Bismillahirrahmanirrahim
MÜCTEHİD
PEYGAMBER Mİ,
MASUM
PEYGAMBER Mİ?
Soru-16:
Ehl-i Sünnet'in bazı kitaplarında Allah Resulü'nün bazen
içtihad yaptığı, hatta bazen içtihadında hata yaptığı iddia
edilmektedir. Sizce böyle bir iddia doğru olabilir mi? Eğer
değilse, onların Resulullah'ın hatalı ictihadları diye ileri
sürdükleri olayları nasıl cevaplandırıyorsunuz? Bu konuda bana
yardımcı olursanız size minnettar kalacağım. Allah yardımcınız
olsun...
Cevap-16: Evet
muhterem kardeşim, sizin de belirttiğiniz gibi Ehl-i Sünnet
âlimlerinden büyük bir kısmı Resulullah'ın da bazen içtihad
yaptığı ve hatta bazen içtihadında hata yaptığı hususunda
ısrarlıdırlar. Şimdi bu iddianın cevabına geçmeden önce bu tür
düşünenlerden bazılarının görüşlerini örnek olarak zikredip
daha sonra geniş ve etraflı bir şekilde meseleyi ele alıp
cevaplandırmaya çalışacağız inşaallah:
Büyük Sünni
alimlerden Amidî, "El-Ahkâm" kitabında şöyle diyor:
"Ulema
arasında tartışılan bir konu da şudur: Acaba Kur'ân'ın açık
hükmü bulunmadığı yerlerde Peygamber (s.a.a) kendi re'y ve
içtihadına göre mi hareket ediyordu yoksa...?"
Ahmed
b.Hanbel, Kadı Ebu Yusuf, İmam Şafii ve diğer bir çok Şafii
alimi, Kadı Abdülcabbar, Ebu Hüseyin Basrî, açık bir Kur'ânî
âyet bulunmadığı yerlerde Allah Resulü'nün kendi içtihad ve
re'yine göre amel ettiği görüşünü benimsemişlerdir...
Sonra şöyle
devam ediyor Amidi: "Biz de aynı görüşteyiz; zira bu hem aklen
mümkündür hem de bu şekilde içtihad Peygamber'den
nakledilmiştir!!" (1)
Kitabın bir başka yerinde ise
şöyle diyor: "Peygamber'in içtihad yaptığını söyleyenler şu
noktada ihtilaf etmişlerdir ki; acaba Peygamber'in, yaptığı
içtihatta hata yapması da mümkün müdür?
Bazıları
Peygamber'in içtihadında hata yapmasının mümkün olmadığını
savunmuşlarsa da bizim ashabımızın (mezhep mensuplarımızın)
çoğu, Hambeliler, hadis ehli, Cibaî ve Mutezile'den bir grup
Peygamber (s.a.a)'in içtihadında hata yapabileceği
kanısındalar." (2)
Afganlı
alim Doktor Musa Tevana, el-Ezher için yazdığı ve mümtaz
dereceyle kabul edilen "El-İçtihad..." adlı tezinde: "İslam'da
içtihad olgusu bizzat Resulullah'ın kendisiyle başlamıştır.
Peygamber (s.a.a) risaletin tebliğiyle ilgili olmayan
konularda içtihad yapıyordu" diyor ve hurmaların aşılanması
olayını delil gösteriyor. (Bu olay ve cevabına makalenin son
bölümünde yer vereceğiz inşallah.)
Şeyh
Muhammed Abduh'un bu konudaki görüşü ise şöyledir; "Bizim
Peygamber'imiz ve diğer Peygamberlerin vahiy olmayan yerlerde
içtihad da yaptıkları hatta içtihatlarında hata yaptıkları
vakidir. Evet bütün Müslümanların ittifak ettikleri husus
vahyin tebliği, beyanı ve ona amel konusunda Peygamberlerin
masum oluşudur. Bunun (Peygamberlerin hatalı içtihadını) teyit
eden delil Talha'nın hurmaları aşılama konusunda naklettiği
hadistir." (3)
Yine Ehl-i
sünnetin meşhur kelamcılarından "Fazıl Kuşcî" ikinci halifenin
Mut'ayı nehyettiği ve bu konuda Resulullah'a muhalefet edip
etmediğinden bahsederken şöyle diyor: "Ömer'in bu konuda
Resulullah'a muhalif kalması kesinlikle eleştirilemez. Zira
içtihadi konularda bir müçtehidin diğer bir müçtehide
muhalefeti yeni bir şey değildir ki!!" (4)
Ve bilahare
Kâz-il Kuzât "El-Muğni" adlı eserinde şöyle yazıyor: "Peygamber
(s.a.a) dünyevi işlerde ve olaylarda kendi içtihadına
dayanarak hüküm veriyordu. Onun bütün hükümlerini, emir ve
nehiylerini şer'i konularda olduğu gibi vahye dayandırmamıza
gerek yoktur; "Sonra şöyle ekliyor: Peygamber vefat ettikten
sonra başka müctehidlerin onun içtihadına muhalefet etmeleri
de caizdir. Gerçi yaşadığı zaman onun içtihadı
başkalarınınkinden daha iyidir. Sonra şöyle devam ediyor: "Aslında
Ömer'in Usame'nin ordusuna katılmaktan çekilmesi de işte böyle
bir içtihattan kaynaklanmıştır. Zira onun teşhisine göre o
şartlarda, onun orduya katılmaması katılmasından daha
önemliydi!!" (5)
Günümüzdeki
yazarlar ve düşünürlerin eserlerinde de sık sık bu düşüncenin
izlerine rastlamak mümkündür.
Biz Ehl-i
Beyt mektebinin bu konudaki görüşünü aktarabilmek ve mezkur
görüşlere genel bir cevap verebilmek için bu konuyu üç bölümde
ele almaya çalışacağız.
a)- Bazı
Kur'ân ayetlerine ve hadislere dayanarak Allah Resulü'nün
mutlak bir şekilde vahiyle yönlendirildiği ve hüküm, emir ve
nehiy özelliği taşıyan her konuda vahye dayanarak hareket
ettiğini açıklamaya çalışacağız.
b)- İkinci
bölümde Resulullah'a sadece Kur'ânî değil, gayri Kur'ânî
vahiylerin de indiği ve bunu bizzat Kur'ân ve hadislerin teyit
ettiğini bazı ayet ve hadislere dayanarak kanıtlamaya
çalışacağız.
c)- Üçüncü
bölümde de güya Resulullah'ın içtihad yapıp da hata yaptığına
gösterilen bazı delilleri cevaplandıracağız inşallah.
