektedir. Allah üstün ve güçlüdür. Ve hikmet 
                  sahibidir. (67) 
                  Eğer 
                  Allah'ın önceden bir yazması olmasaydı, aldığınız (esirlere) 
                  karşılık size gerçekten büyük bir azap dokunurdu. 
                  (69) 
                  Artık 
                  ganimet olarak elde ettiklerinizden helal ve temiz olarak 
                  yiyin ve Allah'tan korkup sakının.
                  Hiç şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (69) 
                  Bazıları bu ayetlerin zahirine 
                  ve nakledilen bazı rivayetlere dayanarak Bedir savaşında 
                  Müslümanların esir almaları, sonra da esirleri fidye 
                  karşılığında serbest bırakmalarını Resulullah'ın bir 
                  içtihadından ileri geldiğini, fakat bu içtihadda hata yaptığı 
                  için Allah tarafından kınandığını, dolayısıyla bu kınamanın 
                  Resulullah'a veya Resulullah ile birlikteki müslümanlara 
                  yönelik olduğunu öne sürmektedirler. 
                  Bu 
                  yaklaşımı sergileyenler, makalenin başında da değindiğimiz 
                  Peygamber'in masumiyet delillerini ve her konuda vahiyle 
                  yönlendirildiğini dikkate almamanın yanı sıra, hatta söz 
                  konusu ayetlerin içeriğini dahi dikkatle inceleme zahmetinde 
                  bulunmuyorlar maalesef. 
                  Bizce her 
                  şeyden önce ayetlerin kendi muhtevası dikkate alınırsa, 
                  ayetlerdeki kınamanın Allah Resulü (s.a.a)'e yönelik 
                  olamayacağı açıkça görülür. 
                  67. ayette 
                  şöyle buyurmaktadır: 
                  "...Siz 
                  (şu esir almanızla) dünyanın geçici metaını istiyorsunuz. Oysa 
                  Allah (sizin için) ahireti istemektedir..." 
                  Allah Resulü'nün hayatı ve 
                  şahsiyetine az da olsa vakıf ve arif olan bir kimse 
                  Resulullah'ın bu ilahi uyarıya muhatap olmasına ihtimal dahi 
                  verilebilir mi?! 
                  Hedefi için 
                  dünya ve dünyevî her şeye sırt çeviren, müşriklerin 
                  tekliflerine karşı "Güneşi sağ elime ayı da sol elime koysalar 
                  dahi yine de davamdan vazgeçmem" buyuran Allah'ın Habibi 
                  esirlerden gelecek üç-beş kuruş fidyeye mi göz dikmişti?! 
                  Bazıları, 
                  bu olayda Resulullah ve Müslümanlar dünya ve ahireti birlikte 
                  istiyorlardı, diyorlar. Bu hüsn-i zan Resulullah hakkında fena 
                  değil; ancak Kur'ân bunu dahi reddederek açıkça: "Siz 
                  dünyanın geçici metaını istiyorsunuz..." buyurmaktadır. Bu 
                  ise ayetin muhatabı olan kimse ve kimselerin hakkında söz 
                  konusu hüsn-i zannın geçersiz olduğunu açık bir şekilde 
                  göstermektedir. 
                  68. ayette 
                  ise: "Eğer Allah'ın önceden bir yazması olmasaydı, 
                  aldığınıza (esirlere) karşılık size gerçekten büyük bir azap 
                  dokunurdu." 
                  Büyük azabın büyük günah ve 
                  isyan karşılığında olduğu açıktır. Şimdi acaba neuzu billah 
                  "Allah Resulü büyük bir günah işlemişti; onun için de büyük 
                  bir azabı hak etmişti" diyebilir miyiz?! Bunun ihtimalini dahi 
                  vermenin  ne kadar dehşet verici olduğunu insaf sahibi olan 
                  her kes teslim eder herhalde! 
