Bismillahirrahmanirrahim
Soru-122: Hocam, Ebuzer-i
Gıfarî hakkında bize biraz bilgi verir misiniz? Bu güzide insanın Resulullah'
tan (s.a.a) sonraki hayatı hakkında, özellikle 3. Halife zamanındaki bazı tutum
ve davranışları hakkında bazıları tarafından bir takım şüphelerin ortaya
atıldığını, onun aşırı gittiğini, hatta bir takım sosyalist düşünceler
taşıdığını söyleyecek kadar küstahlaşan kimselere rastlıyoruz. Bize bu
konularda belgelere dayalı doyurucu bilgiler verirseniz memnun oluruz. Allah
sizden razı olsun.
Cevap-122: Aziz kardeşim, bu insanların Allah'ın ve
Resulü'nün sevdiği büyük sahabi Ebu Zer ile ilgili bu söylenen ve yapılanlar,
gerçekten yürek parçalayıcı!! Bu adamlar Allah'ın ve Resulü'nün cevabını
Mahşer-i Kübra'da nasıl verecekler acaba?! Yezid gibilerin gerçekleştirdikleri
iğrenç eylemleri bile, bir türlü tevil edip onları temize çıkarmaya çalışan bu
zevat, Ebu Zer gibi pırıl pırıl Allah dostlarını nasıl bu korkunç ithamlara
maruz bırakabiliyorlar acaba?! Bunu yaparken hiç mi vicdanları sızlamıyor? Ben
şuna inanıyorum: Ebu Zer gibilerin tek suçu Ali ve Ehl-i Beyt taraftarı
olmalarıdır, başka bir şey değil. Eğer Ebu Zer bu tavırları Hz. Ali'ye karşı
mesela sergileseydi, asla bu ithamlara maruz kalmazdı!! Nitekim Hz. Ali'ye karşı
onca haksızlığı yapan, hatta ona karşı yıllarca savaşıp, binlerce insanın
katline vesile olan kimseleri, bir çırpıda rahatlıkla temize çıkarmıyorlar mı?!!
Sahabenin hepsi adildir diyenler onlar değil mi? Hepsine eşit mesafede
yaklaşılması gerektiğini söyleyenler yine onlar değil mi? Bu mu eşit mesafe de
durmak?! Hz. Ali'ye karşı gelenleri, ictihad bahanesiyle mazur görüp temize
çıkaranlar, neden Osman'a karşı gelen, ona isyan edenleri fısk, nifak ve
sosyalist yaklaşımlarla itham edebiliyorlar?!
Muhterem, kardeşim bu kısa açıklamayla birlikte,
aşağıda size, Hz. Ebuzer-i Gıfârî'nin (r.a) hayatını kısa ve tahlili bir şekilde
işlyen ve sizin bahsettiğiniz hususlar da dahil, diğer bir çok konuya da
belgelere dayalı bir şekilde yer veren bir yazıyı da buraya eklemekte fayda
görüyorum. İnşallah sorunuza yeterli cevabı bulmuş olursunuz. Allah'a emanet
olun.
CÜNDEB BİN CÜNÂDE
EBUZER-İL GIFÂRÎ'NİN (R.A) KISACA HAYATI
Ebuzer-i
Gıfârî'nin inişli çıkışlı yaşantısı mücadeleyle başladı ve mücadeleyle son
buldu. O, fesat ve yanlışlıkla mücadele edenlerin kahramanı; uşaklık edenlerin
ve nifakçıların en büyük düşmanıdır.
O, Gifar
kabilesinden idi. Bu kabile Mekke ile Medine arasında ikamet ediyordu. Hepsi de
putperest ve müşrik idi. Ayrıca yağmacılık ve soygunculukta; kötülükte çok
meşhur idiler.
O, çevresinin
inancı tesirinde kaldığından gençliğinde putperest idi; ama temiz kalpli ve
aydın fikirli olduğundan Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna varmadan önce
putperestliği bırakmış ve tek olan Allah'a inanmıştı. O, temiz kalpliliği ve
aydın fikirliliği sayesinde tevhide hazırdı. Küçük bir hadise onun tamamen
inancını değiştirip put perestliği (babalarının dinini) terk etmesine neden
oldu.
Bu Hadise Ne İdi?
O, bir gün
sahraya koyun otlatmak için çıkmış ve putperestlik inancı gereğince putunu da
yanına almıştı. Tuvalet ihtiyacı duyduğu için putu yere koyarak ondan
uzaklaşmıştı. Döndüğünde karşılaştığı sahne onu çok şaşırttı! Bir tilkinin putu
pislettiğini ve putunun da onun karşısında sessiz kaldığını görünce, kalbinin
nurunu örten perde kenara itildi ve şöyle söyledi: "Bu nasıl bir İlahtır;
sahradaki bir tilkiden kendisini koruyamıyan, beni nasıl koruyacak?!"
O, bu olayı
gördükten sonra puta tapmayı bırakıp, bir olan Allah'a inanarak O'na tapmaya
başladı. O, Resulullah'ı (s.a.a) ziyaret etmeden üç yıl önce namaz kılıyordu.
Bir gün ondan: "Namaz kıldığında hangi kıbleye yöneliyordun?" diye sorduklarında
O: "Allah'ın yönelttiği yere doğru."cevabını verdi.
Hak Dini Aramada
Zikrettiğimiz
gibi Ebuzer'in temiz kalpli oluşu, onu tevhide kavuşturdu ve putu terk etmesine
neden oldu. Ama bu kadarı ona yetmiyordu. Marifetini tamamlama ve gerçek dini
bulma çabasındaydı. Onu Allah'a daha çok bağlayacak, manevi ve ruhi tekamüle
eriştirecek bir din arıyordu.
Ebuzer, bu
araştırma sırasında birisinin Mekke'den kalkıp peygamberlik iddiasında
bulunduğunu duydu. Daha fazla bilgi alabilmek için kardeşini Mekke'ye yolladı.
Kardeşi döndüğünde
kısaca şöyle bir haber getirmişti: "O, insanları iyi işlere davet ediyor,
kötülükten alıkoyuyor ve yüce ahlakî erdemlere davet ediyor."
Bu kısa haber
Ebuzer'i tatmin etmedi. Kendisinin şahsen gidip yakından araştırması gerektiğini
anlayınca ekmeğini, suyunu alıp, Mekke'ye doğru yola koyuldu. Mekke'ye
vardığında gördü ki Peygamber ile görüşmek kolay değil. Bir taraftan onu
tanımıyor, evini bilmiyor, diğer taraftan da orada baskı söz konusu idi. Eğer
Kureyş, birisinin gelip Muhammed'i (s.a.a) görmek ve O'nun getirdiklerini
öğrenmek istediğini duyduklarında onun suyunu ısıtırlardı. Bu yüzden akşama kadar bir yolunu bulamadı. Gece karardığında Mescid-ül
Haram'da kalmak istiyordu. Onun yabancı birisi olduğu, Hz. Ali'nin (a.s)
dikkatini çekmişti. Ali (a.s), ona yaklaşarak: "Sen hangi kabiledensin?" diye
sordu. O: "Gifar kabilesinden" diye cevap verdi. Ali (a.s), şefkat ve merhamet
dolu bir dille onu evine davet etti. O, Ali'nin (a.s) davetini kabul etti ve
geceyi orada geçirdi, ama sırrını ona açmadı. Hz. Ali de bir şey sormadı.
Ebuzer, ertesi
gün de kaybettiğini aradı, ama hiç bir netice alamadı. Akşamleyin Mescid-ül
Haram'a dönüp geceyi orada geçirmek istiyordu. Yine Ali (a.s), ona yaklaşarak
şöyle dedi: "Kendi evinin yolunu tanımanın zamanı gelmedi mi daha?"
Hz. Ali'nin (a.s)
şefkatli daveti üzerine bir gece daha O'nun evinde yattı. Yine ne Ali (a.s)
ondan sordu, ne de o, kendi kalbindeki sözü ona açtı. Ancak evi terk ederken
dedi ki: "Başkasına söylemeyeceğine söz verirsen sana bir şey söylemek
istiyorum. Ali (a.s), ona söz verdi. Ebuzer, Mekke'ye gelmekteki hedefinin ne
olduğunu O'na açıkladı. Kardeşinin yeterli haberler
getiremediğini, kendisinin O'nu yakından görmek istediğini ve sözlerini
duymak istediğini söyledi.
Ali (a.s) ona şu
cavabı verdi: "Ben yarın seni, Peygamber'in (s.a.a) olduğu yere götüreceğim, ama
Resulullah'ın (s.a.a) düşmanları bu durumu bilseler sana eziyet ederler. İyisi
mi sen beni takip et. Eğer yolda Peygamber'in (s.a.a) düşmanlarıyla
karşılaşırsam bir şeyle meşgul oluyormuş gibi kendimi göstereceğim. Bu sırada
sen yoluna devam et, ben sana ulaşırım. Eğer onlarla karşılaşmazsam beni takip
eder, girdiğim eve sen de girersin."
Böylece günün
birinde Hz. Ali'yi (a.s) takip ederek, Peygamber'i (s.a.a) görme şerefine nail
oldu.
Başka bir nakle
göre de Ebuzer, Peygamber'in (s.a.a) huzuruna vardığında Arap cahiliyye
geleneğine göre selam verdi; "Günün hayır olsun" diye. Peygamber de (s.a.a)
İslam'a göre cevap verdi; "Aleyke-s Selam." Ebuzer dedi ki: "Şiirini oku."
Peygamber: "Ben şiir söylemiyorum; benim söylediğim Kur'an-ı Kerim'dir ki O da
Allah'ın sözünden başka bir şey değildir." Ebuzer: "Benim için biraz Kur'an'dan
okuyunuz o zaman." dedi.
Resulullah
(s.a.a), Kur'an'ın surelerinden birisini
okumaya başladı. Ebuzer dikkatle O'nu dinliyordu. Az sonra Ebuzer yüksek sesle
şöyle dedi: "Eşhedu en la ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve
Resuluh."
Peygamber
(s.a.a): "Hangi kabiledensin?" diye sordu. Ebuzer cevabında: "Gifar
kabilesindenim"dedi. Resulullah (s.a.a), tebessüm etti ve onu süzmeye başladı.
Ebuzer, kendisinin müslüman oluşundan, Resulullah'ın (s.a.a) hayrete düştüğünü biliyordu. Çünkü
onların kabilesi yağmacılık, soygunculuk ve yan kesicilikle meşhur idi. Yeni ve
henüz zayıf olan bir dine böylesine bir kabileden gelip katılma şaşılacak bir
şeydi. Daha sonra Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: "Allah istediğine hidayet
verir. Evet, İslam dini, bütün kavimler ve milletler için gelmiştir. Bütün
kabileler hidayet olabileceği gibi, Ebuzer de Allah'ın hidayet ettiği
kimselerden birisiydi."
Ebuzer, dördüncü
ya da beşinci iman eden kimseydi.
İslam'ın zuhur ettiği ilk günlerde iman edenlerden olduğu için, İslam'da
öncülüğe sahipti.
Kur'an-ı Kerim'in
de açıkladığına göre, Resulullah'ın (s.a.a) Peygamberliğinin ilk günlerinde iman
edenlerin makamı büyüktür. Mekke'nin
fethinden önce iman edenler, fazilet ve manevi makam bakımından Mekke'nin
fethinden ve İslam'ın yayılmasından sonra iman edenlerden daha üstündür. Yine bu
konuda Kuran'ı Kerim'de şöyle okuyoruz: "...Fethten önce mallarını harcayan ve
savaşan başkalarıyla bir değildir. Onların, fetihten sonra mallarını harcayan ve
savaşanlara karşı
derece bakımından büyük bir üstünlükleri var..."
İslam'ın İlk
Davetçisi
Ebuzer, müslüman
olduğunda Resulullah (s.a.a), halkı gizli olarak İslam'a davet ediyordu. Henüz
açık davet ortamı oluşmamıştı. O gün Resulullah (s.a.a) ile beraber
müslümanların sayısı beş kişiydi. Bu duruma göre Ebuzer, gizlice iman edip,
kimse bilmeden Mekke'yi terk etmeliydi. Ama Ebuzer, çok mücadeleci ve ateşliydi.
Sanki bâtılı ortadan kaldırmak ve insanları doğu yola davet etmek için
yaratılmıştı.
Arapların, bir
takım ağaçlardan yaptıkları putlara tapmalarından daha büyük yanlışlık ve bâtıl
bir şey olamazdı. İşte Ebuzer buna dayanamayıp, bir süre Mekke'de kaldıktan
sonra Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna vararak vazifesinin ne olduğunu sordu.
Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: "Sen kendi kavminin arasında İslam'ı tebliğ
edebilirsin. Şimdi kendi kabilene dön ve benim emirlerimi bekle."
Ebuzer dedi ki:
"Allah'a yemin ederim ki kavmime dönmeden önce bu halka, İslam'ın sesini
duyuracağım ve böylece bu yasağı çiğneyeceğim."
Bu karar üzerine
Kureyş, Mescid-ül Haram'da konuşmakla meşgulken Mescide girerek yüksek sesle: "Eşhedu
en la İlahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Abduhu ve Resuluh" diye bağırdı.
Tarihin yazdığına
göre bu ses, açıkça Kureyş'i savaşa çağıran ilk sesti. Bu ses, arkası olmayan ve
Mekke'de akrabası bulunmayan yabancı ve meçhul bir insanın sesiydi.
Resulullah'ın
(s.a.a) tahmin ettiği şey gerçekleşmişti. Bu sesi duyan Kureyş, ona doğru hücum
ederek, acımasızca onu dövdüler.
Bu haber
Resulullah'ın (s.a.a) amcası Abbas'a ulaştı. Abbas, Mescid-ul Harama gelerek
kendisini Ebuzer'in üzerine attı. Onu müşriklerin şerrinden kurtarmak için şöyle
dedi: "Sizin hepiniz tüccarsınız ve ticaret kervanlarınız Gifar kabilesinin
yakınından geçiyor. Yarın Kureyş'in ticareti tehlikeye düşüp hiç bir ticaret
kervanı oradan sağlam geçemeyecektir."
Abbas'ın bu
sözleri Kureyş'e tesir etti ve onu böylece serbest bıraktılar. Ama Ebuzer çok
ateşli, fevkalade cesur ve mücadeleci olduğundan ertesi günü yine aynı yere
gelerek, daha önce söylediği sözünü tekrarladı. Yine Kureyş'liler başına
üşüşerek, onu şiddetli bir şekilde dövdüler. Abbas önceki günkü söylediklerini
tekrarlayarak Ebuzer'in canını kurtardı.
Söylendiği gibi
eğer Abbas olmasaydı, Ebuzer'e kurtuluş yoktu. Ebuzer, başına gelen bu olayla
İslam için mücadelede geri çekilecek birisi değildi. Bir kaç gün sonra Kâbe'yi
tavaf ederken bir kadının, Kâbe'nin yanına konulan 'Asaf' ve 'Naile' adlı iki
puta hitap ederek dertlendiğini gördü ve çok
üzüldü. Kadına, onların faydasız olduğunu bildirmek için şöyle dedi: "Bu ikisini
birbiriyle evlendirsene!"
Kadın, Ebuzer'in
söylediğine kızarak şöyle bağırdı: "Sen müslüman olmuşsun." Kadının bağırmasıyla
Kureyş'in gençleri Ebuzer'in başına toplanıp onu dövmeye başladılar. Ama Beni Bekr kabilesinden bir grup ona
yardımcı olarak, onların pençesinden kurtardılar.
Gifar Kabilesinin Müslüman Oluşu
Resulullah
(s.a.a), yeni gelen öğrencisinin mücadeleci ve kıyamcı ruhunu çok iyi biliyordu.
Ama henüz bunun zamanı olmadığı için, onu kavminin yanına yollayarak, onları
İslam'a davet etmesini emretti.
Ebuzer, kendi
kabilesine dönerek Allah (c.c.) tarafından peygamber geldiğini ve inanılacak
olan Allah'ın bir olduğunu söylüyor ve onları iyi ahlaklı olmaya, kötülüklerden
korunmaya davet ediyordu. Önce Ebuzer'in kardeşi ve annesi müslüman oldu. Daha
sonra da kabilesinin yarısı müslüman oldu. Resulullah'ın (s.a.a) Medine'ye
hicretinden sonra da geri kalan yarısı müslüman oldu. Eslem kabilesi de onlara
bakarak müslüman oldu ve Resulullah'ı (s.a.a) ziyaret ettiler.
Ebuzer, Bedir ve
Uhud savaşından sonra Medine'ye dönüp Resulullah'a (s.a.a) katılarak orada
ikamet etti.
Resulullah'ın
(s.a.a) Ehl-i Beyt'ini Müdafaa
Ebuzer,
Resulullah'ın (s.a.a) en büyük yaranından ve en değerli sahabilerinden idi.
İslam'ın ilk günlerindeki iman yapısı en sağlam olanlardan biriydi. Gerek
Resulullah'ın (s.a.a) hayatında gerekse dünyadan göçtükten sonra, gerçek İslam'ı
yaşamaktan ve gerçekçi olmaktan, hiç bir tehdit ve vaadler onu değiştiremedi.
O, Resulullah'ın
(s.a.a) vefatından sonra büyük bir ihtilaf doğmasına rağmen, devamlı olarak Allah Resulü'nün Ehl-i Beyt'inin yanında
yer aldı ve onları savunmak için tüm gücünü sarf etti.
Resulullah'ın
(s.a.a) sahabilerinin arasında Ebuzer, O'nun Ehl-i Beyt'ini aşırı seven ikinci
şahıstır. Ölünceye dek Hz. Ali'den (a.s) başkasının
halifeliğini kabullenmedi. Onun, Resulullah'ın (s.a.a) Ehl-i beyt'ini çok
sevdiğine dair delil gerekmez. Çünkü çok açıkça Hz. Ali'yi (a.s) savunmuştur.
Bunlardan bazılarını aşağıda sunuyoruz:
1- Ebu Bekir
hilafete getirildiği gün Ebuzer, topluluk içerisinden kalkarak Kureyş'e hitaben
şöyle dedi:
"Ey Kureyş
toplumu! Resulullah'ın (s.a.a) yakınlarını terk ettiniz.( İslam hükümetini
gerçek yolundan saptırdınız.) Çok geçmez Araplar İslam dininden çıkarlar veya bu
dinin gerçekçi olduğundan şüpheye düşerler. Eğer hükümeti asıl sahibine (Ehl-i
beyt'e) bıraksaydınız müslümanlar arasında asla ihtilaf olmazdı ve iki kardeş
birbirine kılıç çekmezdi.
Resulullah'ın
(s.a.a) hakiki halifesini tayin etmede hak ve adalet unutulmuş, güç ve zorbalık,
gerçek mantığın yerini almıştır. Layık olmayanlar ona göz diktikleri için çok
kanlar dökülecektir.
Siz,
büyüklerinizin Resulullah'tan (s.a.a) öyle duyduklarını biliyorsunuz: "Halifelik
benden sonra Hz. Ali'nin (a.s) ve çocuklarınındır." Ama Resulullah'ın (s.a.a)
emrini attınız ve onun vasiyetini unuttunuz. Fani dünyayı, ahirete tercih
ettiniz ve ebedi hayatı geçici hayat için sattınız.
Siz, geçmiş
ümmetlerin yolunu tuttunuz. Onlar da kendi peygamberlerinin yolunu terk edip,
geriye döndüler ve Allah'ın dinini değiştirdiler. Sizler de onları takip ettiniz
ve doğru yoldan ayrıldınız. Şimdi bu sapmaların sonucunu görecek ve Allah'ın
azabına duçar olacaksınız."
2-
O, Osman'ın
hilafeti dönemindeki hac merasimi sırasında, çeşitli yerlerden gelen binlerce
Allah'ın evinin misafirlerine, yüksek sesle hitap ederek şöyle dedi:
"Ey Millet! Beni
tanıyanlar için çok iyi, tanımayanlara ise ben kendimi tanıtıyorum: 'Ben, Cundeb
bin Cünade; Ebuzer Gifarî'yim.
Ey millet! Ben
Allah'ın Resulü'nden duydum ki şöyle buyurdular:
"Benim Ehl-i Beyt'im sizin aranızda Nuh'un gemisi gibidir. Ona binen kurtuluşa
erer, terk eden ise boğulur." Yine Hazret'in şöyle buyurduklarını duydum: "Ben
sizin aranızda kıymeti biçilmez iki emanet bırakıyorum. Birisi Allah'ın yüce
kitabı Kur'an-ı Ker'im, diğeri de Ehl-i Beyt'imdir. Bu ikisine uyduğunuz
müddetçe asla sapmazsınız..."
Ebuzer'in bu
sözleri, kalabalık hac mevsiminde Hz. Ali'nin (a.s) haklılığına canlı bir senet
olduğundan, Osman bunu duyar duymaz çok üzüldü.
Ebuzer, Medine'ye
döndüğünde bu konuşmasından dolayı suçlanarak tutuklandı.
Ebuzer, cevabında
şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a) bana böyle bir şey söyleyeceğimi buyurmuştu. Ben
de O'nun emrine uyarak böyle bir konuşmayı yaptım."
Osman, onun bu
sözü için şahit istedi. O da Ali (a.s) ve Miktad'ı şahit gösterdi. Onların
şahâdetiyle Ebuzer serbest bırakıldı.
3-
Ebuzer, bir kez
daha Resulullah'ın (s.a.a) mescidinin kapısına dayanıp, halkı uyandırıcı ateşli
bir konuşma yaparak, Ehl-i Beyt'in (a.s) hakkını müdafaa etti ve şöyle dedi: "Resulullah'ın
(s.a.a) Ehl-i Beyt'i bizim ışık ve güneşimiz; nur veren ayımız gibidirler. Ali
bin Ebi Talip (a.s), Resulullah'ın (s.a.a) vasisi ve ilminin varisçisidir."
Daha sonra şöyle
devam etti: "Ey Resulullah (s.a.a) hakkında şaşkınlığa düşen müslüman! Halife
tayininde Resulullah'ın (s.a.a), O'na öncelik verdiğine dair ki sözünü
dinleseydiniz ve gerçek halifesini halife tanısaydınız, Allah (c.c.) yerden ve
gökten sizi nimetlendrirdi. Ne Allah'ın velisinin hakkı zayi olurdu, ne de
Allah'ın
ve Resulü'nün hükmü değişirdi.
Eğer
Resulullah'tan (s.a.a) sonra O'nun Ehl-i Beyt'inin hilafetini kabul etseydiniz,
Allah'ın hükümlerinin uygulanışında bir ihtilafla karşılaştığınızda cevabını,
ilim ve hikmet kaynağı olan Kur'an-ı Kerim'den ve Resulullah'ın (s.a.a) sünneti
olan kaynağından su içenlerden alırdınız.
Ama Resulullah'ın
Ehl-i Beyt'ine düşman olduğunuz için, bedbahtlık sizi bekliyor. Zalimler yakında
kaderinizi değiştirip, zulme duçar olduğunuzu anlayacaksınız."
Ebuzer'den Daha
Doğru Konuşan Yoktur
Resulullah
(s.a.a), Ebuzer'in şahsiyeti ve büyüklüğü hakkında çeşitli sözler buyurmuştur.
Ama doğru konuşması hakkında buyurduğu söz hepsinden daha açık ve güzeldir.
Resulullah
(s.a.a) şöyle buyuruyor:
"Göğün altında
ve yerin üzerinde Ebuzer'den daha doğru konuşan
bir kimse yoktur."
Burada şöyle bir
soru akla gelebilir: Ebuzer, acaba Peygamber ve imamdan da mı daha doğru
konuşandı?
İmam-ı Cafer-i
Sadık (a.s) bir örnek vererek bunun cevabını buyurmuştur. Birisi imam Cafer-i Sadık'a (a.s) şöyle soru sordu: "Resulullah
(s.a.a), Ebuzer'i nasıl en doğru konuşan olarak tanıtabilir. Halbuki Ali (a.s)
ve Hasaneyn yeryüzünün en doğru
konuşanlarıydı."
İmam Cafer-i
Sadık (a.s) buyurdular ki: "Yılın 12 ayının 4 tanesi muhterem ve aziz aydır. O
aylarda savaşlar ve cihat haramdır. Bu dört ay Recep, Zilkade, Zilhicce ve
Muharrem'dir. Ramazan ayı bunlardan daha üstün ve saygın olmasına rağmen bu
aylardan sayılmamıştır. (Zira Ramazan ile o aylar, fazilet açısından
kıyaslanamaz."
Daha sonra şöyle
buyurdu: "Biz Ehl-i Beyt ile
hiç kimse kıyas edilemez." Ebuzer'in bu açıdan üstünlüğü diğer normal
insanlaragöredir. Masumlara göre değil. Evet İmam Sadık'ın (a.s) da buyurduğu
gibi: "Hiç kimse Ehl-i Beyt'le kıyaslanamaz."
Resulullah'ın (s.a.a), Ebuzer'in doğru konuşmasına şahâdet
vermesine rağmen, halifenin ondan şahit istemesi gerçekten şaşılacak bir
durumdur. Acaba Resulullah'ın (s.a.a) o büyük sahabisinin doğrulukla meşhur
olduğunu bütün müslümanlar biliyordu da, sadece halife mi bilmiyordu; yoksa onun
işine gelmeyen bir takım sözler söylediği için mi şahit istiyordu!?
Zahitliği Ve
Kendinden Geçmişliği
Ebuzer, çok zahit
birisiydi. Sade yaşantısında Hz. Resulullah'a (s.a.a) uyuyordu. Hiç bir zaman
dünya ve onun güzellikleri onu etkileyemedi ve onu doğru yoldan hiç bir şey
saptıramadı. Onun zahitliği hakkında Resulullah'ın (s.a.a) şu sözü yeterlidir:
"İsa bin Meryem'in zahitliğini görmek
isteyen, Ebuzer'in zahitliğine baksın."
Şüphesiz
Ebuzer'in zahitliği ve kendinden geçmişliği,
aldığı İslami eğitim ve öğretiminden kaynaklanıyordu. Kendisinin de böyle bir
eğilimi olmasının yanında, bu hasleti bizzat Hz. Resulullah'ın (s.a.a)
zahitliğinin tesirinden elde etmişti. Hatta kendisi Resulullah'tan (s.a.a) şöyle
nakletmektedir: "Kıyamet günü bana en yakın olanınız, dünya malına
aldanmayanınız ve benim zamanımda olduğu gibi ölecek olanınızdır."
Ebuzer'in yaşantı
tarzı, Resulullah'tan (s.a.a) sonra Rebeze'de can verinceye kadar onun
zahitliğine canlı bir şahittir.
Osman'ın
halifelik döneminde İslam hükümetine servetler akıyordu. Bu nedenle
müslümanların durumu çok iyiydi. Bir grup dünya ve dünyanın ziynetlerine
aldanmış kimseler -ki fazilet ve takvada asla Ebuzer'e yetişemezlerdi- köle,
para, pul sahibi olmuşlardı. Oysa bunların hiç birisinde Ebuzer'in
gözü yoktu. O, mal ve servetlerin gerçek sahiplerine ulaşması için
çalışıyordu. Osman'ın Beyt-ul malı kendi yakınlarına peşkeş çektiğini görünce
onu şiddetle eleştirmeğe başladı.
Osman, ona bir
şeyler vermekle susturacağını sanıyordu. Onun için 200 dinar ayırıp iki
kölesiyle Ebuzer'e yolladı. Ebuzer, kölelere sordu: Osman aynı şekilde diğer
müslümanlara da verdi mi?
- Hayır.
-Ben de onlardan
birisiyim. Eğer bir şey onların arasında taksim olunursa bana da ulaşır; yoksa
asla kabul etmem!
-Halife, bu parayı kendi şahsi malından
verdi ve asla haram karışmamıştır.
-Ben şimdilik bu paraya muhtaç değilim. Şu anda hiç ihtiyacı
olmayan birisiyim.
-Biz senin evinde
hiç bir şey görmüyoruz. Sen nasıl hiç bir şeye muhtaç olmadığını söylersin?
-Benim şu
gördüğünüz cübbemin altında kaç günden kalma iki parça ekmeğim var. Acıkırsam
bundan bir kaç lokma yer ve onunla yetinirim. Böyle dinarlara ihtiyacım kalmaz.
Bu paraları Osman'ın kendisine verin ve ona şöyle söyleyin: "Bu paralara benim ihtiyacım yok. Halkın muhakemesi
seninle benim aramızda kalsın. Adil olan Allah, kıyamet günü hakiki hakimliği
yapacaktır."
O, fevkalade
zahitliğinin yanısıra, büyük ve adil bir ruha sahipti. Her gün sabahleyin
okuduğu duada Allah'tan, alçak insanlara muhtaç olmamasını niyaz ederdi.
Bir gün Cebrail-i
Emin, Resulullah'ın (s.a.a) yareninden birisinin şeklinde O hazrete inmişti. Bu
sırada Ebuzer, O hazretin yanına vardı. Cebrail: "Kim bu, ya Resulullah?" diye
sordu. Hazret: "Ebuzer" diye cevap verdiler. Cebrail şöyle dedi: "O göklerde,
yerdekinden daha meşhurdur. Ona sorar mısınız sabahları hangi duayı okuyor?"
Ebuzer,
Resulullah'ın (s.a.a) cevabında zikri geçen duayı okudu.
Müslümanlardan
birisi, Ebuzer'in eski bir elbiseyle namaz kıldığını görünce şöyle sordu:
- Bundan başka
elbisen yok mu?
- Olsaydı
giyinirdim.
- Kaç gün önce
iki kat elbisen vardı.
- Onları, benden daha çok ihtiyacı olan birisine verdim.
- Yemin ederim ki senin daha fazla ihtiyacın var.
- Allah, seni
affetsin; dünyayı büyük görüyorsun. Omuzumda gördüğün cübbeden başka bir cübbem
daha var ki onu mescide gittiğimde giyiniyorum. Kaç tane keçim var, sütünden
istifade ediyorum. Kaç tane merkebim var, yükümü taşıyor. Evde işlerimi yapıp,
yemeklerimi pişirecek hizmetçim de var. Allah'ın nimetlerinden bundan daha fazla
ne isteyebiliriz ki?
O, keçilerini
sağdığında sütünü komşularına dağıtırdı, bazen kendisine bile kalmazdı.
Korkusuzca Açık Konuşması
Ebuzer, çok açık
konuşurdu. Hiç bir zaman hakkı gizlemezdi. O, korkusuz ve mücadeleci bir ruha
sahip olmasına rağmen, Resulullah'ın (s.a.a) sözleri onu daha fazla korkusuz ve
mücadeleci kılıyordu. Resulullah'tan (s.a.a) naklettiği yedi düstur şüphesiz
onun ruhuna tesir etmiştir. O, diyordu ki Resulullah (s.a.a), yedi şeyi bana
tavsiye ettiler:
1- Fakirleri
sevmemi ve onlardan ayrılmamamı;
2-
Yaşantımda
kendimden daha aşağı kimselere bakmamı;
3-
Hiç bir zaman
kimseden bir şey istemememi;
4-
Yakınlarımdan kopmamamı ve bana kötülük de yapsalar
onlara iyilik etmemi;
5-
Her ne kadar acı
da olsa hakkı söylememi;
6-
Allah yolunda
başkalarının kınamasından korkmamamı;
7-
Mukaddes "La havle ve la kuvvete illa billah-il aliyy-il
azim" zikrini çok söylememi."
Ebuzer, kendi
dostlarına bile hakkı söylemekten ve onları eleştirmekten çekinmezdi. O, Bazı
müslümanların gayri meşru yoldan ele geçirdikleri makam ve aşırı serveti
gördüğünde susamazdı.
Onlar, dostlukla yaklaşsalar dahi onlardan uzaklaşırdı.
Bir gün, Ebu Musa
Aş'ari, Ebuzer'i görür görmez
"Aferin benim kardeşime" dedi. Ebuzer, onu kendisinden uzaklaştırdı ve şöyle
dedi: "Ben, senin kardeşin değilim. Sen kaymakam ve vali olmadan önce senin
kardeşin idim."
O, Ebu
Hureyre'nin de gösterdiği aşırı ilgiye tepki gösterdi.
Yapıcı Ve Mertce
Eleştiri
Söylediğimiz gibi
Ebuzer, hakkı ve haklı olanı çok açık bir şekilde söylemekten çekinmezdi.
Osman'ın hilafeti döneminde birisi ona şöyle sordu: "Halifenin görevlileri
vergiyi arttırmışlar; onların malından o miktarı çalmamız doğru mudur?"
Ebuzer, böyle bir
yolu mertlik bilmediği için ona: "Bu yol doğru değildir. Çaresi malını korumak
için kıyam edip, haddinden fazla vermemektir."
Halife yanlısı
olan Kureyş gençlerinden birisi, bu durumu görünce kızarak dedi ki: "Halife,
senin fetva vermeni yasaklamamış mı?"
Ebuzer'in kızdığı
yüzünden belli oluyordu. Korkusuzca ona şu cevabı verdi: "Allah'a and olsun ki
eğer kılıcı benim boğazıma dayasalar, ben Resulullah'tan (s.a.a) duyduğum
hadisi, boynum kesilmeden önce söyleyebilirsem, söylerim."
Şüphesiz böyle
açık konuşmak bazılarını gocunduruyor, bazılarını da meşakkate düşürüyordu. Ama
Ebuzer, onun bunun rızasını kazanmak için hakkı söylemekten çekinmezdi.
O, Rebeze'de
sürgün olduğu günlerde, üzülerek açık ve doğru sözlerinin getirdiği kötü
sonuçlara bakıp, şöyle diyordu: "Ben o kadar Emr-i bil maruf ve nehy-i anil
münker yaptım ki hakkı savunmam arkadaşlarımı benim başımdan dağıttı; şimdi ise
yalnız kalmışım."
Halifelik
Fitnesiyle Başlayan Mücadele
Ebu Bekir ve
Ömer'in hilafeti döneminde az da
olsa Resulullah'ın (s.a.a) sünneti uygulanıyor ve mal dağılımında kısmi adalet
sağlanıyordu. Osman halifeliğe geldiğinde, toplumsal adaleti çiğneyerek halkın
malını kendi keyfine göre istediğine bağışlıyordu.
İslam mücahitleri
cephelerde şehitler vererek düşmanları yenip, ganimetler alıyorlar ve Osman'ın
başında bulunduğu İslam devletinin merkezine gönderiyorlardı. Halife de bunları
kayıtsız şartsız kendi akrabalarına ve yakınlarına dağıtıyordu. Takvalı, ilimli,
faziletli şahıslar ise çeşitli bahanelerle bu ganimetlerden mahrum
bırakılıyordu. Halifenin İslam dışı yaptığı bu haksızlıklar o kadar arttı ki
büyük sahabiler dahi onu kınadılar. Bu durum tarihin siuah sayfaları arasında
kayda geçti. Şimdiye kadar tarihçilerin hiç birisi onu savunmamış ve bugünkü
tarihçilerin de hepsi, onun yaptıklarının Resulullah'ın (s.a.a) sünnetine uygun
olmadığını açıkça belirtmişlerdir.
Osman'ın yaptığı
hilaflardan birisi de Beyt-ul malın büyük bir kısmını, amcası Hakem bin Ebil
As'a ve onun oğlu, kendisinin damadı olan Mervan'a bağışlamasıdır.
Eğer bu şahıslar
salih kimseler olsalardı halifenin işi normal sayılabilirdi belki. Ancak bu baba
ve oğulun İslam tarihinde çok kötü geçmişleri vardır. Onların Resulullah'a
(s.a.a) açıkça düşmanlık ettikleri herkesçe malumdur.
Hakem Bin Ebil As
Kimdir?
Resulullah
(s.a.a), Mekke'de davetini açığa vurduğunda o, Resulullah'a (s.a.a) muhalefet
etmişti. Ebu Lehep, Utbe bin Ebi Muayt ve Ebu Cehil gibi İslam'ın en azılı
düşmanlarıyla beraber Resulullah'a (s.a.a) karşı her türlü düşmanlıklarını
yaptılar.
Tanınmış İslam
tarihçisi İbn-i Hişam şöyle diyor: "Resulullah'a (s.a.a) komşu olup ona eziyet
edenler Ebu Leheb , Hakem bin Abi-l As ve Utbe bin Abi Muayt idi."
Hakem bin Abi-l
As, cahiliyye devrinde Resulullah'ın (s.a.a) komşusuydu. İslam'ın ilk
zamanlarında o, Allah Resulü'nü çok eziyet ederdi. O, Resulullah'ın (s.a.a) en
kötü komşularından idi.
Hakem, Mekke'nin
fethinden sonra zahiri olarak müslüman oldu ve Medine'ye geldi. Ama doğru dürüst
bir inancı yoktu.
Resulullah
(s.a.a) yürüdüğünde o, Hazretin peşi sıra yürüyüp çeşitli edalar çıkarıp, göz
kaş oynatarak, Hazret'i maskaraya
alacak şekilde hakaret ederdi.
Resulullah
(s.a.a) namaz kıldığında O'nun taklidini yapardı. Bunlara ilaveten Resulullah'ın
(s.a.a) özel yaşantısına burnunu sokardı. Resulullah (s.a.a), bir gün
hanımlarından birisinin evindeyken izinsiz odaya girdi. Resulullah (s.a.a), onu
tanıdı ve elinde bir asayla dışarı çıkıp şöyle buyurdular: "Beni bu lanetten rahatlatacak kimse yok mu?" Daha sonra
şöyle buyurdular: "Bu adam bu şehirde kalmamalı."
Böylece onları
Taif şehrine sürgün etti. Bu iki şahıs Resulullah'ın (s.a.a) vefatına kadar
Taif'de kaldılar. Resulullah'ın (s.a.a)
vefatından sonra Osman, Ebu Bekir'den onları Medine'ye döndürmesini istedi. Ebu
Bekir kabul etmedi ve şöyle dedi: "Resulullah'ın (s.a.a) sürdüğünü ben geri
döndüremem."
Ebu Bekir'den
sonra Ömer halifeliğe geldiğinde Osman, yine aynı şeyi istedi. O da kabul
etmeyerek Ebu Bekir'in verdiği cevabı verdi.
Osman'ın kendisi
hilafete geldiğinde onları Medine'ye döndürdü ve şöyle dedi: "Bunlar için ben,
Resulullah (s.a.a) ile konuşmuştum. Resulullah (s.a.a), onları Medine'ye
döndürecekti ama ecel müsaade etmedi!!"
Abdullah bin Amr
bin As şöyle diyor: "Resulullah'ın (s.a.a) huzurundayken hazret şöyle
buyurdular: "Şimdi lanetlenmiş birisi meclise gelecek." Ben, az önce Ömer'in
Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelmek için elbisesini giydiğini görmüştüm. Kalbim
Ömer'in geleceği korkusuyla sıkışıyordu. Aniden Hakem bin Ebi-l As içeri girdi."
Hâkim şöyle
yazıyor: "Resulullah (s.a.a), Hakem'i ve çocuklarını lanetledi."
Hakem bin Ebi-l
As'ın İslam tarihindeki kötü geçmişi kimseye gizli değildir. Resulullah'a
(s.a.a) kötü davranmasından dolayı İslam'ın merkezinden sürülmesine ve de Hz.
Resulullah (s.a.a) tarafından lanetlenmesine rağmen Osman, onu Medine'ye
döndürerek, onlara saygınlık kazandırdı.
Mervan
Hakem oğlu Mervan
da babası gibi kötü bir geçmişe sahipti. Resulullah (s.a.a) tarafından
sürülmüştü.
Hâkim Nişâburî
kendi Müstedrek kitabında şöyle naklediyor: "Medine'de yeni doğan çocukları
Resulullah'a (s.a.a) getiriyorlardı. Mervan da dünyaya geldiğinde, onu
Resulullah'ın (s.a.a) huzuruna getirdiler. Hazret, onun hakkında şöyle
buyurdular: "Bu mel'un oğlu mel'undur."
Resulullah
(s.a.a), bir gün Hakem'i gördü ve şöyle buyurdu: "Benim ümmetim bu adamın
çocuklarından çok işkenceler görecektir."
Ayşe, Mervan'a
şöyle diyordu: "Sen babanın sulbündeyken Resulullah (s.a.a) babanı lanetledi."
Osman'ın Beyt-ul Maldan Başıboş Harcamaları
Bu baba ve oğulun böyle kötü geçmişi olmasına rağmen Osman, yalnızca
Resulullah'ın (s.a.a) hükmünü çiğneyerek onları Medine'ye geri getirmekle
kalmadı, onları halifelik makamının en yakınları durumuna getirdi. Hesapsız
olarak halkın malı olan beyt-ul maldan bunlara bağışta bulunuyordu. Şimdi örnek
olarak bunlardan bir kaçına değinmek istiyoruz:
1-
Osman, Kuzâa
kabilesinin (Yemen'de olan bir kabile) zekatını Hakem'e bağışladı. Hakem,
Taif'ten Medine'ye döndüğünde üzerinde çok eski bir elbise vardı. Öyle ki bütün
Medine'lilerin dikkatini çekmişti. Halifenin evine girip çıktıktan sonra en
pahalı elbise ve börkü giyinmişti.
Abdullah bin
Yesâr şöyle diyor: "Osman, Medine çarşısında Beyt-ul malın haznedarını görüp
ona, Hakem bin Ebi-l As'a bir miktar para versin diye emir verdi. Hazneci parayı
vermedi. Osman, onun vermediğini görünce sıkıştırdı ve şöyle dedi: "Sen bizim
haznecimizsin; sana verdiğimizi almalı ve emir vermediğmizde ise susmalısın."
Hazneci şöyle dedi: "Yalan söylüyorsun. Ben senin
ve yakınlarının haznecisi değil, müslümanların haznecisiyim."
Bu tartışmadan
sonra Cuma günü Osman, Cuma hutbesi okurken hazneci anahtarları getirip şöyle
seslendi: "Millet! Osman zannediyor ki ben onun ve yakınlarının haznecisiyim.
Hepiniz bilmelisiniz ki ben, siz müslümanların haznecisiydim. Şimdi anahtarları getirdim" diyerek
Osman'a doğru fırlattı. Osman, anahtarları alarak Zeyd bin Sabit'e verdi.
Belazuri şöyle
yazıyor: "Halkı, Osman'a karşı isyan ettiren sebeplerden birisi, Hakem bin Ebi-l
As'ı, Kuzâa kabilesinin zekatını toplamakla görevlendirip, toplanan üç yüz bin
dirhemin hepsini ona bağışlamasıydı."
Ehl-i Sünnetin
diğer bazı alimleri bu konuyu şöyle yazıyorlar: "Halkın, Osman'a karşı kıyam
etmesine sebep olan şeylerden birisi, Resulullah'ın (s.a.a) sürgün ettiğini
Medine'ye döndürüp, ona yüz bin dirhem bağışlamasıydı."
2- Osman,
Afrika'dan gelen ganimetlerin humusu olan beş yüz bin dinarı damadı Mervan'a
bağışladı.
İbn-i Esir şöyle
yazıyor: Afrika'nın ganimetinin humusunu Medine'ye getirdiler. Mervan, onu beş
yüz bin dinara satın aldı; ama Osman onların parasını ondan almadı ve bedavaya
sahihiplenmiş oldu.
Buna ilaveten
Osman, Mısır'dan gelen humusu da Mervan'a bağışladı. Allah'ın emrine uyuyorum
diyerek akrabalarına iyilik yapıp, Beyt-ul malı onlara peşkeş çekiyordu.
Bunlar, hesapsız
olarak halifenin Mervan'a bağışladıklarından bir bölümüdür. Bunlara ilaveten (Hz.
Fatıma'nın elinden zorla alınan) Fedek arazisini de İslâm devletinin halis malı
olarak Mervan'a bağışladı.
Mervan'dan sonra da Fedek, Mervan'ın çocuklarına miras olarak kaldı. Böylece
Resulullah'tan (s.a.a) kızına yetişen malı, ne miras olarak ne de babasının
bahşişi olarak ona vermediler. Ama Osman, onu Mervan'a bağışladı ve çocukları
onu miras olarak sahiplendiler. Yetmiş yıldan sonra Ömer bin Abdulaziz, onu Hz.
Fatıma'nın (a.s) evlatlarına geri verdi.
Osman'ın beyt-ul
mal sofrasından yiyenler sadece Hakem ve Mervan değildi. Osman'ın diğer
yakınları da Beyt-ul malı dağıtıyorlardı. Bunların bazı örneklerini de şöyle
zikredebiliriz:
3-
Osman, damadı ve
amcası oğlu Mervan'ın kardeşi, Haris bin Hakem'e de yüz bin dirhem bağışladı.
Buna ilaveten zekat olarak halifeye gelen develeri de Haris'e bağışladı.
Osman, bunlarla
da yetinmeyip Medine'nin çarşısında Resulullah'ın (s.a.a) müslümanlara
vakfettiği yeri de Haris'e verdi.
4- Yine Osman'ın
yakınlarından olan Said bin As'a -ki o, sarhoş ve ayyaşın tekiydi ve İslam
tarihinde de iyi bir geçmişe sahip değidi. Babası da Bedir savaşında Hz. Ali'nin
(a.s) eliyle öldürülmüştü- yüz bin dirhem bağışladı.
Böylece bu
korkunç bahşişlere ancak halifenin yakını olamakla hak kazanabiliyordu
insanlar!!
Bunun üzerine
İslam'ın büyüklerinden bir grup halifenin bu işlerine itiraz ettiler. Halife
onlara şöyle cevap veriyordu: "Onlar benim yakınlarımdır ve yakınlarına iyilik
etmek her müslümanın vazifesidir. Ben de vazifemi yerine getirdim!!"
Halifenin özrü
kabahatinde büyüktür. Çünkü İslam'ın yakınlarına iyilik yapmayı emretmesi
doğrudur; fakat insanın kendi malından bağışlayarak iyilikte bulunmayı
emretmiştir, yoksa başkalarının malını yakınlara yedirmenin hiçbir sevabı
olmadığı gibi çok büyük bir günahtır da.
5-
Osman, yedi yüz
bin dirhem Abdullah bin Halit bin Useyd'e verdi.
Yakubi şöyle
yazıyor: "Osman, kızını Abdullah bin Halit bin Useyd'e verdi ve Basra'nın valisi
Abdullah bin Amir'e Beyt-ul maldan ona, altı yüz bin dirhem vermesini emretti."
6-
İki yüz bin
dirhem Ebu Sufyan'a bağışlamıştır ki tarihte onun yaptıkları kimseye gizli
değildir.
Beyt-ül Malı
Taksim Etmede Hz. Hz. Ali'nin (a.s) Örnek Adaleti
Ali (a.s), kısa
müddetli olan halifelik döneminde, Osman'ın tersine Beyt-ul malı taksim etmede
en küçük taviz bile vermiyordu. Hiç kimseyi diğerine tercih etmiyordu.
Valilerden her hangi birisinin bunu ihlal ettikleri raporunu alır almaz onları
sorguluyor ve şiiddetle cezalandırıyordu.
Emir-ül Mü'minin
(a.s), Mekke'nin valisi Kusam bin Abbas'a şöyle bir mektup yazdı: "Beyt-ul
maldan sana gelenleri fakirler ve çoluk çocuk arasında taksim et. Bu malların
sadece fakirlere dağıtılmasına dikkat et. Eğer artarsa buradaki fakirleri
doyurmak için bize yollamalısın."
Ali (a.s), beyt-u
malın müsthak olan yerlerinde kullanılmasına özen gösteriyor ve kimsenin,
ihtiyacı olmadan bir dinar dahi almasına müsaade etmiyordu.
Emir-ül
Mü'minin'nin (a.s) hilafeti döneminde Abdullah bin Zam'a (O Hazretin
yareninden), Hazretin huzuruna varıp bir miktar Beyt-ul mal istediler. Emir-ül
Mü'minin ona şöyle buyurdu: "Bu mallar ne benimdir, ne de senin. Bütün
müslümanların malıdır. İslam askerlerinin kılıcı sayesinde toplanmıştır. Eğer
sen de mücahitler gibi cephelerde çarpıştınsa onların aldığı kadar sen de
alırsın. Yoksa ben, onların zahmetinin karşılığını başkasına veremem."
Osman da Ali
(a.s) gibi İslami ölçülere göre Beyt-ul malı taksim etseydi, öldürülmeyecek ve
kendisinden sonra müslümanlar arasında böyle karışıklıklar da yaşanmayacaktı.
Emir-ül Mü'minin
(a.s)'nin kendi hükümeti döneminde İsfahan'dan, bir gün bir miktar Beyt-ul mal
geldi. Onun üzerinde bir parça da ekmek vardı. Ali (a.s) malları yedi kısma
böldü. Daha sonra parça ekmeği de yedi kısma böldü. Her malın üzerine bir parça
da ekmek koydu. Sonra ilk kim alsın diye kura çekti.
Emir-ül Mü'minin
(a.s), Kur'an-ı ölçü olarak aldığı için Beyt-ul malın dağıtımında Arap-Acem,
siyah-beyaz vb. ayırımı yapmazdı.
Bir gün, birisi
Arap olan ve kölelikten serbest bırakılan iki kadın Hz. Ali'nin (a.s) yanına
gelerek ihtiyaçları olduğunu dile getirdiler. Hazret, onlara eşit bir şekilde
buğday ve de 40 dirhem verilmesini emretti. Arap kadın itiraz ederek şöyle dedi:
"Neden bizi eşit olarak görüyorsun? Ben, ondan üstünüm!" İmam (a.s) buyurdular:
"Allah'ın kitabında İsmail oğulları İshak oğullarına üstün kılınmamıştır."
Aşırı Servet Ve Mallar
Osman, Beyt-ul
maldan sadece yakınlarını zenginleştirmekle kalmayıp, dünyaperest kimselerin de meşru ve gayri meşru yoldan zenginleşmelerine
sebep olmuştu. Bunlardan bazılarını aşağıda zikredeceğiz:
1- Halifenin
kendisi, zamanının en zenginlerinden idi. Peşin olarak yüz elli bin ve bir
milyon dirhemi ve gayri menkul olarak bağ-bahçe, deve-koyun gibi yüz bin dinar değerinde serveti vardı.
2- Abdurrahman
bin Avf, Osman'ın yandaşlarından biriydi. Osman'ın zamanında öldü ve çok sayıda
serveti kaldı. O öldükten sonra, paralarını keseler içerisinde halifenin
huzuruna yığdıklarında, paranın diğer tarafında olan görünmüyordu. Dört kadını
arasında taksim edildiğinde her birine 80 bin dinar düştü.
3-
Zeyd bin Sabit'in
şaşılacak bir serveti vardı. Öyle ki ölümünden sonra işlenmemiş altınları
baltayla kırılarak, çocukları arasında paylaştırıldı.
4-
Talha'nın
mirasından biri de yüz öküz derisi altın idi. Osman, mısırlılar tarafından
muhasara altına alındığında şikayetlenip şöyle dedi: "Ben ona kaç öküz derisi
altın hediye ettim. Ama o benim bu iyiliklerim karşısında beni öldürmek
istiyor."
Bunlar halifenin,
müslümanların malından bağışladıkları ve halifenin göz yummasıyla meşru ve gayri
meşru yollardan elde edilen servetlerden birer örnekti. Hepsini zikretmeye
kalkışacak olursak çok uzun süreceği malumunuzdur.
Burada aziz
okuyucularımıza Emir-ül Mü'minin Hz. Ali'nin (a.s) 'Şıkşıkiye' hutbesinin bir
kısmını sunmamızda yarar var:
Hazret şöyle
buyurmuştur: "Üçüncüsü (Osman), iş başına geldiğinde, yemekten ve boşalmaktan
başka bir işi yoktu. Sadece kendisi Beyt-ul malı dağıtmıyordu, yakınları da
(Beni Umeyye) baharda yeşil ota saldıran develer gibi Beyt-ul malı yediler. Ama
onun durumu dağıldı ve kötü ameli ölümünü yaklaştırdı. Müslümanların malını ona
buna dağıtması ve israf etmesi onu yıktı ve ömrüne son verdirdi."
Osman'ın bu
tutumu, Hz. Ali'nin (a.s) hilafetinde çok zorluklar çıkarmıştır. Çünkü Osman'ın
zamanında milyoner olanlar, Hz. Ali'nin (a.s) adil hükümetinde menfaatlerini
tehlikede gördüler ve asayişi bozup adaletin icra olmasına mani oldular. Ali
(a.s), hilafetinin ilk günlerinde Osman'ın bol keseden dağıttığına işaret ederek şöyle buyurdu: "Osman'ın ona buna
bağışladığı tarlaları ve malları çok yakında Beyt-ul mal sandığına geri
döndüreceğim."
Servet
Sahiplerine Uyarı
Geçmişte
açıkladığımıza göre Ebuzer'in halifeyle mücadelesinin sebebi belli oldu. Ebuzer,
Resulullah'a (s.a.a) verdiği ahdin hükmü ve de hakkı ve adaleti savunmak için
İslam'ın onun boynunda olan risaleti gereğince, halifenin yanlış işleri
karşısında direnip onu eleştiriyordu. Ayrıca halifenin bağışlarıyla mal servet
sahibi olanları da, Allah'ın azabından korkutuyordu. O, gittiği her yerde
çarşıda, pazarda, camide, sokakta, para ve mal stok edenleri kınayıcı şu âyet-i
kerimeyi okuyordu: "Altını, gümüşü biriktirip Allah yolunda harcamayanları
elemli bir azapla müjdele." Bu ayeti
okumakla Osman'ın hükümetini baltalayıp, onları ateş ehli olarak tanıtıyordu.
Osman, Ebuzer'in
eleştirilerinden üzüntü duyduğunu ve bunlardan vazgeçmesini belirten bir mesaj
yolladı. Ebuzer ise mesajın cevabında ona şöyle bir cevap yolladı:
"Osman, beni
Allah'ın kitabını okumamdan mı alıkoymak istiyor? Eğer Osman'ı kızdırmam ile
Allah'ı razı ediyor isem, onu razı edip Allah'ı gazablandırmamdan daha iyidir."
Böyle açık
sözlülük, Ebuzer'in ayrımcılık ve adaletsizlik karşısında yılmadan direnişinin
simgesidir. O, Halifelik makamına eleştirilerinden kesinlikle vazgeçmeyeceğini
bildirdi. Ama teorilerini icra etmeden meydana gelen bir hadise Ebuzer ile
halifenin irtibatını kesti.
Maslahat Üzerine Verilen Bir Fetva
1- Bir gün
Ebuzer'in de aralarında bulunduğu bir toplantıda halife, Kâ'bul Ahbar'a şöyle
bir soru sordu: "Halife, Beyt-ul maldan borç alıp daha sonra gelen Beyt-ul
maldan onu ödeyebilir mi?"
Kâ'b: "Bir
sakıncası
yoktur."
Ebuzer, halifenin
hedefini biliyordu. Halife borç yoluyla Beyt-ul malı harcamak istiyordu. Ebuzer,
Kâ'b'a kızarak ona şöyle dedi: "Yahudi tohumu! Bizim dinimizi bize sen mi
öğreteceksin?!"
Kâ'b-ul Ahbar
İslam tarihini
bilmeyenlerin aklına şöyle bir soru gelebilir: Kâ'b-ul Ahbar kimdir ve halifelik makamında ki rolü ne idi?
Bu soruyu
cevaplamak için geriye dönüp Yahudilerin İslam aleyhindeki
icraatlarına bakmalıyız:
Yahudiler İslam
ordusu karşısında yenildikten sonra, İslam'ı manevi yoldan zayıflatmak için
alimleri zahiri olarak müslüman gibi gözükerek, İslam adına bazı hurafeleri dine
sokup, İslam'a darbe vurmaya karar verdiler.
Üzülerek söylemek
gerekir ki, yönetimin yetersizliğinden yararlanarak, alimlerini müslümanların
safına sokup, bir takım hakikatleri değiştirerek yerine hurafeleri yaymak
suretiyle hedeflerine büyük ölçüde ulaşmış oldular.
Maalesef bazı
tarihçi ve hadis alimleri onların sözlerini incelemeden tefsir ve rivayetlerde
yer vererek, kendilerinden sonrakilerin hakikati anlamalarını zorlaştırdılar.
Kâ'b-ul Ahbar da
bu Yahudi dönmelerinden birisiydi. İslam adına müslümanları arkadan vurmakla
görevlendirilmişti. İyi bir senaryo oynayarak, yalandan İslam'ı temsil ediyormuş
gibi gözüküp, müslümanlar arasında yerini aldı ve muhaddis ve fakih olarak
tanındı. Hatta 3. halife onu İslam'ın en büyük alimi biliyor, hükümetin siyasi
meselelerini ondan soruyordu. Ama Kâ'b gibilerinin mahiyetleri, Ebuzer gibi
uyanık müslümanlara gizli değildi. İşte bunun için Kâ'b-ul Ahbar o toplantıda
halifenin meyline göre fetva verdiğinde, Ebuzer hiç çekinmeden: "Yahudi tohumu!
bizim dinimizi bize mi öğretiyorsun" demişti.
Şüphesiz
halifenin müftüsüne olan saldırı, onun kendisine idi. Onun için bu hadise Ebuzer
ile Osman'ın arasını daha da açtı.
Hakikati Tahrif
Etme Girişimleri
2-
Halife bir
defasında yine Ebuzer'in ve Kâ'b'ın olduğu bir toplantıda şöyle bir soru
yöneltti: "Bir kimse malının zekatını verirse, yine başkasının hakkı var mıdır?"
Kâ'b halifenin hedefini bilmeden hemen cevap verdi: "Hayır"
Halife ikinci
soruyu şöyle sordu: "Biz, biraz Beyt-ul maldan alıp, bir kısmını işçilerimize ve
bir kısmını da size verirsek bir sakıncası var mı?"
Kâ'b hemen: "Hiç
sakıncası yoktur.", dedi.
Yine Ebuzer bir
parça ateş kesilerek, asasını Kâ'b'ın göğsüne dayadı ve ona şöyle dedi: "Yahudi
tohumu! Hangi cesaretle bizim dini hükümlerimizde fikir yürütüyorsun?" Daha
sonra şu ayet-i Kerime'yi okudu: "...Ama iyilik, Allah'a, ahiret gününe,
meleklere, Kitab'a ve peygamberlere iman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu
yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere
(özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren... kimseler (in
tutum ve davranışlarıdır)."
Ayet-i Kerime
zekatı belirtmekle beraber, başka bir görevi daha açıklıyor.
Bu hâdise
halifeyi daha fazla kızdırdı. Çünkü kendisi ve yandaşları Beyt-ul malı zekatını
verdik adıyla dağıtmışlar ve altın ve gümüş stoku yapmışlardı.
Halifenin maksadı
başta Ebuzer olmak üzere itiraz edenleri susturmak ve yaptıkları stokun İslamî
kurallara aykırı olmadığını bildirmekti.
Ebuzer, Osman'ın
bu soruyu, haram yoluyla elde ettiği malları meşrulaştırmak maksadıyla sorduğunu
biliyordu.
Ebuzer, Emeviler
hükümetinin mahiyetini biliyordu. Eğer şimdiden bunların önü alınmazsa gelecekte
bu servetler hakkı ve haklıyı yok etmek için kullanılacak ve adil hükümetin icra
edilmesine mani olacaktı.
Zamanın akışı
Ebuzer'in görüşünü haklı çıkardı. Çünkü Cemel ve Sıffın savaşlarının asıl
hedefi, Hz. Ali'nin (a.s) adil hükümetini yıkmaktan başka bir şey değildi.
Ayşe'nin seferinin harcırahını beni Umeyye'nin zenginleri verdiler. Daha
sonraları hadis uyduranların maaşları bu parayla ödeniyordu. İslam
mücahitlerinin kanıyla ele geçen paralar şimdi İslam'ın yıkılması ve
Resulullah'ın (s.a.a) gerçek sünnetinin saptırılmasında harcanıyordu.
Evet, Ebuzer bu
durumları tahmin ettiğinden, bu gayri meşru işleri ortadan kaldırmak için zikr
olunan ayeti okuyordu. Bu vesileyle onların, İslam'ın kanunlarıyla asla
bağdaşmayan işlerine mani olmak istiyordu.
Şam'a Sürgün
Bu olaylar,
Ebuzer'in sürülmesine zemin hazırladı. Çünkü Ebuzer'in Medine'de kalması
tahammül edilemezdi. Onun için Şam'a sürüldü.
Ebuzer, Şam'a
vardığında gördü ki orası Medine'nin benzeridir. Muaviye halifelik hazırlığı
yapıyor; Rum'a yakın olduğu, Rumların gelip gittiği ve onların karşısında
zayıfladığımız belli olmasın bahanesiyle de kendisine saray yaptırıyordu.
Yüzlerce insanı da bu sarayın yapımında çalıştırarak mahvolmalarına sebep
oluyordu.
Ebuzer, halkın
malının dağılmasına ve hainlik yapılmasına asla dayanamazdı. O bu sefer de
Muaviye'nin fasit işlerine karşı mücadele başlattı.
O, Muaviye'nin
Beyt-ul maldan yapılan güzel sarayını gördüğünde kızarak ona şöyle dedi: "Eğer
bu saray müslümanların Beyt-ul malından yapılmışsa onlara hiyanettir bu. Yok
eğer şahsi malından yapılmışsa israftır."
Resulullah'ın
(s.a.a) yardımcısı bununla yetinmeyip, Osman'ın hükümetinin aynısı olan Muaviye
hükümdarlığını rezil etmek için şöyle dedi: "Ben yersiz ameller ve harcamalar
görüyorum ki müslümanlar arasında bunlara asla rastlamadım. Allah'ın Kitabı'nın
ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinin hilafına işlerdir bunlar. Bunların
hükümetinde hak ayaklar altına alınıp, batıl diriliyor. Sadıklar yalanlanıyor,
bir takım insanlar salâhiyeti olmadığı halde, müslümanların mallarını
kendilerine ayırıyor, iyiler ve haklı olanlar ise mahrum bırakılıyorlar."
Bu sözler,
Peygamber (s.a.a) ve Hz. Ali'nin (a.s) sözleri gibi yıkıcıydı. Onların
mektebinin öğrencisinin ağzından çıkıyordu. Bu, Muaviye'nin hükümeti için çok
tehlikeliydi. O, Ebuzer'in sözlerinin ne derece etki bırakacağını bildiğinden,
onu susturmak için üç yüz dinar
yolladı.
Ebuzer, onun
hedefini iyi biliyordu. Muaviye'nin temsilcisine şöyle dedi: "Eğer bu para Beyt-ul
maldan bu yıl benim maldan kesilen
paraysa kabul ediyorum, yok eğer hediye ise benim ona ihtiyacım yoktur",
dedi ve parayı geri çevirdi.
Şam'da Kıyamın
Tırmanışı
O'nun
adaletsizlik ve fesat ile öyle bir mücadele şekli vardı ki halkın duygularında
tesir bırakıp, onları Muaviye'nin aleyhine ateşliyordu. Mesela bazen sabah
namazını Şam surlarının kapısında kılardı. Beyt-ul mal kervanları şehre
geldiklerinde şöyle sesleniyordu: "Bu kervanlar ateş yüklüdür. İyiliği emredip,
kötülükten sakındırdığı halde, kendisi uymayanlara Allah lanet etsin!"
O, bazen
Muaviye'nin sarayı önünde durur, onun aleyhine
sloganlar atardı.
Muaviye
tarafından Kansereyn'e hakim olarak atanan Cellam Gifari şöyle diyor: "Bir gün
rapor sunmak için Muaviye'nin huzurundaydım. Aniden sarayın önünden bir ses
duydum. Şöyle sesleniyordu: "Bu kervanlar ateş getirdiler. Allah, Emr-i bil
Maruf, nehy-i anil Münker yapıp da kendileri uymayanlara lanet etsin."
Bu sırada
Muaviye'nin renginin kaçtığını gördüm. Bana dönerek dedi ki: "Şu sesin sahibini
tanıyor musun?" Ben: "Hayır", dedim. O: "O, Cundeb bin Cünade Gıfari'dir. Ve bu
iş de onun günlük işlerinden biridir" dedi ve Ebuzer'i yanına getirmelerini
emretti. Az sonra Ebuzer'i çeke çeke getirdiklerini gördüm. Onun karşısına
diktiklerinde Muaviye son derece kızgınlıkla şöyle dedi: "Ey Allah'ın ve
Peygamber'in düşmanı! Her gün benim aleyhime konuşma yapıyorsun. Peygamber'in
sahabilerini, Osman'dan izin almadan öldürmeye yetkim olsaydı, seni bir gün bile
yaşatmazdım. Ama halifeyi durumdan haberdar edip talimat isteyeceğim."
Cellam diyor ki:
Ben, onu görmeyi çok arzuluyordum. Çünkü o, benim kabilemden idi. Onu iyice inceledim. Buğday tenli, az sakallı ve
beli biraz bükülmüştü. Muaviye'nin askerlerinin elinde olmasına rağmen, ona
karşı en küçük saygıyı bile göstermedi. Muaviye'nin cevabında şöyle dedi: "Ben
Allah'ın ve Peygamber'in düşmanı değilim. Sen ve baban Ebu Sufyan Allah'ın ve
Peygamber'in düşmanlarısınız. Siz küfrünüzü gizleyip, İslam'ı izhar ettiniz. Sen
kendin kaç kez Peygamber (s.a.a) tarafından lanetlenmişsin. İslam Peygamberi
(s.a.a), sana hiç doymaman için lanet etmiştir.
Ben
Resulullah'tan (s.a.a) duydum senin hükümetin hakkında: "İslam hükümeti boğazı
açık ve hiç doymak bilmeyen bir ferdin eline geçerse, müslümanlar uyanmalı ve
onun şerrinden dikkatli olmalılar!" buyurmuşlardı."
Ebuzer, bu sözle
hassas yerden darbeyi vurmuş ve Muaviye'nin çirkef yüzünü Resulullah'ın (s.a.a)
diliyle açığa çıkarmıştı. Bu hadis meşhur hadislerden olduğu için Muaviye inkar
edemedi. Mecburen şöyle dedi: "Resulullah'ın (s.a.a) maksadı başka birisidir."
Ebuzer:
"Yanılıyorsun, bu hadisten maksat sensin. Ben Resulullah'tan (s.a.a) duydum ki
seni şöyle lanetliyordu: "Allah'ım ona lanet et ve onun doymak bilmeyen gözünü
toprakla doyur."
Ebuzer, daha
sonra şunları ilave etti: "Ben, Resulullah'tan (s.a.a) duydum ki senin öbür
dünyadaki halinden şöyle haber verdiler: "Muaviye ateşte yanacaktır."
O, bu hadislerle
Muaviye'yi rezil etti. Ama o da günümüzdeki siyasetçiler gibi mahkum
olduklarında güç kullandı. Yalancı bir gülümsemeyle Ebuzer'i gözaltına almaları
emrini verdi.
Ebuzer, Medine Yolunda
Değindiğimiz gibi
Muaviye, Ebuzer'in açıklamalarının ne kadar etkili olduğunu biliyordu. Ebuzer,
tebliğine bu şekilde devam edecek olursa çok geçmeden aleyhine kıyam olacak ve
daha sonra Medine'ye kadar yayılacaktı.
İbn-i Battal
şöyle diyor: "Muaviye'nin ordusu, Ebuzer'in sözlerinden etkilenmiş ve ona
meyillenmişlerdi. Onun için Ebuzer'in Şam'da kalmasından korkuyorlardı."
Diğer taraftan da
Ebuzer gibi Resulullah'ın (s.a.a) büyük sahabisini tutuklamak genel olarak
halkın zihninde kötü sonuçlar doğuracaktı. Onun için Osman'a mektup yazarak,
Ebuzer'in Şam'da olması, kendi aleyhine kıyama sebep olabilir diye tanıtıp şöyle
rapor etti:
"Halk, Ebuzer'in
etrafında toplanıyor. Ebuzer'in halkı, senin aleyhine kışkırtmasından
korkuyorum. Bu bölgenin halkına ihtiyacın varsa Ebuzer'i buradan uzaklaştır."
Osman ona,
cevabında şöyle yazdı: "Ebuzer'i zayıf, çıplak ve vahşi deveyle Medine'ye doğru
yola çıkar."
Muaviye hiç
beklemeden halifenin emrini icra etti. Ebuzer'e olan kini yüzünden onu kötü bir
halde Medine'ye doğru yola çıkardı.
Mes'udi şöyle
yazıyor: "Muaviye, onu yalısı kuru ağaçtan olan bir deveye bindirdi ve çok vahşi
ve acımasız beş kişiyi de onu Medine'ye götürmeleri için görevlendirdi. Deveyi
çarparak götürdüklerinden Ebuzer, devenin üzerinden zıplayıp düşüyordu. Öyle ki
Medine'ye vardıklarında Ebuzer'in
paçalarının eti dökülmüştü. Az kalsın bu acıdan ölecekti."
Resulullah'ın
(s.a.a), Emevilerin İğrenç
Hükümetinden Haber Vermesi
Ebuzer'i yaralı ve sızlar bir halde Osman'ın
yanına getirdiler. Osman, onu görür görmez Kur'an'ın ayetinin hilafına -ki
müslümana küçümseyerek hitap edilmemelidir- ona dönerek şöyle dedi: "Ey Cuneydap!
Seni görmekle hiç de gözümüz aydın olmadı."
Ebuzer, tüm
azametiyle şöyle dedi:
"Benim adım
Cundep'tir, Cuneydap değil ve
Resulullah (s.a.a), beni Abdullah diye çağırırdı. Resulullah'ın (s.a.a) bana
verdiği ismi daha çok seviyorum."
Osman: "Benim
hakkımda şöyle dediğini duydum: Ben diyormuşum ki Allah'ın eli bağlıdır. Allah
fakirdir, biz zenginiz. Ne zaman böyle dedim?"
Ebuzer: "Eğer
bundan başka bir mantığa sahip olsaydın Allah'ın malını zalimce belli kişiler
arasında taksim edip, diğerlerini mahrum etmezdin? Ben Resulullah'ın (s.a.a)
şöyle buyurduğunu duydum: "As'ın çocukları otuza ulaşırsa, Allah'ın malını
sahiplenip, birbirlerine peşkeş çekecekler; Allah'ın kullarını kendilerine kul
edinecekler ve Allah'ın kitabını tahrif ederek tefsir edeceklerdir."
Halife bu hadisten çok incindi. Ama çaktırmamak için meclise göz gezdirip: "Böyle bir hadis
duymuş musunuz?" dedi. Hepsi birden: "Hayır" dediler.
Halife şöyle
dedi: " Vay haline senin ey Ebuzer, Resulullah'ın (s.a.a) diline yalan bağlayıp
hadis mi uyduruyorsun?"
Daha sonra şöyle
dedi: "Ebuzer'in savunucusu Ali'dir. Onu getirin." Az sonra Ali (a.s) meclise
geldiler. Halife, Ebuzer'e az önce okuduğun hadisi oku dedi. Ebuzer, hadisi
tekrar etti. Osman, Emir-ül Mü'minin'e (a.s) sordu: "Resulullah'tan (s.a.a)
böyle bir hadis duymuş musun?"
-Ben böyle bir
hadis duymamışım. Ama Ebuzer'in sözleri doğrudur.
-Onun doğruluğunu
nereden biliyorsun?
-Çünkü
Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduklarını duydum: "Göğün altında ve yerin
üstünde Ebuzer'den daha doğru konuşan kimse yoktur."
Bu sırada
toplantıda olanlar, Hz. Ali'nin (a.s) zekasının ve cesaretinin etkisinde kalarak
şöyle dediler: "Evet, biz de bu hadisi Resulullah'tan (s.a.a) duyduk."
O anda Ebuzer'in
asık suratı açıldı ve şöyle dedi: "Bir gün hadis uydurmakla suçlanacağımı
aklımın ucunda bile geçirmemiştim. Hayatta kalıp da bu ithamı Resulullah'ın
(s.a.a) ashabından duyacağımı zannetmezdim!!"
Gerçi Osman, o toplantıda As oğulları hakkında olan hadisin üstünü
kapadı. Ama onun kapaması hakkın üstünü örtemezdi. Çünkü asırlar geçmesine
rağmen, bazı Sünni alimler dahi bu hadisi nakletmişlerdir.
Beyt-ul Maldan Servet Elde Etmenin Cezası
Ebuzer'i mahveden
Şam-Medine seferi, onun beden gücünü elinden almış ve incitmişti. Ama ne
Medine-Şam, ne de Şam-Medine seferleri onun ruhunu hiç bir şekilde
etkileyememişti. Yine, adaletsizlik ve Beyt-ul malı dağıtanlara karşı
mücadelesinde en küçük taviz bile vermiyordu.
Ebuzer'in
Medine'ye geldiği ilk günlerde, Osman'ın toplantısında hazır bulunduğu bir
sırada Abdurrahman'ın malını, paylaştırmak amacıyla halifenin yanına
getirmişlerdi. Ondan o kadar servet kalmıştı ki altın ve gümüş keselerini
Osman'ın önüne yığdıklarında, Osman karşısındakini göremiyordu.
Osman,
Abdurrahman'ın ölümüne üzülerek şöyle dedi: "Onun için ümitliyim. Çünkü
misafirperver ve fakir fukaraya yardım eden birisiydi."
Kâ'b-ul Ahbar
devamlı olarak halifenin sözlerini, kayıtsız şartsız tasdik ediyordu. Bu defa a
yine halifenin sözlerini tasdik etti.
Bu sahne Ebuzer'i
üzdü. Son derece yorgun ve bitkin olmasına rağmen, ayağa kalkıp asasını aldı ve Kâ'b'ın başına vurarak şöyle dedi:
"Yahudi tohumu! Bu kadar mal bırakan birinin hakkında ümitli olduğunu ve Allah
ona her iki dünyanın saadetini verdi diyorsun ha ..."
Daha sonra şöyle
ekledi: Ben Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Ölümümde bir kırat
dahi mal kalmasını istemem."
Ebuzer'in
Tabiatının Denenmesi
Osman, Ebuzer'in
tabiatını denemek için topluluk içerisinde onu korkutmak için şöyle dedi:
-Sen neden halkı,
benim aleyhime kışkırtarak asayişi bozuyorsun?
-Ben, seni ve
arkadaşını (Muaviye'yi) bilgilendirdim. Ama benim nasihatlarıma uyacağınıza hile ile geldiniz.
-Yalan
söylüyorsun; sen asayişi bozuyorsun. Şam halkını bana karşı
kışkırtıyorsun.
O anda Ebuzer,
art niyetli olmadığını, kendi şahsiyetini ve hakikat peşinde olduğunu belirten
tarihi bir söz söyledi: "Ebu Bekir ve Ömer'in yolundan git de sana itiraz
etmesinler. Yani ben maceracı değilim. Eğer böyle olsaydım onların hilafeti
döneminde de onlarla muhalefet ederdim. Çünkü sizin üçünüzün de halifeliği aynı
şekildedir. Ama sen, hak ve adalet sınırını aşmışsın. Onun için ben, seninle
mücadele etmeyi kendime vazife bildim. Eğer sen, önceki iki halife gibi yapsan
seninle de muhalefet etmem."
Osman, Ebuzer'in
mantıklı sözü karşısında mat olduğu için şöyle dedi: "Senin bunlarla ne işin
var?!!"
Ebuzer, şöyle
cevap verdi: "Ben, Emr-i bil maruf ve nehy-i anil münker yapmakla görevliyim."
Osman, Ebuzer'in
karşısında bir şey yapamıyordu. Mecliste hazır bulunanlara dönüp şöyle dedi:
"Size göre ben bu adama ne yapmalıyım? Acaba ona kırbaç mı vurdurayım, hapse mi
tıkayayım, öldüreyim mi, yoksa İslam devletinden sürgün mü edeyim? Çünkü o,
müslümanların arasına ihtilaf sokuyor!!"
Bu sırada
mecliste hazır bulunanlardan Ali (a.s), yumuşaklıkla ve mantıkla söze girerek
şöyle buyurdular: "Benim bu konudaki görüşüm Âl-i Fır'avn içerisinde bulunan
Mu'min'in görüşüdür. (Kur'an'da da nakledildiği üzere) O Hz. Musa hakkında
Fır'avn Ve adamlarına şöyle dedi: "Eğer doğru söylüyorsa kabul edin, yalan
söylüyorsa kendisinindir. Yoksa onun korkuttuğu azaba duçar olursunuz!" (Mu'min,
28)
Emir-ül Mü'mimin
(a.s), bu ilahi mantıkla mecliste hazır bulunanları etkiledi ve bir defa daha
Ebuzer'i, Osman'ın hilesinden alıkoydu.
Osman, Hz.
Ali'nin (a.s) sözlerine kızdı ve ikisi arasında tartışma oldu. Ama sonunda o
toplantıdan kendi faydasına bir netice alamadı. Sadece Ebuzer'le konuşmayı
herkese yasakladı.
Rebeze'ye sürgün
Osman bir daha
Ebuzer'i çağırıp, yumuşatmaya çalıştı. Ama ümidi suya düştü. Zira Ebuzer, onu
görür görmez şöyle dedi: "Resulullah (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer'in nasıl
davrandıklarını görmedin mi? Acaba sen onlar gibi mi davranıyorsun? Sen haşin
bir şekilde davranıyor, işkence ediyorsun."
Bu sözler
Ebuzer'in, davasından vazgeçmeyeceğini ifade ediyordu. Osman'ı her türlü
anlaşmadan ümitsiz bıraktı ve onu, Ebuzer'i sürgün etme kararında sabit kıldı.
Onun için çekinmeden şöyle dedi:
- Medine'den
çıkmalısın.
- Ben de senden
bıkmışım ve seninle bir şehirde kalmak istemiyorum. Ama nereye gideyim.
- Nereye istersen
gidebilirsin.
- Şam'a döneyim;
zira orası Allah'ın düşmanlarıyla
cihat yeridir.
- Ben seni
Şam'dan döndürdüm ki orayı ifsat etmeyesin diye. Bir daha nasıl seni oraya
göndereyim?
- Irak'a gideyim
mi?
- Hayır, Irak'a
gidecek olursan bir toplumun içine gitmiş olursun ki onlar halifeliği kabul
etmiyorlar.
- Mısır'a gideyim
mi?
- Hayır.
- Peki nereye
gideyim?
- Sahraya
gitmelisin ki halk ile ilişkin kesilsin.
- Sahradan, İslam
merkezine hicret ettikten sonra yine sahraya mı döneyim?
- Evet!
- Peki, Necd sahrasına gidiyorum.
- Hayır, Medine'nin uzak doğusuna, Rebeze sahrasına gideceksin ve
oradan bir tarafa ayrılmayacaksın!
Ebuzer, Rebeze'nin ismini duyunca dedi ki: "Allahu Ekber!
Resulullah (s.a.a), doğru haber vermiştir. Resulullah (s.a.a), önceden başıma
gelecek her şeyden haber vermişti."
- Ne haber
vermişti?
- Beni, Mekke ve
Medine'de bırakmayacaklarını ve sonunda Rebeze'de öleceğim haberini vermişti.
Burada hamiyet
sahibi her müslümanın düşünmesi ve sorması gerekmez mi k, acaba ilahi bir
kimsenin ve Resulullah'ın (s.a.a) mücahit yarenlerinden olan birisinin mükafatı
bu mudur? Necd sahrasında bile kalmasına izin verilmezken, müslümanların Beyt-ul
malını tarumar eden dünyaperestler halifenin göz bebeğidir diye hürmet ve
hizmete layık görülsün de, Resulullah'ın (s.a.a) gerçek yarenleri sahraya sürgün
edilsin! Acaba İslam mantığı buna izin veriyor mu? Ebuzer'in doğruyu söylemek,
fesat ve adaletsizlikle mücadele etmekten başka ne suçu vardı ki?!!
Haşimi'lerin
Ebuzer'i Uğurlaması
Ebuzer'in sürgün
hükmü kesinleşti ve halife, Ebuzer'i Rebeze'ye kadar götürmesi için bir muhafız
görevlendirdi.
Osman, halkın
ayaklanmasını önlemek için, Ebuzer'le konuşmayı ve onu uğurlamayı yasakladı.
Halk, halifenin korkusundan onu uğurlamaya cesaret edemediler. Ama Haşimi'ler ve
Ebuzer'in sadık dostları Ali (a.s), Hasaneyn (a.s), Ammar, Akil, halifenin
yasağını çiğneyip, Ebuzer'i uğurlamaya geldiler.
Bu sırada Hasan
bin Ali (a.s), Ebuzer ile konuşmaya başladı. Halifenin emrini icra etmekle
görevlendirilen halifenin müşaviri ve damadı Mervan, uğurlamaya gelenleri
engellemek için Hasan bin Ali'ye (a.s) şöyle dedi: "Ey Hasan! Bitir artık,
halifenin bu adamla konuşmayı yasakladığını bilmiyor musun?"
Hz. Ali'nin (a.s)
Sözleri
Emir-ül Mü'minin
(a.s), Mervan'ın bu küstahlığına kızarak, onu itti ve atını kamçılayarak şöyle
buyurdu: "Çekil bakalım Allah'ın cehennemliği!" Daha sonra Ebuzer'e dönerek
şöyle buyurdu: "Ey Ebuzer! Sen, Allah için halifeyle muhalefet ettin. Bu yüzden
O'nun lütfunu ummalısın. Onlar, dünyaları için senden korktular; sen ise dinin
için onlardan korkuyordun. Onların dünyalarını onlara bırak ve dinini onların
tehlikesinden kurtar.
Onlar senin
kaçındığın dünyaya ne kadar da muhtaçtırlar. Halbuki sana yasak ettikleri
şeylere senin hiçte ihtiyacın yoktur.
Kıyamet günü
kimin kârlı, kimin zararlı olduğu belli olacak. Eğer yerler ve gökler bir kulun
üzerine kapansa, o kul takva yolunu seçerse Allah, onu kurtuluşa erdirir ve
kapalı kapıları onun yüzüne açar.
Yalnız hakka
sığın ve batıldan kork. Eğer, onların dünyalarıyla işin olmasaydı, seni
severlerdi; dünya malından kendine bir pay ayırsaydın, senden emin olurlar,
endişeleri olmazdı."
Akil'in Sözleri
Daha sonra Emir-ül
Müminin (a.s), uğurlamaya gelenlere hitap ederek şöyle buyurdu: "Amcanızla
vedalaşın." Ve Akil'e hitap ederek: "Kardeşinle vedalaş buyurdu."
Akil, ilerleyip
şöyle dedi: "Ey Ebuzer! Bu son dakikalarda ne diyeyim. Biliyorsun ki biz seni
çok seviyoruz ve sen de bizi çok seviyorsun.
Allah'tan kork ve
sakın. Ondan sakınmak kurtuluş yoludur. Zorluklara karşı sabırlı ol. Çünkü sabır
ruhun büyüklüğünün alametidir.
Bilmelisin ki
hedef yolunda sabır ve istikameti zor saymak, kudretsizlik ve acizliktir.
Kurtuluşun gecikmesinden ve sıkıntıdan yorulmak bir nevi
ümitsizliktir. Buna göre kesinlikle ümitsizlenme."
Hz. Hasan Bin
Ali'nin (a.s) Sözleri
Daha sonra sözü
İmam Hasan (a.s) alarak şöyle buyurdu: "Bunların sana yaptıklarını görüyorsun.
Dünya ebedi olmadığı için unut. Meşakkat ve zorlukların karşılığını ahirette
almak için katlan. Sabırlı ol ki Resulullah (s.a.a), senden razı olduğu halde
onunla buluşasın."
Hz Hüseyin Bin Ali'nin (a.s) Sözleri
Hz. Hüseyin (a.s)
de söze başlayarak şöyle buyurdu: "Amcacığım, Allah bu durumu değiştirebilir.
Allah, her gün yaratıp yok edendir. Bunlar dünyalarını sevdikleri için seni
üzdüler ve bu şehirde kalmana izin vermediler. Ama sen dinin için onları
günahtan alıkoymaya çalıştın. Onların ne kadar da senin kaçındırmak istediğin
mala ihtiyacı vardır. Halbuki sana yasak ettikleri şeyden sen ganisin.
Allah'tan sabır
isteki üzülmeyesin. Allah'a sığın, çünkü
sabır dinin bir bölümü ve büyüklük alametidir. Ama üzüntü ve dargınlık, ne günü
çabuk geçirir ne de ölümü uzaklaştırır."
Ammar'ın Sözleri
Ammar'ın tüm
vücudunu sinir almış, titriyordu. Şöyle dedi Ebuzer'e: "Seni korkutanları, Allah
korkutsun. Allah'a yemin ederim ki
eğer sen onların dünyasıyla uyum sağlasaydın, emanda olacaktın. Onların işlerini
alkışlasaydın, seni seveceklerdi. Halkı senin aleyhine yönelten şey, onların
dünyaya olan bağlılıkları, ölümden korkmaları ve başta olanı sevmekti. Bunlar
dinlerini halifenin yandaşlarına bağladılar. Onlar da bunun karşılığında
dünyalarından onlara verdiler. Her iki grup da
dünyada ve ahirette hüsrandadır."
Ebuzer, artık
yaşlanmış ve yaşı geçmişti. Ağlayarak şöyle dedi: "Allah'ın rahmeti üzerinize
olsun Ey Resulullah'ın Ehl-i Beyti! Sizi gördüm Peygamber'i hatırladım. Benim,
Medine'de sizden başka kimsem yoktur.
Benim vücudum,
Hicaz'da Osman'ı, Şam'da ise Muaviye'yi sıktı. Osman Medine'de kalmama izin
vermediği gibi, Mısır'a, Basra'ya gitmeme de izin vermedi. Çünkü halkı onların
aleyhine kışkırtacağımdan korkuyordu. Beni öyle bir yere yolluyor ki orada
Allah'tan başka hiç bir yardımcım yoktur. Ben, Allah'tan başka hiç bir şey
istemiyorum. Allah'ım benimle olduğu müddetçe hiç bir şeyden korkum yoktur."
Osman'ın Tepkisi
Diğer taraftan
Mervan halifenin yanına gelerek durumu anlatıp, Hz. Ali'den (a.s) şikayet etti.
Osman, Emir-ül Müminin'nin (a.s), verdiği emre uymamasına kızarak şöyle dedi:
"Ey müslümanlar! