Bismillahirrahmanirrahim
Soru-13:
Lütfen Ehl-i Beyt mektebinin "Kader" ve "Cüzî irade"
konularına bakış tarzını bize açıklar mısınız?
Cevap-13: Biz
konunun daha iyi anlaşılması için, önce bu konuyla ilgili
olarak İslam alemindeki çeşitli akımlara işaret edeceğiz.
İlk önce şunu belirtelim ki ihtiyar (serbestlik-seçme gücü)
ve kazâ kader konusunda kelamcılar (İslamî inançların aklı
delillerini araştıran bilginler) tarafından çeşitli sorular
ortaya atılarak yanıtlandırılmaya çalışılmıştır. Bu
soruların en önemlilerinden biri şu sorudur: "Kulların
yaptıkları işlerin, Allah'a olan nispeti/isnadı ve kulun
kendisine olan nispeti/isnadı nasıldır?" Bu vb. soruların
cevabındaki farklılık yüzünden İslam aleminde çeşitli
akımlar meydana gelmiştir:
Bunların
en önemlileri şunlardır:
1.
Cebrîler:
Bu görüş
Cehm b. Safvan ve takipçilerine isnat edilir. Bu görüşün
taraftarları, insanların kendi yaptıkları işlerde hiçbir
ihtiyara (seçim hakkına) sahip olmadıklarını ileri
sürmekteler. Bunlara göre iradesiz olarak eli esen bir
insanın elinin esmesiyle, sağlıklı birinin kendi isteğiyle
yürüyerek bir yere gitmesi arasında hiç bir fark yoktur;
yani her iki hareket de insanın elinde olmadan oluşur; yine
damın üzerine kendi isteğiyle çıkanla, damın üzerinden düşen
adamın arsında bir fark yoktur. Bu görüşe göre işlerin
yapanlarına isnat edilmesi mecazidir.
2.
Kaderîler (Tefvize inananlar):
Cebrîlerin görüşünün tam karşı noktasında Kaderîlerin görüşü
yer alır. Mu'tezile akımı genelde bu görüşün kurucusu ve
savunucusu olarak kabul edilir. Bunlara göre, Yüce Allah
kullarını kudretli ve iradeli olarak yaratmış ve her şeyi
onlara bırakmıştır; kullar kendi istediklerini yapmakta
mustakil olarak davranırlar. Meşhur İslam Filozofu İbn-i
Sina bunların görüşünü açıklarken şöyle der: Mu'tezile'den
bir çokları, hatta eğer Yüce Yaratıcının yok olması mümkün
olsaydı bile, onun yok oluşu evrenin varlığını etkilemez
demekten sakınmamışlardır. Çünkü onlara göre âlem ilk
yaratılışında yaratıcıya ihtiyaç duymuştur, sonra böyle bir
ihtiyacı kalmamıştır." (El-İşârât, C.3, S.68)
3. İki
Görüşün Ortası:
Genelde
Müslümanlar yukarıdaki açık cebir ve tefviz görüşlerini
reddetmiş ve orta bir yol izlemeye çalışmışlardır. Bu üçüncü
yolu izlemeye çalışan fikri ekol ve mektepleri kısaca
aşağıda sıralayacağız:
a.
Aş'arîlerin Görüşü:
Bu görüş
Ebulhasan El-Aş'arî ve onun görüşünde olanlara aittir.
Bunlar kulların kendi istekleriyle yaptıkları işlerin
Allah'ın kudretiyle meydana geldiğini ve her işi yaratan ve
var edenin Allah olduğunu ve kulun kudretinin o işin
varolmasında hiç bir etkisinin olmadığını savunur; ancak şu
farkla ki Allah-u Teala'nın gerçekte kul vasıtasıyla oluşan
işi var etmekle beraber, kulda o işi yapmak için bir irade
ve kudret yaratır. Kul kendi irade ve kudretinin aynı işin
var oluşuyla beraber oluşuna bakarak o işi kendisine atfeder
ve kendisinin o işi yaptığını zanneder. Oysa gerçekte onu
yaratan ve var eden Allah'ın kudretidir. Bu görüşe göre
yaratıcılık sadece Allah'a mahsus olduğundan kulun irade ve
kudretinin bir işin oluşmasında bir etkisi yoktur. Kul
sadece o işi kesb edicidir. (Şerh-ul-Mevâkıf, C.8, S146)
Görüldüğü gibi bu görüşü
Cebrîlerden ayıran ana fikir "kesb"in kul tarafından
gerçekleştiği fikridir. "Kesb"in ne olduğuna gelince
Aş'arîlerin büyükleri bu konuda ihtilafa düşmüş ve kesbi
açıklamada çeşitli yorumlar ortaya koymuşlardır. Örneğin
Kâdı Baklânî, Gazâlî, Kuşcî, ve Taftâzânî her birisi kesb
görüşünü farklı farklı yorumlamışlardır. Kesb ile ilgili
görüşleri açıklayıp tahlil etmek bu yazının konum ve
hedefini aştığı için biz bu konuya girmeyeceğiz. Sadece şunu
hatırlatmakla yetineceğiz ki Aş'arîler, kesb görüşünü ortaya
koymakla alenen cebre inanmaktan kaçınmaya çalışmalarına
rağmen, gerçekte onların görüşleri de sonuçta cebre
inananlardan farklı değildir. Çünkü onlar, açıklamalarında
açıkça yer aldığı üzere, alemde Allah'tan başka bir etkenin
olmadığını, yani yaratıklar arasında neden sonuç ilişkisinin
bulunmadığını ve kulun kudretinin kendi işlerinin
oluşmasında bir etkisinin olmadığını vurgulamaktadırlar. Bu
ise kaçınılmaz olarak kulun irade ve ihtiyarının göstermelik
olduğu sonucunu doğurur.
Bu yüzden
gerçek anlamda kulun irade ve ihtiyar sahibi olduğunu
savunan Ehlibeyt alimleri, Aş'arileri cebre inananlardan
saymış ve onların görüşlerinin batıl olduğunu çeşitli aklî
ve naklî delillerle açıklamaya çalışmışlardır.
B.
Maturidîlerin Görüşü:
Bu görüş
Ebu Mansur Maturidî'ye mensuptur. Bu görüş sahipleri
Aşa'rîlere göre biraz daha cebrilerden uzak durmaya ve kulun
iradesinin de kendi işlerinin oluşmasında etkili olduğunu
söylemeye çalışmışlarsa da, yine ne yazık ki bunu sağlam bir
fikri temele oturtturamamışlardır; çünkü bunlar da kendi
görüşlerini Aş'arîler gibi kesb çerçevesinde yorumlamaya
çalışmış, evrende, yaratıklar arasında, neden sonuç
ilişkisinin olduğunu inkar etmiş ve alemde vuku bulan her
olay ve yapılan her işin var edeninin sadece Allah-u Teala
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Maturîdiler bunu savunmanın
yanı sıra, insanın kendi iradesinin de kendi işlerinde
etkili olduğunu söyleyerek bir nevi fikrî çelişkiye girmiş
ve çözüm olarak ortaya koydukları fikir, kesb görüşü
olmuştur. (bkz. Şerh-ul-Akâid En-Nesefiyye, S.115)
Bizce alemde yaratıklar
arasında sebep sonuç ilişkisini inkar ederek tüm
yaratıkların ve yaratıkların yaptıkları işlerinin doğrudan
Allah tarafından var edildiğini söyledikten sonra kulun da
iradesinin işlerde etkili olduğunu söylemek çelişkiden başka
bir şey değildir. Ama her halükarda bu görüşü benimseyenler,
fikrî alanda bir çelişki yaşamalarına rağmen kulun
iradesinin kendi işlerinde etkili olduğunu söyledikleri için
Cebrîlerden daha bir uzak sayılırlar.
C.
Ehlibeyt Mektebinin Görüşü:
Bu
mektebe göre ne cebir görüşü doğrudur; ne de tefviz. Doğru
olan bu iki görüşün orta haddidir. Konunun açıklık kazânması
için Ehlibeyt'ten bu konuyla ilgili olarak nakledilen bazı
hadisleri aşağıda zikredelim:
1- Saduk,
İmâm Muhammed Bâkır ve İmâm Cafer Sâdık'ın şöyle dediklerini
nakleder:
"Şüphesiz
Allah, kullarını günaha mecbur edip sonra bu günahlardan
dolayı onları cezalandırmaktan daha yüce ve keremli;
istemesine rağmen bir işin gerçekleşmemesinden daha güçlüdür.
Bu iki İmâmdan, "cebir ve tefviz görüşünün arasında orta bir
menzil var mı?" diye sorulunca, İmâmlar 'evet' demişler; "Bu
menzil yer ve göğün arasından daha geniştir." (Et-Tevhid,
S.360)
2- Yine
Saduk Hariz vasıtasıyla İmam Cafer Sâdık'tan şöyle dediğini
nakleder: "İnsanlar kader konusunda üç kısma ayrılırlar:
bazıları Allah-u Teala'nın, kulları günaha mecbur ettiğine
inanır; böyle düşünen Allah'ın verdiği hükümde zulüm
ettiğine inandığından küfre düşmüştür. Bazıları da Allah'ın
her işi onlara bıraktığına inanır bu da Allah'ın saltanat ve
kudretini gevşek ve zayıf saymıştır ve böyle düşündüğü için
küfre düşmüştür. Bazıları ise Allah'ın insanları güçleri
yettiği şeye yükümlü kıldığına ve güçleri yetmediği şeyle
onları yükümlü kılmadığına inanır. Bunlara göre kul iyilik
yaparsa Allah'a hamd etmelidir. Günah işlerse Allah'tan
bağış dilemelidir. İşte böyle düşünen, hakka ulaşan
Müslüman'dır."
Bu
görüşün felsefî ve kelamî açıklamasına gelince, konunun
teferruatına geçmeden şunu söylemekte fayda vardır ki bu
görüşte, Aş'arilerin ve Maturidilerin aksine insanın kendi
irade ve kudretinin yaptığı işlerin oluşumunda etkili olduğu,
yaratıklar arsında neden-sonuç ilkesinin gerçek anlamda
geçerli olduğu, ancak tüm sebeplerin ve bu sebeplerden biri
de irade ve ihtiyar sahibi insanın varlığının her an Allah'a
bağlı olduğu vurgulanmaktadır. Bu mektebe göre her işi aynı
anda hem kula hem de kulun yaratıcısı olan Allah'a isnat
etmek doğrudur ve bunlar arasında bir çelişki yoktur. Bu
görüşte insan, hakiki anlamda ihtiyar ve irade sahibi
bilinir. Ancak bu insanın kendi işlerinde müstakil olduğu
anlamına da gelmez. Konunun biraz açıklık kazânması için
Ehlibeyt mektebinin büyük alim ve kelamcılarından olan Şeyh
Mufid'in (Vefat: 413 H.) zikrettiği bir örneği nakledelim:
Farz
edelim bir efendi ve büyük kendi köle ve hizmetçilerinden
birini çağırarak ona ikramda bulunur; ona mal ve servet
verir ve emrinde olan bir bölgenin yetkisini belli bir sure
için ona bırakır. Bu hizmetçinin konumunu üç şekilde
yorumlamak mümkündür:
1.
Hizmetçinin kendisine verilen bu makam ve mülke rağmen yine
de bir şeye sahip olmadığını söylemek ve kölenin aslında bir
yetkisinin olmasının bir şey ifade etmediğinde ısrar etmek.
Bu görüş işte Cebre inananların görüşüdür.
2.
Efendinin kendi hizmetçisine bu yetkiyi vermekle kendisinin
artık yetkisinin kalmadığını ve her şeyin hizmetçinin eline
geçtiğini iddia etmek; bu görüş tefvize inananların
görüşüdür.
3. Her
ikisinin de yetkili olduğuna inanarak efendinin kendi
makamının sürdüğünü ve hizmetçinin de hizmetçi olmakla
birlikte efendisinin verdiği yetki ile yetki kazândığını ve
yetkisinin efendisinin yetkisine bağlı olarak var olduğunu,
yani onun yetkisini kapsayan bir yetkinin var olduğunu
söylemek; işte bu görüş hak görüştür. Bu açıklamaya göre
Ehlibeyt Mekteb'i, hem cebir ve hem de tefviz görüşünü
reddetmekle kalmaz, gerçek anlamda ihtiyar ve serbestliği
reddeden, yani gizli cebire inanan Aş'arîlerin ve
Mâturidîlerin görüşünü de reddeder. Bu yüzden cüz'i ihtiyar
görüşü Maturudîlik ve Aş'rîlik'te benimsenen kesp görüşünün
çerçevesinde ortaya konan bir görüş olduğundan gerçek
anlamda insanın ihtiyarına inanan Ehlibeyt mektebinin
görüşüyle farklıdır.
Kazâ
ve Kader kavramları:
"Kader"
ve "Takdir" kelimeleri, bir şeyin miktarını (kemiyet ve
niceliğini) belirlemeğe denir. (bk. Müfredat-ı Rağip: Kader
Maddesi) Kazâ ise, bir şeyi sağlamlaştırmak, muhkemleştirmek
ve geçerli duruma getirmeğe denir. (bk. El-Mekayis C.5,
S.99)
Kuleynî
bir hadiste şöyle nakleder: Yunus b. Abdurrahman İmam Rıza (a.s)'a
"Kader ve kazânın anlamları nedir?" diye sordu. İmam şöyle
buyurdu: Kader ölçüyü belirlemek ve bir şeyin ne kadar
kalacağını ve ne zaman yok olacağı yönünden sınırlarını
belirlemeğe denir. Kazâ ise, kesinleştirmeye ve bir şeyi
yerine dikmeye denir." (El-Kafi, C.1, S.158)
Kazâ ve kaderin manalarının
daha iyi anlaşılması için bir örnek verelim:
Örneğin bir odunu düşünelim; bu odunun kaderi yani varlık
yönünden taşıdığı ölçü gereği ki onda çeşitli kabiliyetler
oluşur; örneğin bir odun olarak kolayca yakılabilir veya
marangozlukta kullanılabilir; örneğin bir masa veya
sandalyeye dönüştürülebilir ya da çürümeğe terk edilebilir;
demek ki varlık ölçüsü bazı imkanlar onda oluşmuştur. İşte
bu çeşitli imkanlar ve kabiliyetleri ifade eden ölçüye o
odunun kaderi deriz Buna göre kader geniş yelpazeli imkan ve
kabiliyetleri ifade etmenin yanı sıra, bir sınırı da ifade
eder.
Ama bu odunun bu kabiliyetlerinden birinin gerçekleşerek
fiili olmasına o odunun kazâsı (yanı kesinleşen kaderi)
denir. İnsan fertleri de böyledir. Yani her insan için hem
türsel ve hem ferdi özellikler yönünden bir kaderi, yani
yetenek ve varlık sınırları vardır. Bu kaderi gereği her
insanın binlerce değişik kabiliyeti vardır işte bu
kabiliyetlerden birinin kesinleşmesine kazâ denir.
İnsanın
kaderindeki yeteneklerinden birinin kesinlik kazânması,
çeşitli etkenlere bağlıdır; bu etkenler arasında en
belirleyicisi, Allah'ın insana verdiği iradesini ne yolda
kullanması etkenidir. Buna göre kazâ ve kaderin oluşunun
anlamı, bu alemde her şeyin belli bir düzene bağlı ve çok
ince ilahi hesaplar ve sünnetler çerçevesinde gerçekleştiği
anlamınadır; kesinlikle insanın irade ve ihtiyarının etkili
olmadığı anlamında değildir.
Hatta
hadislerde de açıkça beyan edildiği üzere insanın
yeteneklerini belirleyen kader ve o kaderi çerçevesindeki
yetenek ve seçeneklerinden birinin kesinleşmesi durumunu
ifade eden kazâ bile değişebilir. Hadislerde açıklandığı
üzere dua (Allah'a yalvarmak), sadaka vermek ve akrabalara
iyilik etmek, insanın kader ve kazâsının değişmesinde etkili
olan etkenlerden bazısıdır.
Kazâ ve
kaderin insanın ihtiyarını (seçme yeteneğini) yok
etmediğinin iyice anlaşılması için bu yazının sonunda Hz.
Ali (a.s)'dan nakledilen bir hadisi nakledelim:
Kafî ve
Uyun kitaplarında nakledildiği üzere Hz Ali (a.s) Siffin
harbinden dönüşü sırasında bir yaşlı adam Hz Ali'nin yanına
gelerek şöyle dedi: 'Ey Emir-el Mu'minin, şu Şam ehliyle
savaşımız acaba Allah'ın kazâ ve kaderi ile mi gerçekleşti?
Hz. Ali (a.s) 'Evet ey şeyh', dedi, 'her tepe ve dağa
çıkışınız ve vadiye inişiniz Allah'ın kazâ ve kaderi ile
vuku buldu. Bunun üzerine (o yaşlı adam üzülerek) şöyle dedi:
"O zaman bu zahmetlerimizi Allah'a bırakıyorum. (Yani bu
zahmetler hep boşuna gitmiştir.)" Hz. Ali (a.s): 'Sabırlı ol,
ey yaşlı adam' dedi, 'Allah'a yemin ederim ki, size hem
gidişinizde, hem orada beklemenizde hem de dönüşünüzde
mükafat vardır. Sizler bu hallerinizden hiçbirinde
yaptığınız işlere zorlanmamış ve mecbur kılınmamışsınız.'
Yaşlı adam 'Nasıl biz bu hallerimizden hiç birine
zorlanmadık ve mecbur kılınmadık; oysa bizim gidiş ve
dönüşümüzün hepsi Allah'ın kazâ ve kaderiyle gerçekleşmiştir?',
diye sordu. Hz. Ali (a.s) şöyle cevap verdi: 'Sen kazâ ve
kaderin kesin, zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu sanıyorsun;
eğer öyle olsaydı Allah'ın mükafat ve cezalandırması, emir
ve yasağı anlamsız olurdu; Allah'ın iyilere cenneti vaat
etmesinin ve kötüleri azaptan korkutmasının da bir anlamı
kalmazdı. Ne günahkar kınanabilir ve ne de iyilik yapan
övgüyü hak ederdi; hatta günah işleyen, iyilik yapandan daha
çok mükafata ve iyi olan da günah işleyenden daha fazla
cezaya layık olurdu. Bu söz (kazâ kaderin insanın iradesini
yok ettiği) puta tapanların, Allah'ın düşmanlarının ve
Şeytan'a uyanların bu ümmetin Kaderîlerinin ve Mecusîlerinin
sözüdür. Allah kullarını muhayyer bırakarak onlara
mükellefiyetler koymuş; onları sakınsınlar diye bazı işerden
nehy etmiştir; kulların az amellerine çok mükafat vermiştir.
Ne yenilgiye uğratılarak ona karşı gelinir, ne de itaati
mecburiyetle olur. O kullarını kendi başlarına bırakacak
şekilde onlara bir şey vermemiştir; gökleri ve yeri boşuna
yaratmamıştır; peygamberleri de müjdeleyici ve korkutucu
olarak boşuna göndermemiştir; bu kafir olanların zannıdır.
Yazıklar olsun kafirlere, uğrayacakları ateşten dolayı."
(bk. El-Kâfi, C.1, S.155)
Selamlar... |