                  Bunu, (bazılarının 
                  dediği gibi) küçük bir zelledir demekle de halletmek mümkün 
                  değil. Zira Kur'ân'ın açıkça büyük azabı gerektiren bir suç (büyük 
                  günah) nitelemesi ortadadır. Hekim ve adil Allah'ın bir zelle 
                  (küçük günah veya hata) karşılığında büyük azapla 
                  cezalandırması düşüne bilinir mi? Bütün bunlardan, bu 
                  kınamaların kesinlikle Allah Resulü'ne yönelik olmayacağını 
                  anlıyoruz. 
                  Öte yandan, 
                  bu ilahi hüküm (esir alınmaması gerektiği) savaştan önce Allah 
                  tarafından Resulullah'a (s.a.a) bildirilmişti. Eğer 
                  bildirilmediğini farz edersek, o zaman Allah-u Teala'nın 
                  bildirmediği bir hükümden dolayı mükellefleri kınaması, hatta 
                  onların büyük azabı hak ettiğinden bahsetmesi haksızlık olmaz 
                  mı? Hekim ve adil olan Allah'a böyle bir şeyi isnad etmek 
                  mümkün mü? Tabii ki değil. O halde bu kınama ve azap istihkakı, 
                  bu hükmün Peygamber'e savaş öncesi bildirildiğini gösteriyor. 
                  Eğer Allah-u Teala hükmü indirmişse, o halde Peygamber (s.a.a)'in 
                  de bu hükmü savaştan önce Müslümanlara tebliğ etmesi gerekir. 
                  Aksi takdirde vahyi saklama ve tebliğ vazifesini yapmama ve 
                  kendisine inen vahye muhalefet etme gibi bir garip durumla 
                  karşılaşırız ki bunun ihtimalini dahi vermek en büyük 
                  günahlardan sayılır. Bütün bunlardan şu kesin sonuca varıyoruz: 
                  Esir alınmaması hükmü, Allah tarafından gayri Kur'ânî bir 
                  vahiyle Peygamber'e bildirilmiş, O da bunu Müslümanlara tebliğ 
                  etmişti. Ancak Müslümanların birçoğu bu ilahi yasaklamaya 
                  rağmen belki de kendilerine göre bir takım akli hesaplarla 
                  yine de esir almış, sonra da Resulullah'ın yanına gelerek 
                  onları bu işlerinden dolayı mazur görmeye ve esirlerin 
                  karşılığında fidye almaya ısrarla razı etmeğe çalışıyorlardı 
                  ki söz konusu ayetler inerek onların bu fiilini kınamış ve hak 
                  ettikleri azabı yine de kendi lütuf ve merhametiyle onların 
                  üzerinden kaldırmış ve artık aldıkları ganimetleri ve esirler 
                  karşılığında fidye almayı helal kılmış ve ayetlerin sonunda, 
                  onları bundan sonra takvalı olmaya ve ilahi yasakları 
                  çiğnememeye davet etmiştir. 
                  Evet bu 
                  ayetlerin hiçbir yerinde, aynı şekilde nakledilen rivayetlerde, 
                  Resulullah'ın esir alma işine razı olduğu veya neuzu billah 
                  Müslümanları buna teşvik ettiğine dair en ufak bir işaret 
                  mevcut değildir. Tam aksine yukarıda söylediğimiz emareleri de 
                  dikkate aldığımızda Allah Resulü'nün bu hükmü Müslümanlara 
                  ilettiği ve esir alınmasına razı olmadığı anlaşılmaktadır.  
                  Resulullah'ın bu hükmü tebliğ etmesine bir başka emare olarak 
                  da Hz. Ali (s.a.)'ın bu savaşta, ölen yetmiş kâfirden otuza 
                  yakınını tek başına öldürmesi ve birçoğunun öldürülmesinde 
                  iştirak etmesine rağmen bir kişiyi dahi esir almamasını 
                  gösterebiliriz.(10) Halbuki bu kadar kafiri öldürebilen 
                  birisinin onları kolayca esir de alabileceğini her kes teslim 
                  eder herhalde.  