A)- MASUM PEYGAMBER
Ehl-i Beyt
Mektebi'ne göre Allah Resulü (s.a.a)'in Müslümanlar için
düstur niteliği taşıyan bütün emir ve nehiyleri, bir başka
deyişle "Sünnet-i Nebevî" tümüyle vahiydir veya vahiyden
istifade edilmiştir. Bu yüzden onda içtihad, re'y, kıyas,
istihsan gibi şeylerin yeri yoktur. Bir çok hadisten istifade
edildiği üzere Resul-i Ekrem (s.a.a), hakkında vahiy nazil
olmayan bir konuda kendisine bir şey sorulduğu zaman cevap
vermez ve vahyin inmesini beklerdi.
Nitekim
Kur'ân'ı Kerim de herhangi bir istisna koymadan: "O,
hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz; O
(söyledikleri) ancak vahy olunan bir vahiydir." (Necm /
3-4) buyurmaktadır. Veya bir başka ayet-i kerimede şöyle
buyuruyor: "De ki "Size Allah'ın hazineleri yanımdadır
demiyorum; gaybı da (Allah bildirmeden) bilmiyorum ve ben size
bir meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahy edilene uyarım..."
(Enam / 50)
Yunus
Sûresi, 15. ayet de aynı muhtevayı ifade etmektedir. Aynı
gerçeği Hak Teala bir başka ayetinde şu cümlelerle açıklıyor:
"Şüphesiz biz sana kitabı hak olarak indirdik ki, Allah'ın
sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin..." (Nisa
/ 105)
Bütün bu
ayetlerden Allah Resulü'nün verdiği bütün hükümlerin, birer
ilahi vahiy olduğunu ve onun kendi indinden herhangi bir emir
veya nehiyde ve şer'i bir açıklamada bulunmadığı apaçık
ortadadır. Zaten böyle olsaydı, Allah-u Teala mutlak bir
şekilde Resulüne itaat etmeyi ümmete muhtelif ayetlerinde farz
kılar mıydı? (6) Veya yine hiçbir kayıt koymadan:"...Peygamber
size ne verirse onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan
sakının ve Allah'tan sakınıp-korkun..." (Haşr / 7) buyurur
muydu? Yahut: "Ey iman edenler; Allah'a itaat edin;
Peygamber'e itaat edin; ve sizden olan emir sahiplerine de.
Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve
Resulüne döndürün şayet Allah'a ve ahiret gününe iman
ediyorsanız..." (Nisa / 59) ayetinde ise Peygambere
itaatin Allah'a itaat olduğunu, Müslümanların ihtilaflarda ve
sorunlardaki başvurmaları gereken merci olduğunu bildirir
miydi? Ve bilahare Allah'a ve ahiret gününe gerçek imanın baş
şartının Allah'a ve Resulüne itaat edip, onu dinin baş
vurulacak gerçek mercii olarak tanıtır mıydı?!
Eğer
Peygamber müçtehid olsaydı bir müçtehidin diğer bir müçtehide
muhalefet etmesi caiz olduğu için Peygambere de muhalefet caiz
olsaydı o zaman Allah aşkına bu ayeti nereye koyacaktınız?:
" Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman , mû'min olan bir
erkek ve mû'min olan bir kadın için o işte kendi isteklerine
göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulüne isyan ederse,
artık gerçekten o, apaçık sapıklıkla sapıtmıştır." (Ahzap
/36)
Zannedersem
bu kadarı Kur'ân'dan yeterlidir. Sünnetten de bir iki örnek
vererek bu konuyu noktalamak istiyoruz: İbn-i Amr b.el-As'tan
şöyle rivayet edilmiştir: "Ben Peygamber'den (s.a.a)
duyduğum her şeyi yazardım. Ancak Kureyş beni bundan alıkoydu.
Dediler ki: 'Sen Resulullah'ın her söylediğini yazıyorsun.
Allah Resulü (s.a.a) de bir insandır; kızgınlık halinde de
hoşnutluk halinde de konuşabilir. (Bu yüzden hata da yapabilir!)"
Ondan sonra
yazmaktan vazgeçtim bunu Allah Resulü (s.a.a)'e anlatınca,
mübarek parmağıyla ağzını gösterdi ve şöyle buyurdu: "Yaz!
Nefsim elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, bundan (ağzımdan)
haktan başka bir şey çıkmaz." (7)
Resulullah
(s.a.a), bir ganimet paylaştırmasına itiraz eden bazı
Müslümanlara şöyle buyurdu: "Ben size bir şey verdiğimde
veya bir şeyden sizi mahrum bıraktığımda bir haznedarım ben;
ancak emredildiğim şekilde hareket ederim." (8)
Evet
gördüğünüz gibi: "Allah Resulü bir beşerdir; neticede O da
hata yapabilir..." diyenler bizzat Allah Resulünün zamanında
dahi eksik değillerdi; ancak gördüğünüz gibi Allah Resulü
nasıl hem de yemin ederek onlara gereken cevabı veriyor.
Resulü'nden önce Allah'ın kendisi onların cevabını Kur'ân-ı
Kerim'de vermiş, ama gören kim! Aynen, Kur'ân'daki: "Namaza
yaklaşmayın...." cümlesini görüp de "Sarhoş olduğunuz
halde" cümlesini görmeyen veya görmek istemeyen kimsenin
misali. Allah Resulü'nün masumiyetinden bahsedildiği zaman
hemen "Ya O da bir beşer değil mi?" cümlesine asılıp,
Kur'ân'da bu cümlenin ardından gelen ve :"Bana vahy
ediliyor..." (Kehf / 110) cümlesini görmeyenler zaten
bütün hatayı da bu noktada yapıyorlar. Her şey işte "Bana
vahy ediliyor" gerçeğinin altında yatıyor. Zaten böyle
olmasaydı Allah-u Teala Resulü'nü insanlara örnek olarak
tanıtır mıydı? Öyle bir örnek ki, bütün sözleri, fiilleri ve
teyitleriyle insanlara bir ilahi hüccet niteliği taşıyor:
"Hiç
şüphesiz sizin için Allah'ın Resulünde güzel bir örnek vardır..."
(Ahzap / 21)
İkinci bölümde hakkında kesin
Kur'ân ayeti bulunmayan konularda Allah Resulü'nün içtihad
yaptığını iddia edenlere Peygamber'in Kur'ân ayeti bulunmayan
konularda dahi vahiyle hareket ettiğini, ancak bu vahiylerin
gayri Kur'ân'i vahiyler olduğunu ispatlamak için bizzat
Kur'ân'dan ve hadislerden deliller sunmaya çalışacağız
inşallah.
B)- RESUL-U EKREM (S.A.A)'E
GAYRİ KUR'ÂNİ VAHİYLERİN DE İNDİĞİNE DÂİR KUR'ÂN VE
HADİSLERDEN DELİLLER
1-
Resulullah (s.a.a)'a gayri Kur'ân'i vahyin indiğini ispatlayan
bir çok Kur'ân ayeti mevcuttur. Bunlardan birisi Cuma namazı
hakkında inen ayetlerdir. Cuma Sûresi'nde bulunan bu ayetlerin
içeriği, yine bu ayetlerin sebeb-i nüzulünde nakledilen
rivayetler ve aynı şekilde ilk kılınan Cuma namazı hakkındaki
tarihi belgeler Cuma namazını bu ayetlerin inmesiyle değil,
daha önceleri farz kılındığını gösteriyor. Cuma namazı
hakkında başka bir ayet Kur'ân'da bulunmadığına ve Allah
Resulü de kendi yanından hüküm koyamayacağına göre bu hüküm (Cuma
namazı) önceden gayri Kur'ân'i bir vahiyle Resulullah'ın
Medine'ye hicret ettiği ilk günlerde inmiştir.
Nakledildiğine göre Resulullah (s.a.a) Mekke'den Medine'ye
hicret ederken Rebiyülevvel ayının Pazartesi gününde Medine
yakınlarına varmış ve dört gün "Kuba" denilen yerde Medine'ye
girmeden Hz. Ali (a.s)'ın Mekke'den dönüşünü beklemiş ve orada
"Kuba Mescidi"nin de temelini atmış ve o mescidin bugüne kadar
varlığı devam etmiştir. Hz. Ali geldikten sonra Cuma günü
Medine'ye doğru hareket etmiştir. "Beni Salim" mahallesine
vardığında orada Müslümanlarla birlikte ilk Cuma namazını
kıldırmıştır. Halbuki biz biliyoruz ki, Cuma sûresindeki bu
ayetler bu olaydan sonra nazil olmuştur. Ayetlerin sebeb-i
nüzulünde tefsirlerde şöyle denilmektedir: "Yılların birisinde
Medine kurak ve kıtlık bir yıl yaşıyordu. Halkın muhtaç olduğu
maddeler oldukça pahalı fiyatlarla satılıyordu. İşte böyle bir
durumda Cuma'ya rastlayan bir günde Dıhyet-ül Kelbi (ki henüz
Müslüman olmamıştı) Şam'dan gıda maddeleri yüklü bir kervanla
Medine'ye geldi. Adet üzerine kervanın gelişini ilan etmek
için davul ve bazı diğer aletleri çalmaya başladılar; tam o
sırada Resulullah (s.a.a) Müslümanlara Cuma hutbesi okuyordu.
Hutbeyi dinleyen Müslümanların çoğu kervandaki mallardan
kendilerine bir şey kalmaz korkusuyla Resulullah (s.a.a)'ı
hutbe okur halde bırakıp kervana koştular. Nakledildiğine göre
sadece on iki erkek ve bir kadın mescidde kaldılar. İşte o
sırada bu ayetler inerek Müslümanların bu fiilini ve Cuma
namazı hakkındaki diğer ihmalkarlıklarını (namaz vaktinde
alışveriş ile meşgul olma gibi) şiddetle kınayıp onları uyardı.
Allah Resulü de şöyle buyurdu: "Eğer bu az grup da terk
edip gitselerdi, gökten taş yağardı." (9)
Bütün
bunları ayetlerin içeriğini dikkate aldığımızda açık bir
şekilde anlamak mümkündür. Ayetlerde şöyle buyurmaktadır
Allah-u Teala:
"Ey iman
edenler, Cuma günü namaz için çağrı yapıldığında, hemen
Allah'ı zikretmeğe koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer
bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." * "Artık namazı
kılınca yeryüzüne dağılın. Allah'ın fazlını isteyip-arayın ve
Allah'ı çokça zikredin; umulur ki, felâha kavuşmuş olursunuz."
"Oysa
onlar bir ticaret yada bir eğlence konusu ve fırsatı
gördükleri zaman hemen ona sökün ettiler ve seni ayakta (hutbe
okur halde) bıraktılar. De ki: 'Allah'ın katında bulunan
eğlenceden de, ticaretten de daha hayırlıdır. Allah rızkı
verenlerin en hayırlısıdır."
(Cuma / 9-10-11)
Görüldüğü gibi bu ayetlerde Cuma
namazının farziyetinden bahsedilmiyor. Diğer birçok hükmün (namaz,
oruç, zekat, hac vb.) farz kılınışında Kur'ân'da gördüğümüz
hitap tarzı burada yoktur. Ayetlerin içeriği Müslümanlar
arasında Cuma namazına karşı bir gevşeklik ve önemsemeyişi
dile getirip bunu kınamak ve yapılması gerekeni hatırlatmaktan
öteye geçmiyor.
Belli
oluyor ki, önceden Cuma namazı için ezan okunduğunda bir çoğu,
bu çağrıya icabet etmenin yerine kendi alış-verişleri ve
dünyevi işleri veya eğlencevi şeylerle meşgul oluyorlardı.
Onun için: "Ey iman edenler namaza çağrı yapıldığında..."
ayetiyle uyarılıyorlar. Bir kısmı ise Resulullah'ı hutbe
üzerinde bırakarak ticaret kervanına ve eğlence seyretmeye
koştuklarında ise: "Onlar bir ticaret yada eğlence..."
ayetiyle hem kınanıyor hem de uyarılıyorlardı.
2-
Allah Resulü (s.a.a)'in içtihad yapmadığını ve Müslümanların
din veya dünyalarıyla ilgili direktif niteliği taşıyan bütün
açıklama ve kararlarının vahye dayandığını, ancak bu
vahiylerin bir kısmının Kur'ânî (hem kalıp hem de muhtevasının
vahiy ve mucizevi) olmasının yanı sıra bir kısmının da gayri
Kur'ânî (muhtevanın Allah'tan olduğu, kalıbın ve açıklama
şeklinin ise Peygambere bırakıldığı) vahiyler olduğunu
ispatlayan bir başka Kur'ân'i delillimiz, Enfal Sûresi'nin
Bedir savaşı hakkındaki bazı ayetleridir.
Enfal
sûresinin Bedir savaşından sonra indiğinde müfessirler ittifak
etmişlerdir. Oysa Bedir savaşında Allah Resulü'nün (s.a.a)
bazı hareketlerinin bizzat vahiyle yönlendirildiğini yine
Kur'ân'dan öğreniyoruz. Mesela bu sûrenin 5. ayetinde: "Rabbin
seni evinden hak uğrunda (savaşa) çıkardığında, mu'minlerden
bir grup isteksizdi" şeklindeki ilahi buyruk, Allah Resulünün
bizzat Allah'ın emri ve vahyiyle evinden savaş için çıktığını
bildirmektedir. Yine 7. ayette: "Hani Allah iki topluluktan
(Kureyş'in ticaret kervanı veya savaş ordusundan) birisinin
muhakkak sizin olacağını (birisiyle karşılaşacağınızı ve ona
galip geleceğinizi) size vaadetmişti; siz de güçsüz, silahsız
olanın sizin olmasını istemekteydiniz..." diye savaştan
önceki birtakım ilahi vaatlerden bahsetmektedir. Halbuki
Kur'ân'ın başka hiçbir yerinde Bedir savaşından önce nazil
olan ve sözü geçen konulardan bahseden başka bir ayet
bulunmamaktadır. Enfal sûresinin söz konusu ayetleri ise
Bedirden sonra nazil olmuştur. Böylece anlaşılıyor ki, bahsi
geçen emir ve vaatler Bedir öncesi gayri Kur'âni vahiyle
Resulullah (s.a.a)'a bildirilmişti.
3-
Resul-i Ekrem (s.a.a)'e gayri Kur'âni vahyin de indiğini teyit
eden bir başka Kur'ânî delilimiz yine Enfal sûresinden ve
Bedir savaşı hakkında inen 67-68-69. Ayetlerdir. Maalesef
bazıları bizim bu ayetlerden istifade ettiğimizin tam tersine,
bu ayetleri Allah Resulü'nün yaptığı, fakat hata ettiği bir
içtihada delil göstermeye çalışıyorlar. Halbuki yapacağımız
izahattan sonra, Allah'ın izniyle görülecektir ki, bu ayetler,
değil Allah Resulü'nün yanlış içtihad yaptığı, bilakis
Resulullah'ın diğer yerlerde olduğu gibi bu noktada da kendi
içtihad ve re'yiyle değil, bizzat vahiyle hareket ettiğini
göstermektedir (bazen Kur'ânî, bazen ise gayri Kur'âni vahiyle).
Şimdi önce bu ayetlerin mealini vereceğiz; daha sonra
ayetlerin sebeb-i nüzulünü ve bu ayetleri Resulullah'ın hatalı
içtihad yaptığına delil gösterenlerin yaklaşımlarını, sonra da
cevabımızı kısaca arz etmeye çalışacağız inşallah.
"Hiçbir
peygambere yeryüzünde, kesin bir zafer kazanıncaya (dini
yeryüzünde kökleşinceye) kadar esir alması yakışmaz. Siz
dünyanın geçici yararını istiyorsunuz. Oysa Allah (size)
ahireti istemektedir. Allah üstün ve güçlüdür. Ve hikmet
sahibidir. (67)
Eğer
Allah'ın önceden bir yazması olmasaydı, aldığınız (esirlere)
karşılık size gerçekten büyük bir azap dokunurdu.
(69)
Artık
ganimet olarak elde ettiklerinizden helal ve temiz olarak
yiyin ve Allah'tan korkup sakının.
Hiç şüphesiz Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (69)
Bazıları bu ayetlerin zahirine
ve nakledilen bazı rivayetlere dayanarak Bedir savaşında
Müslümanların esir almaları, sonra da esirleri fidye
karşılığında serbest bırakmalarını Resulullah'ın bir
içtihadından ileri geldiğini, fakat bu içtihadda hata yaptığı
için Allah tarafından kınandığını, dolayısıyla bu kınamanın
Resulullah'a veya Resulullah ile birlikteki müslümanlara
yönelik olduğunu öne sürmektedirler.
Bu
yaklaşımı sergileyenler, makalenin başında da değindiğimiz
Peygamber'in masumiyet delillerini ve her konuda vahiyle
yönlendirildiğini dikkate almamanın yanı sıra, hatta söz
konusu ayetlerin içeriğini dahi dikkatle inceleme zahmetinde
bulunmuyorlar maalesef.
Bizce her
şeyden önce ayetlerin kendi muhtevası dikkate alınırsa,
ayetlerdeki kınamanın Allah Resulü (s.a.a)'e yönelik
olamayacağı açıkça görülür.
67. ayette
şöyle buyurmaktadır:
"...Siz
(şu esir almanızla) dünyanın geçici metaını istiyorsunuz. Oysa
Allah (sizin için) ahireti istemektedir..."
Allah Resulü'nün hayatı ve
şahsiyetine az da olsa vakıf ve arif olan bir kimse
Resulullah'ın bu ilahi uyarıya muhatap olmasına ihtimal dahi
verilebilir mi?!
Hedefi için
dünya ve dünyevî her şeye sırt çeviren, müşriklerin
tekliflerine karşı "Güneşi sağ elime ayı da sol elime koysalar
dahi yine de davamdan vazgeçmem" buyuran Allah'ın Habibi
esirlerden gelecek üç-beş kuruş fidyeye mi göz dikmişti?!
Bazıları,
bu olayda Resulullah ve Müslümanlar dünya ve ahireti birlikte
istiyorlardı, diyorlar. Bu hüsn-i zan Resulullah hakkında fena
değil; ancak Kur'ân bunu dahi reddederek açıkça: "Siz
dünyanın geçici metaını istiyorsunuz..." buyurmaktadır. Bu
ise ayetin muhatabı olan kimse ve kimselerin hakkında söz
konusu hüsn-i zannın geçersiz olduğunu açık bir şekilde
göstermektedir.
68. ayette
ise: "Eğer Allah'ın önceden bir yazması olmasaydı,
aldığınıza (esirlere) karşılık size gerçekten büyük bir azap
dokunurdu."
Büyük azabın büyük günah ve
isyan karşılığında olduğu açıktır. Şimdi acaba neuzu billah
"Allah Resulü büyük bir günah işlemişti; onun için de büyük
bir azabı hak etmişti" diyebilir miyiz?! Bunun ihtimalini dahi
vermenin ne kadar dehşet verici olduğunu insaf sahibi olan
her kes teslim eder herhalde!
Bunu, (bazılarının
dediği gibi) küçük bir zelledir demekle de halletmek mümkün
değil. Zira Kur'ân'ın açıkça büyük azabı gerektiren bir suç (büyük
günah) nitelemesi ortadadır. Hekim ve adil Allah'ın bir zelle
(küçük günah veya hata) karşılığında büyük azapla
cezalandırması düşüne bilinir mi? Bütün bunlardan, bu
kınamaların kesinlikle Allah Resulü'ne yönelik olmayacağını
anlıyoruz.
Öte yandan,
bu ilahi hüküm (esir alınmaması gerektiği) savaştan önce Allah
tarafından Resulullah'a (s.a.a) bildirilmişti. Eğer
bildirilmediğini farz edersek, o zaman Allah-u Teala'nın
bildirmediği bir hükümden dolayı mükellefleri kınaması, hatta
onların büyük azabı hak ettiğinden bahsetmesi haksızlık olmaz
mı? Hekim ve adil olan Allah'a böyle bir şeyi isnad etmek
mümkün mü? Tabii ki değil. O halde bu kınama ve azap istihkakı,
bu hükmün Peygamber'e savaş öncesi bildirildiğini gösteriyor.
Eğer Allah-u Teala hükmü indirmişse, o halde Peygamber (s.a.a)'in
de bu hükmü savaştan önce Müslümanlara tebliğ etmesi gerekir.
Aksi takdirde vahyi saklama ve tebliğ vazifesini yapmama ve
kendisine inen vahye muhalefet etme gibi bir garip durumla
karşılaşırız ki bunun ihtimalini dahi vermek en büyük
günahlardan sayılır. Bütün bunlardan şu kesin sonuca varıyoruz:
Esir alınmaması hükmü, Allah tarafından gayri Kur'ânî bir
vahiyle Peygamber'e bildirilmiş, O da bunu Müslümanlara tebliğ
etmişti. Ancak Müslümanların birçoğu bu ilahi yasaklamaya
rağmen belki de kendilerine göre bir takım akli hesaplarla
yine de esir almış, sonra da Resulullah'ın yanına gelerek
onları bu işlerinden dolayı mazur görmeye ve esirlerin
karşılığında fidye almaya ısrarla razı etmeğe çalışıyorlardı
ki söz konusu ayetler inerek onların bu fiilini kınamış ve hak
ettikleri azabı yine de kendi lütuf ve merhametiyle onların
üzerinden kaldırmış ve artık aldıkları ganimetleri ve esirler
karşılığında fidye almayı helal kılmış ve ayetlerin sonunda,
onları bundan sonra takvalı olmaya ve ilahi yasakları
çiğnememeye davet etmiştir.
Evet bu
ayetlerin hiçbir yerinde, aynı şekilde nakledilen rivayetlerde,
Resulullah'ın esir alma işine razı olduğu veya neuzu billah
Müslümanları buna teşvik ettiğine dair en ufak bir işaret
mevcut değildir. Tam aksine yukarıda söylediğimiz emareleri de
dikkate aldığımızda Allah Resulü'nün bu hükmü Müslümanlara
ilettiği ve esir alınmasına razı olmadığı anlaşılmaktadır.
Resulullah'ın bu hükmü tebliğ etmesine bir başka emare olarak
da Hz. Ali (s.a.)'ın bu savaşta, ölen yetmiş kâfirden otuza
yakınını tek başına öldürmesi ve birçoğunun öldürülmesinde
iştirak etmesine rağmen bir kişiyi dahi esir almamasını
gösterebiliriz.(10) Halbuki bu kadar kafiri öldürebilen
birisinin onları kolayca esir de alabileceğini her kes teslim
eder herhalde.
Bu tebliğin
bir başka emaresi olarak da esirler alındıktan sonra söz
konusu ayetler ininceye kadar, fidyeyi önerenlere karşı Allah
Resulü'nün olumsuz tutumu ve esirlerin öldürülmesini
önerenlerin önerilerine karşı sevinip bunu olumlu
karşıladığını bir kısım rivayetlerden anlamamız mümkündür.(11)
Hatta bazı rivayetlerde şöyle geçer: "Bedir günü Cebrail (a.s.)
Resulullah'a (s.a.a) nazil olarak şöyle dedi: "Hiç şüphesiz
Allah, kavminin esirler karşılığında fidye almak istemelerini
sevmedi. Allah'ın emri sana şudur: "Artık onları iki şeyden
birisini seçmekte serbest bırak; ya onları çıkarıp boyunlarını
vursunlar; yada (bunu yapmazlarsa eğer) fidye alıp esirleri
bıraksınlar; o zaman da fidye karşılığı bırakacakları (yetmiş)
esirin sayısı kadar kendilerinden sonraları ölmelerine razı
olsunlar..." Resulullah (s.a.a) bu ilahi vahyi asabına
ilettiğinde, "Ya Resulallah, dediler, onlar bizim
akrabalarımız ve kardeşlerimizdirler; (şimdilik) fidyelerini
alıp düşmanlarımıza karşı güçlenelim de, sonradan onların
sayısı kadar bizden şehid olacaksa da olsun, razıyız buna..."
(12)
İşte bütün
bunlar Allah Resulü'nün bu olayda tam anlamıyla vazifesini
yerine getirdiğini ve ilahi hükmü Müslümanlara savaş öncesi
tebliğ ettiğini, fakat maalesef Müslümanların muhalefet ve
ihmal yoluna gidip izinsiz esir aldıklarını ve aldıktan sonra
da ısrarla esirlerin karşılığında fidye alınmasını
Resulullah'a kabul ettirmeye çalıştıklarını gösteriyor.
Bu
açıklamalara ters düşen bazı zayıf rivayetler veya yorumlar
varsa da onlara itibar edilmemesi gerekir; aksi takdirde
zikrettiğimiz mahzurlarla karşılaşmamız kaçınılmazdır. Eğer bu
konuda Resulullah'a her hangi bir mesuliyet yüklemeğe kalkışır
ve güya esir alınması veya esirler karşılığında fidye alınması
Resulullah'ın aldığı bir karardı; ama kararında (haşa)
hatalıydı dersek, o zaman söz konusu kınama ve azap istihkakı
Müslümanlardan hiç birisine yönelik olmamalıdır. Zira
Müslümanlar üzerine düşen şer'i vazifelerini (Resulullah'a
itaat vazifesini) yerine getirmişlerdir. Aslında onlar bu
itaatten dolayı medhhedilmeyi hak etmişlerdi, kınanma ve
tehdidi değil!
Sonra bu
konuda Ehl-i sünnet kaynaklarında nakledilen bazı rivayetlerde
alışık bir sahneyle karşılaşıyoruz. Bu kaynaklardan "Muvafıkat-ı
Ömer" diye bir unvanla sık-sık karşılaşmak, mümkün. Güya
birçok konuda (ki bunların sayısını İbn-i Hazm ve Suyutî gibi
bazı alimler yirminin üzerine çıkmışlardır) Resulullah (s.a.a)
ve 2. Halife Ömer tartışmış veya görüş ayrılığına düşmüşler;
ancak sonradan Allah-u Teala Peygamber'ine değil de Ömer'e
muvafık olarak ayet indirmiş(!). Bedir'de alınan esirler
konusunda da benzer sahneyle karşılaşıyoruz. Bazı rivayetlere
göre esirlerin öldürülmesini savunan tek kişi Ömer'di ve bu
görüşünü Resulullah'a sorunca Allah Resulü bundan rahatsız
olup, Ebu Bekir'in görüşüne (ki fidye alınmasını teklif
ediyordu) meyletti. Ertesi gün Ömer Resulullah'ın yanına
geldiğinde onu Ebu Bekir ile birlikte ağladığını görünce,
sebebini sordu; Resulullah (s.a.a) da güya şöyle buyurdu: "Ömer'in
görüşüne muhalefet ettiğimiz için az daha büyük bir azaba
çarptırılacaktık! Eğer azap inseydi Hattab oğlundan başka
kimse kurtulamayacaktı...! (13) Zira vahiy Peygamber'in değil
Ömer'in görüşüne muvafık olarak inmişti. Bütün bunları görünce,
insanın "Madem bu kadar görüşleri isabetli çıkıyordu ve
Allah-u Teala çoğu zaman Peygamber'ine değil de ona muvafık
vahiy indiriyorduysa, o zaman onu Peygamber seçseydi daha
isabetli olmaz mıydı?!" diyesi geliyor içinden.
Kısacası bu
ayetlerin muhtevasını ve buraya kadar zikrettiğimiz nükteleri
dikkate aldığımızda, yine Allah Resulü'nün içtihad yapmadığını
ve vahiyle yönlendirildiğini ancak bu vahiylerin bir kısmının
Kur'ânî ve bir kısmının da gayri Kur'ânî olduğunu anlıyoruz.
(14)
4-
Resulullah (s.a.a)'e gayri Kur'ânî vahyin indiğini teyit eden
diğer bir Kur'ânî delilimiz, Hicretin 6. Yılında Resul-i Ekrem
(s.a.a)'in asabıyla birlikte, Mekke'nin ziyareti için
Medine'den hareket etmeleri gerektiği hakkında kendisine
rüyada edilen vahiydir. Resulullah'ın bu hareketi Mekke
ziyaretiyle değil Hüdeybiye anlaşmasıyla sonuçlandığında
Peygamber (s.a.a) ashaptan bir kısmının dedikodu ve
eleştirilerine maruz kalınca Allah-u Teala şu ayeti indirerek
Resulü'nü teyit ve tasdik etmiştir. "Andolsun ki Allah,
Resulü'nün gördüğü rüyanın hak olduğunu doğruladı. Eğer Allah
dilerse, mutlaka siz Mescid-i Haram'a güven içinde,
saçlarınızı tıraş etmiş, (kimini de) kısaltmış olarak,
korkusuzca gireceksiniz..." (Fetih / 27)
Görüldüğü
gibi bu ayetlerde Allah Resulü'ne rüyada, ashabıyla birlikte
Mekke'ye doğru hareket etmesi gerektiğinin vahy edildiğinden
bahsetmektedir. Öte yandan şunu da biliyoruz ki Kur'ân-ı
Kerim'in hiçbir yerinde Allah Resulü'ne edilen söz konusu
vahye herhangi bir işaret bulunmamaktadır. Fetih sûresinin 27.
ayeti ise bu hadiseden sonra ashaptan bazılarının itiraz ve
tereddütlerini reddedip Resulullah'ı teyit etmek için inmiştir.
Kaldı ki zahiren Kur'ân ayetlerinin hiç birisi rüyada vahy
edilmemiş, Cebrail (a.s) vasıtasıyla uyanıkken Resulullah'a
indirilmiştir.
5-
Bu bölüme gayri Kur'ânî vahyin de Resulullah'a indiğini teyit
eden birkaç hadisle son vermek istiyoruz:
Kenz-ül
Ummal isimli meşhur hadis külliyatında, Müsned-i Ahmed ve
Sahih-i Ebi Davut'tan , El-Mirkât kitabında ise Sahih-i Ebi
Davud ve Sünen-i İbn-i Mace'den şöyle nakledilmektedir: Allah
Resulü şöyle buyurdu: "Şunu bilin ki, hiç şüphesiz bana kitap
(Kur'ân) ve onunla birlikte onun misli kadar (başka vahiyler
de) verildi. Dikkat edin! Olur ki, koltuğuna yaslanmış karnı
tok bir kişi (çıkarda) şöyle der: "Size şu Kur'ân (yeter),
ondan ayrılmayın; ondan bulduğunuz helâli helâl ve ondan
bulduğunuz haramı haram sayın (yeter)." (15)
İmam Şafii
ise Müsnedi'nin risalet bölümünde Resulullah'tan şu hadisi
nakleder: "Sizden koltuğuna yaslanmış birini görmeyeyim ki,
kendisine benden bir emir veya nehiy geldiğinde: 'Bilmiyorum;
biz ancak Allah'ın kitabında bulduğumuza uyarız' desin."
(16)
Yine Ali b.
Sultan el-Mirkât kitabında İrbaz b. Sâriye kanalıyla şöyle
rivayet etmektedir: "Allah Resulü kalkıp şöyle buyurdu: 'Sizden
biri koltuğuna yaslandığı halde şöyle mi zannediyor: 'Allah'ın
haram kıldığı her şey bu Kur'ân'da mevcuttur (eğer yoksa haram
değildir).' 'Dikkat edin! Allah'a andolsun ki bana (ayriyeten)
şu Kur'ân kadar veya ondan daha fazla emir, öğüt ve nehiy (yasaklayıcı
emir) verildi." (17)
Evet Allah
Resulü bu hadislerde açıkça, çeşitli konularda emir ve nehiy
niteliği taşıyan vahiylerin, helal ve haramları içeren ilahi
hükümlerin de kendisine indiğini beyan etmektedir.
C-
PEYGAMBER (S.A.A)'İN HATALI İCTİHATLARI !!
Bu bölümde
bazıları tarafından Allah Resulüne (s.a.a) isnad edilen bazı
hatalı ictihadları ele alıp, onları tahlil etmeğe çalışacağız.
Bu ictihadlardan birisi olarak zikredilen, Bedir savaşındaki
esir alma ve esirleri fidye karşılığı serbest bırakma olayını
önceki bölümde değinmiş ve cevaplamıştık.
Buna örnek
olarak zikredilen bir başka olay da yine Bedir savaşıyla
ilgilidir. içtihad görüşünü savunanlar bazı rivayetlere
dayanarak diyorlar ki: "Resulullah (s.a.a) İslam ordusunu
Bedir'e en yakın su kuyusunun yanında indirmişti. Ashaptan
Habbab b. Münzir adında birisi Resulullah (s.a.a)'a gelerek "Ya
Resulullah, dedi, eğer bu işi (orduyu bu mekanda yerleştirmeyi)
vahye dayanarak yaptıysan bir diyeceğim yok. Ama eğer kendi
görüşüne dayanarak böyle bir uygulamaya gittiysen, benim başka
bir önerim var. Bence orduyu düşmana en yakın suyun bulunduğu
yere yerleştirelim; sonra da havuzlar yapıp onları suyla
doldurduktan sonra kuyuları kapatalım. Böylece Müslümanların
elinde su bulunsun, müşrikler de sudan mahrum kalsınlar.
Resulullah (s.a.a) Habbab'ın görüşünü beğenip onun önerdiği
şekilde hareket etti ve kararından vazgeçti." (18) İşte
diyorlar Peygamber (s.a.a) önce içtihad yapıp, sonra da
içtihadının hatalı olduğunu anlayınca ondan vazgeçti.
Bizce bu
rivayet sahih değildir; çünkü, evvela Keşşâf ve diğer bir çok
tefsirin, Envar-üt Tenzil'in, El-Medârik'in, Feth-ül Kadir'in,
Sire-i Halebiye'nin ve.... de yazdığına göre müşriklerin
yerleştiği en yüksek vadi yamacı, su bulunan ve iyi bir
araziye sahip olan bir yerdi. Aşağı vadi yamacında ise hem su
yoktu, hem de ayakların gömüldüğü yumuşak kumlu bir araziye
sahipti. (19)
Saniyen
yine kaynakların yazdığına göre, Bedir'e ilk gelip yerleşen
müşrikler idi; böyle olunca da onların su bulunan yeri düşmana
bırakıp, su olmayan yerde yerleşmeleri makul bir ihtimal
değildir.
Sonra İbn-i
Esir tarihinde İbn-i İshak'tan şöyle nakledilmektedir: "Müşrikler,
Müslümanların yaptıkları havuzlardan su almaya geldiklerinde
Allah Resulü (s.a.a) kimsenin onlara dokunmamasını emretti."
(20) Nasıl ki Hz. Emir-ül Mü'minin Ali (a.s) Sıffin savaşında,
kendilerini sudan mahrum bırakan Muaviye ordusunu geri
püskürtüp nehri ele geçirdiklerinde, bazılarının misilleme
yapmayı ısrar etmelerine rağmen, kabul etmemiş ve suyu onlara
serbest bırakmıştı. Evet Allah Resulü'ne ve Allah'ın velisine
yakışan ve onlardan beklenen de budur zaten.
Evet bizce
bu konuda nakledilen en sahih rivayet şudur: "Müslümanlar
sudan mahrum kalmışlardı; Allah-u Teala yine gaybî bir imdat
olarak geceleyin şiddetli bir yağmur yağdırmış, öyle ki bütün
vadi akmaya başlamış; (aşağı taraflarda bulunan) Müslümanlar
havuzlar yaparak onları ve getirdikleri kapları suyla
doldurmuş; hayvanlarını suya doyurmuş, içmiş ve gusletmişlerdi...."
(21) İşte havuz yapma olayının sırrı da bundan ibaretti;
yukarıda bazılarının söylediği değil.
Görüldüğü
gibi burada da her hangi bir içtihad ortada yoktur ki, onda
hata yapılıp yapılmadığı da söz konusu olsun. (22)
Resululah (s.a.a)'ın
hatalı içtihadı olarak delil gösterilen ve dillerde oldukça
meşhur olan bir diğer rivayet de "Hurmaların Aşılanması"
olayıdır.
Musa b.
Talha babasından şöyle rivayet ediyor: "Allah Resulü'yle
birlikte hurma ağaçlarının tepelerinde duran bir topluluğa
uğradık. Resul (s.a.a) 'Bunlar ne yapıyor?' diye sordu. Dedim
ki: 'Onu aşılıyorlar; erkeği dişisine koyarlarda o aşılanır!'
Resul-i Ekrem (s.a.a): 'Bunun pek fayda getireceğini
zannetmiyorum' dedi. O insanlara bu haber verilince aşılamayı
bıraktılar da hurma ağaçları ürün vermez oldu. Resulullah (s.a.a)
bunu duyunca şöyle buyurdu: 'Eğer bu onlara yarar sağlıyorsa
yapsınlar. Ben sadece bir zanda bulundum. Ama size Allah'tan
bir şey haber verdiğimde onu muhakkak alın. Zira ben Allah'a
karşı asla yalan söylemem.'
Bir başka
rivayette ise şöyle buyurduğu nakledilmiştir. "Ben ancak bir
insanım; size dininizle ilgili bir şeyi emrettiğimde onu alın.
Kendi görüşümden bir şeyi emrettiğimde ise ben ancak bir
insanım."
Üçüncü bir
rivayette ise: "...Siz dünyaya ait işlerinizi daha iyi
bilirsiniz" cümlesi yer almaktadır. Bir diğerinde ise: "Ben ne
çiftçiyim nede hurma sahibiyim" ibaresi kullanılmıştır.
(23)
Bizce her
şeyden önce bu rivayetin kendisi kendisini yalanlamaktadır.
Rivayetlerin bazısında belirtildiği üzere güya bu olay
Medine'de vuku bulmuştur. Düşünün bir insan elli yıldan fazla
bir toplumda yaşayacak ve o insanların en yaygın uğraşısı olan
bir işin en basit ve herkes tarafından bilinen bir kuralını
bilmeyecek; olacak şey mi?! Sonra madem o konu hakkında
bilgisi yoktu, neden bilmediği bir şeye müdahalede bulunup o
kadar insanın zarar ve ziyanına uğramasına vesile oluyor;
sonra da kalkıp beni bu konuda sorgulayamazsınız" diyor? Bunu
sıradan bir insana hoş görürler mi ki, Allah'ın Resulü'ne (ki
insanlar onun şahsiyetine ve peygamberliğine güvenle sözünü
dinlemişlerdi; yoksa yıllarca tecrübe ettikleri bir şeyi, her
hangi birisinin sözüyle terk ederler miydi?) hoş görsünler!
Bir insanın ancak bildiği şeylerde görüş belirtmesinin doğru
olabileceği hem akli, hem de şer'i bir kuraldır. Nasıl olur da
Allah'ın Resulü, insanlığın kılavuzu olan en akıllı insan, bu
kadar basit bir kuralı kendisi çiğner?! Sonra o insanlar onun
sözüne güvenerek onca zarara katlandıkları için, Allah Resulü
onların bu durumları karşısında kendisini sorumlu bilmelidir;
fakat o, değil her hangi bir sorumluluğu üstlenmeği, üstelik (güya)
"Beni sorgulayamazsınız" diyor. Bu olacak şey mi?!
Kısacası
biz böyle bir davranışı, Peygamber'e değil, sıradan akıllı bir
insana bile yakıştırmadığımız için, bu rivayet üzerinde bundan
fazla durmuyor ve onun esastan uydurma olduğuna inanıyoruz.
Bu yüzden
de böyle bir rivayeti Allah Resulünün güya hatalı içtihadına
delil göstermeği en az rivayetin kendisi kadar saçma buluyoruz.
KAYNAKLAR VE
DİPNOTLAR:
1-
El-Ahkam,
C.4, S.134.
2-
El-Ahkam,
C.4, S.290.
3-
El-Menar
Tefsiri, C.10, S.465-466
4-
Şerh-i
Tecrid, İmamet Bölümü.
5-
Şerh-i
Nehc-ül Belağa (İbn-i Ebi-l Hadid), El-Muğni'den naklen, C.17,
S.176.
6-
Al-i İmran
32, Nisa 59, Maide 92, Enfal 1-20-46, Nur 54, Muhammed 33.....
7-
Cem-ül
Fevâid (İz Yayıncılık), C.1, S.69, Hadis: 317, Ebu Davud'dan
Naklen.
8-
Sünen-i Ebi
Davud, C.3, S.136, Hadis: 2949, Müsned-i Ahmed, C.3, S.191,
Hadis: 8161, Kenz-ül Ummal, Hadis: 16711.
9-
Bu konuda
tefsirlerin Cuma sûresinin tefsiri bölümüne müracaat
edilebilir; bizim yaptığımız alıntılar "Numune" tefsirindendir.
10-
El-Mizan
Tefsiri, C.10, S.136.
11-
Tarih-i
Taberi, C.1, S.169, Sire-i Halebiye, C.2, S.190, Sahih-i
Müslim, C.5, S.156, El-Kamil (İbn-i Esir), C.2, S.136, Kenz-ül
Ummal, C.5, S.265, Hayat-üs Sahâbe, C.2, S.42, Esbâb-ün Nüzûl,
S.137, Ed-Dürr-ül Mensur, C.3, S.201-203, El-Mizân, C.10,
S.134.
12-
Tarih-ül
Hamis, C.1, S.393, Feth-ül Bâri, Tirmizî, Nesâî, İbn-i Habbân,
Müsdedrek-i Hâkim'den naklen, El-Musannaf (Abdurrazzak), C.5,
S.210, Tarih-i İbn-i Kesir, C.3, S.298, Tabâkât-ı İbn-i Sa'd,
C.2, S.14...
13-
Yukarıdaki
kaynaklar ve Tarih-i Hamis, C.1, S.393, El-Mûstasfâ (Gazâlî),
C.2, S.356.
14-
Bu bölümde
en çok değerli muhakkik ve büyük alim üstad Cafer Murtaza
Âmili'nin "Es-Sahih-u Min-es Siret-in Nebeviyye" kitabından
istifade ettik; isteyenler bu kitaba, C.3, S.242'den itibaren
müracaat edebilirler. Yine Merhum Allâme Tabatabai'nin
El-Mizan Tefsirinden azami ölçüde yararlandık. Allah hepsinden
razı olsun.
15-
Ken-ül
Ummal, C.1, S.44, El-Mirkât (Ali b. Sultan), C.1, S.195.
16-
Musned-i
İmam Şafii, S.136. Aynı hadis El-Mirkât kitabında, C.1, S.194,
Müsned-i Ahmed b. Hanbel, Sahih-i Tirmizî ve İbn-i Mâce'den
nakledilmiştir.
17-
El-Mirkât,
C.1, S.197.
18-
Sire-i
İbn-i Hişâm, C.2, S.272, Sire-i Halebiye, C.2, S.155, El-Kâmil
(İbn-i Esir), C.2, S.122.
19-
El-Keşşâf,
C.2, S.203-223, Tefsir-i C.3, S.171, Sire-i Halebiye, C.2,
S.154, Feth-ül Kadır, C.2, S.291.
20-
El-Kâmil (İbn-i
Esir), C.2, S.123.
21-
El-Keşşâf
Tefsiri, C.2, S.203-204, İbn-i Kesir Tefsiri, C.2, S.292. Son
kaynak havuz yapma konusuna değinmemiştir.
22-
Bu olay
hakkında azami derecede üstad Cafer Murtaza Amili'nin "Es-Sahih-u
Min-es- Sire" adlı eserinden yararlandık, C.3, S.179.
23-
Sahih-i
Müslim C:7 Kitab-ül Fazail 139-140 Müsned-i İbn-i Hanbel
C.1 / S.162 C.3 / S.152 Sünen-i İbn-i Mace C.2 Kitab-ür
Rihan 15 Kitab-üt Tahsil-i vel-Beyan (İbn-i Rüşd)......
|