                  Bu tebliğin 
                  bir başka emaresi olarak da esirler alındıktan sonra söz 
                  konusu ayetler ininceye kadar, fidyeyi önerenlere karşı Allah 
                  Resulü'nün olumsuz tutumu ve esirlerin öldürülmesini 
                  önerenlerin önerilerine karşı sevinip bunu olumlu 
                  karşıladığını bir kısım rivayetlerden anlamamız mümkündür.(11) 
                  Hatta bazı rivayetlerde şöyle geçer: "Bedir günü Cebrail (a.s.) 
                  Resulullah'a (s.a.a) nazil olarak şöyle dedi: "Hiç şüphesiz 
                  Allah, kavminin esirler karşılığında fidye almak istemelerini 
                  sevmedi. Allah'ın emri sana şudur: "Artık onları iki şeyden 
                  birisini seçmekte serbest bırak; ya onları çıkarıp boyunlarını 
                  vursunlar; yada (bunu yapmazlarsa eğer) fidye alıp esirleri 
                  bıraksınlar; o zaman da fidye karşılığı bırakacakları (yetmiş) 
                  esirin sayısı kadar kendilerinden sonraları ölmelerine razı 
                  olsunlar..." Resulullah (s.a.a) bu ilahi vahyi asabına 
                  ilettiğinde, "Ya Resulallah, dediler, onlar bizim 
                  akrabalarımız ve kardeşlerimizdirler; (şimdilik) fidyelerini 
                  alıp düşmanlarımıza karşı güçlenelim de, sonradan onların 
                  sayısı kadar bizden şehid olacaksa da olsun, razıyız buna..." 
                  (12) 
                  İşte bütün 
                  bunlar Allah Resulü'nün bu olayda tam anlamıyla vazifesini 
                  yerine getirdiğini ve ilahi hükmü Müslümanlara savaş öncesi 
                  tebliğ ettiğini, fakat maalesef Müslümanların muhalefet ve 
                  ihmal yoluna gidip izinsiz esir aldıklarını ve aldıktan sonra 
                  da ısrarla esirlerin karşılığında fidye alınmasını 
                  Resulullah'a kabul ettirmeye çalıştıklarını gösteriyor. 
                   Bu 
                  açıklamalara ters düşen bazı zayıf rivayetler veya yorumlar 
                  varsa da onlara itibar edilmemesi gerekir; aksi takdirde 
                  zikrettiğimiz mahzurlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Eğer bu 
                  konuda Resulullah'a her hangi bir mesuliyet yüklemeğe kalkışır 
                  ve güya esir alınması veya esirler karşılığında fidye alınması 
                  Resulullah'ın aldığı bir karardı; ama kararında (haşa) 
                  hatalıydı dersek, o zaman söz konusu kınama ve azap istihkakı 
                  Müslümanlardan hiç birisine yönelik olmamalıdır. Zira 
                  Müslümanlar üzerine düşen şer'i vazifelerini (Resulullah'a 
                  itaat vazifesini) yerine getirmişlerdir. Aslında onlar bu 
                  itaatten dolayı medhhedilmeyi hak etmişlerdi, kınanma ve 
                  tehdidi değil! 
                  Sonra bu 
                  konuda Ehl-i sünnet kaynaklarında nakledilen bazı rivayetlerde 
                  alışık bir sahneyle karşılaşıyoruz. Bu kaynaklardan "Muvafıkat-ı 
                  Ömer" diye bir unvanla sık-sık karşılaşmak, mümkün. Güya 
                  birçok konuda (ki bunların sayısını İbn-i Hazm ve Suyutî gibi 
                  bazı alimler yirminin üzerine çıkmışlardır) Resulullah (s.a.a) 
                  ve 2. Halife Ömer tartışmış veya görüş ayrılığına düşmüşler; 
                  ancak sonradan Allah-u Teala Peygamber'ine değil de Ömer'e 
                  muvafık olarak ayet indirmiş(!). Bedir'de alınan esirler 
                  konusunda da benzer sahneyle karşılaşıyoruz. Bazı rivayetlere 
                  göre esirlerin öldürülmesini savunan tek kişi Ömer'di ve bu 
                  görüşünü Resulullah'a sorunca Allah Resulü bundan rahatsız 
                  olup, Ebu Bekir'in görüşüne (ki fidye alınmasını teklif 
                  ediyordu) meyletti. Ertesi gün Ömer Resulullah'ın yanına 
                  geldiğinde onu Ebu Bekir ile birlikte ağladığını görünce, 
                  sebebini sordu; Resulullah (s.a.a) da güya şöyle buyurdu: "Ömer'in 
                  görüşüne muhalefet ettiğimiz için az daha büyük bir azaba 
                  çarptırılacaktık! Eğer azap inseydi Hattab oğlundan başka 
                  kimse kurtulamayacaktı...! (13) Zira vahiy Peygamber'in değil 
                  Ömer'in görüşüne muvafık olarak inmişti. Bütün bunları görünce, 
                  insanın "Madem bu kadar görüşleri isabetli çıkıyordu ve 
                  Allah-u Teala çoğu zaman Peygamber'ine değil de ona muvafık 
                  vahiy indiriyorduysa, o zaman onu Peygamber seçseydi daha 
                  isabetli olmaz mıydı?!" diyesi geliyor içinden. 
                  Kısacası bu 
                  ayetlerin muhtevasını ve buraya kadar zikrettiğimiz nükteleri 
                  dikkate aldığımızda, yine Allah Resulü'nün içtihad yapmadığını 
                  ve vahiyle yönlendirildiğini ancak bu vahiylerin bir kısmının 
                  Kur'ânî ve bir kısmının da gayri Kur'ânî olduğunu anlıyoruz. 
                  (14)  
                    
                  4- 
                  Resulullah (s.a.a)'e gayri Kur'ânî vahyin indiğini teyit eden 
                  diğer bir Kur'ânî delilimiz, Hicretin 6. Yılında Resul-i Ekrem 
                  (s.a.a)'in asabıyla birlikte, Mekke'nin ziyareti için 
                  Medine'den hareket etmeleri gerektiği hakkında kendisine 
                  rüyada edilen vahiydir. Resulullah'ın bu hareketi Mekke 
                  ziyaretiyle değil Hüdeybiye anlaşmasıyla sonuçlandığında 
                  Peygamber (s.a.a) ashaptan bir kısmının dedikodu ve 
                  eleştirilerine maruz kalınca Allah-u Teala şu ayeti indirerek 
                  Resulü'nü teyit ve tasdik etmiştir. "Andolsun ki Allah, 
                  Resulü'nün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah 
                  dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde, 
                  saçlarınızı tıraş etmiş, (kimini de) kısaltmış olarak, 
                  korkusuzca gireceksiniz..." (Fetih / 27) 
                  Görüldüğü 
                  gibi bu ayetlerde Allah Resulü'ne rüyada, ashabıyla birlikte 
                  Mekke'ye doğru hareket etmesi gerektiğinin vahy edildiğinden 
                  bahsetmektedir. Öte yandan şunu da biliyoruz ki Kur'ân-ı 
                  Kerim'in hiçbir yerinde Allah Resulü'ne edilen söz konusu 
                  vahye herhangi bir işaret bulunmamaktadır. Fetih sûresinin 27. 
                  ayeti ise bu hadiseden sonra ashaptan bazılarının itiraz ve 
                  tereddütlerini reddedip Resulullah'ı teyit etmek için inmiştir. 
                  Kaldı ki zahiren Kur'ân ayetlerinin hiç birisi rüyada vahy 
                  edilmemiş, Cebrail (a.s) vasıtasıyla uyanıkken Resulullah'a 
                  indirilmiştir. 
                    
                  5- 
                  Bu bölüme gayri Kur'ânî vahyin de Resulullah'a indiğini teyit 
                  eden birkaç hadisle son vermek istiyoruz: 
                  Kenz-ül 
                  Ummal isimli meşhur hadis külliyatında, Müsned-i Ahmed ve 
                  Sahih-i Ebi Davut'tan , El-Mirkât kitabında ise Sahih-i Ebi 
                  Davud ve Sünen-i İbn-i Mace'den şöyle nakledilmektedir: Allah 
                  Resulü şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki, hiç şüphesiz bana kitap 
                  (Kur'ân) ve onunla birlikte onun misli kadar (başka vahiyler 
                  de) verildi. Dikkat edin! Olur ki, koltuğuna yaslanmış karnı 
                  tok bir kişi (çıkarda) şöyle der: "Size şu Kur'ân (yeter), 
                  ondan ayrılmayın; ondan bulduğunuz helâli helâl ve ondan 
                  bulduğunuz haramı haram sayın (yeter)." (15)
                   
                  İmam Şafii 
                  ise Müsnedi'nin risalet bölümünde Resulullah'tan şu hadisi 
                  nakleder: "Sizden koltuğuna yaslanmış birini görmeyeyim ki, 
                  kendisine benden bir emir veya nehiy geldiğinde: 'Bilmiyorum; 
                  biz ancak Allah'ın kitabında bulduğumuza uyarız' desin." 
                  (16) 
                  Yine Ali b. 
                  Sultan el-Mirkât kitabında İrbaz b. Sâriye kanalıyla şöyle 
                  rivayet etmektedir: "Allah Resulü kalkıp şöyle buyurdu: 'Sizden 
                  biri koltuğuna yaslandığı halde şöyle mi zannediyor: 'Allah'ın 
                  haram kıldığı her şey bu Kur'ân'da mevcuttur (eğer yoksa haram 
                  değildir).' 'Dikkat edin! Allah'a andolsun ki bana (ayriyeten) 
                  şu Kur'ân kadar veya ondan daha fazla emir, öğüt ve nehiy (yasaklayıcı 
                  emir) verildi." (17) 
                  Evet Allah 
                  Resulü bu hadislerde açıkça, çeşitli konularda emir ve nehiy 
                  niteliği taşıyan vahiylerin, helal ve haramları içeren ilahi 
                  hükümlerin de kendisine indiğini beyan etmektedir. 
                    
                  C- 
                  PEYGAMBER (S.A.A)'İN HATALI İCTİHATLARI !! 
                    
                  Bu bölümde 
                  bazıları tarafından Allah Resulüne (s.a.a) isnad edilen bazı 
                  hatalı ictihadları ele alıp, onları tahlil etmeğe çalışacağız. 
                  Bu ictihadlardan birisi olarak zikredilen, Bedir savaşındaki 
                  esir alma ve esirleri fidye karşılığı serbest bırakma olayını 
                  önceki bölümde değinmiş ve cevaplamıştık. 
                  Buna örnek 
                  olarak zikredilen bir başka olay da yine Bedir savaşıyla 
                  ilgilidir. içtihad görüşünü savunanlar bazı rivayetlere 
                  dayanarak diyorlar ki: "Resulullah (s.a.a) İslam ordusunu 
                  Bedir'e en yakın su kuyusunun yanında indirmişti. Ashaptan 
                  Habbab b. Münzir adında birisi Resulullah (s.a.a)'a gelerek "Ya 
                  Resulullah, dedi, eğer bu işi (orduyu bu mekanda yerleştirmeyi) 
                  vahye dayanarak yaptıysan bir diyeceğim yok. Ama eğer kendi 
                  görüşüne dayanarak böyle bir uygulamaya gittiysen, benim başka 
                  bir önerim var. Bence orduyu düşmana en yakın suyun bulunduğu 
                  yere yerleştirelim; sonra da havuzlar yapıp onları suyla 
                  doldurduktan sonra kuyuları kapatalım. Böylece Müslümanların 
                  elinde su bulunsun, müşrikler de sudan mahrum kalsınlar. 
                  Resulullah (s.a.a) Habbab'ın görüşünü beğenip onun önerdiği 
                  şekilde hareket etti ve kararından vazgeçti." (18) İşte 
                  diyorlar Peygamber (s.a.a) önce içtihad yapıp, sonra da 
                  içtihadının hatalı olduğunu anlayınca ondan vazgeçti. 
                  Bizce bu 
                  rivayet sahih değildir; çünkü, evvela Keşşâf ve diğer bir çok 
                  tefsirin, Envar-üt Tenzil'in, El-Medârik'in, Feth-ül Kadir'in, 
                  Sire-i Halebiye'nin ve.... de yazdığına göre müşriklerin 
                  yerleştiği en yüksek vadi yamacı, su bulunan ve iyi bir 
                  araziye sahip olan bir yerdi. Aşağı vadi yamacında ise hem su 
                  yoktu, hem de ayakların gömüldüğü yumuşak kumlu bir araziye 
                  sahipti. (19) 
                   Saniyen 
                  yine kaynakların yazdığına göre, Bedir'e ilk gelip yerleşen 
                  müşrikler idi; böyle olunca da onların su bulunan yeri düşmana 
                  bırakıp, su olmayan yerde yerleşmeleri makul bir ihtimal 
                  değildir. 
                  Sonra İbn-i 
                  Esir tarihinde İbn-i İshak'tan şöyle nakledilmektedir: "Müşrikler, 
                  Müslümanların yaptıkları havuzlardan su almaya geldiklerinde 
                  Allah Resulü (s.a.a) kimsenin onlara dokunmamasını emretti." 
                  (20) Nasıl ki Hz. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s) Sıffin savaşında, 
                  kendilerini sudan mahrum bırakan Muaviye ordusunu geri 
                  püskürtüp nehri ele geçirdiklerinde, bazılarının misilleme 
                  yapmayı ısrar etmelerine rağmen, kabul etmemiş ve suyu onlara 
                  serbest bırakmıştı. Evet Allah Resulü'ne ve Allah'ın velisine 
                  yakışan ve onlardan beklenen de budur zaten. 
                  Evet bizce 
                  bu konuda nakledilen en sahih rivayet şudur: "Müslümanlar 
                  sudan mahrum kalmışlardı; Allah-u Teala yine gaybî bir imdat 
                  olarak geceleyin şiddetli bir yağmur yağdırmış, öyle ki bütün 
                  vadi akmaya başlamış; (aşağı taraflarda bulunan) Müslümanlar 
                  havuzlar yaparak onları ve getirdikleri kapları suyla 
                  doldurmuş; hayvanlarını suya doyurmuş, içmiş ve gusletmişlerdi...."
                  (21) İşte havuz yapma olayının sırrı da bundan ibaretti; 
                  yukarıda bazılarının söylediği değil. 
                  Görüldüğü 
                  gibi burada da her hangi bir içtihad ortada yoktur ki, onda 
                  hata yapılıp yapılmadığı da söz konusu olsun. (22)
                   
                    
                  Resululah (s.a.a)'ın 
                  hatalı içtihadı olarak delil gösterilen ve dillerde oldukça 
                  meşhur olan bir diğer rivayet de "Hurmaların Aşılanması" 
                  olayıdır. 
                  Musa b. 
                  Talha babasından şöyle rivayet ediyor: "Allah Resulü'yle 
                  birlikte hurma ağaçlarının tepelerinde duran bir topluluğa 
                  uğradık. Resul (s.a.a) 'Bunlar ne yapıyor?' diye sordu. Dedim 
                  ki: 'Onu aşılıyorlar; erkeği dişisine koyarlarda o aşılanır!' 
                  Resul-i Ekrem (s.a.a): 'Bunun pek fayda getireceğini 
                  zannetmiyorum' dedi. O insanlara bu haber verilince aşılamayı 
                  bıraktılar da hurma ağaçları ürün vermez oldu. Resulullah (s.a.a) 
                  bunu duyunca şöyle buyurdu: 'Eğer bu onlara yarar sağlıyorsa 
                  yapsınlar. Ben sadece bir zanda bulundum. Ama size Allah'tan 
                  bir şey haber verdiğimde onu muhakkak alın. Zira ben Allah'a 
                  karşı asla yalan söylemem.' 
                  Bir başka 
                  rivayette ise şöyle buyurduğu nakledilmiştir. "Ben ancak bir 
                  insanım; size dininizle ilgili bir şeyi emrettiğimde onu alın. 
                  Kendi görüşümden bir şeyi emrettiğimde ise ben ancak bir 
                  insanım." 
                  Üçüncü bir 
                  rivayette ise: "...Siz dünyaya ait işlerinizi daha iyi 
                  bilirsiniz" cümlesi yer almaktadır. Bir diğerinde ise: "Ben ne 
                  çiftçiyim nede hurma sahibiyim" ibaresi kullanılmıştır. 
                  (23) 
                  Bizce her 
                  şeyden önce bu rivayetin kendisi kendisini yalanlamaktadır. 
                  Rivayetlerin bazısında belirtildiği üzere güya bu olay 
                  Medine'de vuku bulmuştur. Düşünün bir insan elli yıldan fazla 
                  bir toplumda yaşayacak ve o insanların en yaygın uğraşısı olan 
                  bir işin en basit ve herkes tarafından bilinen bir kuralını 
                  bilmeyecek; olacak şey mi?! Sonra madem o konu hakkında 
                  bilgisi yoktu, neden bilmediği bir şeye müdahalede bulunup o 
                  kadar insanın zarar ve ziyanına uğramasına vesile oluyor; 
                  sonra da kalkıp beni bu konuda sorgulayamazsınız" diyor? Bunu 
                  sıradan bir insana hoş görürler mi ki, Allah'ın Resulü'ne (ki 
                  insanlar onun şahsiyetine ve peygamberliğine güvenle sözünü 
                  dinlemişlerdi; yoksa yıllarca tecrübe ettikleri bir şeyi, her 
                  hangi birisinin sözüyle terk ederler miydi?) hoş görsünler! 
                  Bir insanın ancak bildiği şeylerde görüş belirtmesinin doğru 
                  olabileceği hem akli, hem de şer'i bir kuraldır. Nasıl olur da 
                  Allah'ın Resulü, insanlığın kılavuzu olan en akıllı insan, bu 
                  kadar basit bir kuralı kendisi çiğner?! Sonra o insanlar onun 
                  sözüne güvenerek onca zarara katlandıkları için, Allah Resulü 
                  onların bu durumları karşısında kendisini sorumlu bilmelidir; 
                  fakat o, değil her hangi bir sorumluluğu üstlenmeği, üstelik (güya) 
                  "Beni sorgulayamazsınız" diyor. Bu olacak şey mi?! 
                  Kısacası 
                  biz böyle bir davranışı, Peygamber'e değil, sıradan akıllı bir 
                  insana bile yakıştırmadığımız için, bu rivayet üzerinde bundan 
                  fazla durmuyor ve onun esastan uydurma olduğuna inanıyoruz. 
                  Bu yüzden 
                  de böyle bir rivayeti Allah Resulünün güya hatalı içtihadına 
                  delil göstermeği en az rivayetin kendisi kadar saçma buluyoruz. 
                    
                    
                  
                  KAYNAKLAR VE 
                  DİPNOTLAR:
                    
                  1-        
                  El-Ahkam,  
                  C.4, S.134. 
                  2-        
                  El-Ahkam,  
                  C.4, S.290. 
                  3-        
                  El-Menar 
                  Tefsiri,  C.10, S.465-466 
                  4-        
                  Şerh-i 
                  Tecrid, İmamet Bölümü. 
                  5-        
                  Şerh-i 
                  Nehc-ül Belağa (İbn-i Ebi-l Hadid), El-Muğni'den naklen, C.17, 
                  S.176. 
                  6-        
                  Al-i İmran 
                  32, Nisa 59, Maide 92, Enfal 1-20-46, Nur 54, Muhammed 33..... 
                  7-        
                  Cem-ül 
                  Fevâid (İz Yayıncılık), C.1, S.69, Hadis: 317, Ebu Davud'dan 
                  Naklen. 
                  8-        
                  Sünen-i Ebi 
                  Davud, C.3, S.136, Hadis: 2949, Müsned-i Ahmed, C.3, S.191, 
                  Hadis: 8161, Kenz-ül Ummal, Hadis: 16711. 
                  9-        
                  Bu konuda 
                  tefsirlerin Cuma sûresinin tefsiri bölümüne müracaat 
                  edilebilir; bizim yaptığımız alıntılar "Numune" tefsirindendir. 
                  10-     
                   El-Mizan 
                  Tefsiri, C.10, S.136. 
                  11-     
                   Tarih-i 
                  Taberi, C.1, S.169, Sire-i Halebiye, C.2, S.190, Sahih-i 
                  Müslim, C.5, S.156, El-Kamil (İbn-i Esir), C.2, S.136, Kenz-ül 
                  Ummal, C.5, S.265, Hayat-üs Sahâbe, C.2,  S.42, Esbâb-ün Nüzûl, 
                  S.137, Ed-Dürr-ül Mensur, C.3, S.201-203, El-Mizân, C.10, 
                  S.134. 
                  12-     
                   Tarih-ül 
                  Hamis, C.1, S.393, Feth-ül Bâri, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Habbân, 
                  Müsdedrek-i Hâkim'den naklen, El-Musannaf (Abdurrazzak), C.5, 
                  S.210, Tarih-i İbn-i Kesir, C.3, S.298, Tabâkât-ı İbn-i Sa'd, 
                  C.2, S.14... 
                  13-     
                   Yukarıdaki 
                  kaynaklar ve Tarih-i Hamis, C.1, S.393, El-Mûstasfâ (Gazâlî), 
                  C.2, S.356. 
                  14-     
                   Bu bölümde 
                  en çok değerli muhakkik ve büyük alim üstad Cafer Murtaza 
                  Âmili'nin "Es-Sahih-u Min-es Siret-in Nebeviyye" kitabından 
                  istifade ettik; isteyenler bu kitaba, C.3, S.242'den itibaren 
                  müracaat edebilirler. Yine Merhum Allâme Tabatabai'nin 
                  El-Mizan Tefsirinden azami ölçüde yararlandık. Allah hepsinden 
                  razı olsun. 
                  15-     
                   Ken-ül 
                  Ummal, C.1, S.44,  El-Mirkât (Ali b. Sultan), C.1, S.195. 
                  16-     
                   Musned-i 
                  İmam Şafii, S.136. Aynı hadis El-Mirkât kitabında, C.1, S.194, 
                  Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Sahih-i Tirmizî ve İbn-i Mâce'den 
                  nakledilmiştir. 
                  17-     
                   El-Mirkât, 
                  C.1, S.197. 
                  18-     
                   Sire-i 
                  İbn-i Hişâm, C.2, S.272, Sire-i Halebiye, C.2, S.155, El-Kâmil 
                  (İbn-i Esir), C.2, S.122. 
                  19-     
                   El-Keşşâf, 
                  C.2, S.203-223,  Tefsir-i  C.3, S.171,  Sire-i Halebiye, C.2, 
                  S.154, Feth-ül Kadır, C.2, S.291. 
                  20-     
                   El-Kâmil (İbn-i 
                  Esir),  C.2, S.123. 
                  21-     
                   El-Keşşâf 
                  Tefsiri, C.2, S.203-204, İbn-i Kesir Tefsiri, C.2, S.292. Son 
                  kaynak havuz yapma konusuna değinmemiştir. 
                  22-     
                   Bu olay 
                  hakkında azami derecede üstad Cafer Murtaza Amili'nin "Es-Sahih-u 
                  Min-es- Sire" adlı eserinden yararlandık,  C.3, S.179. 
                  23-     
                  Sahih-i 
                  Müslim C:7  Kitab-ül Fazail 139-140  Müsned-i İbn-i Hanbel  
                  C.1 / S.162  C.3 / S.152 Sünen-i İbn-i Mace  C.2  Kitab-ür 
                  Rihan 15  Kitab-üt Tahsil-i vel-Beyan (İbn-i Rüşd)......   |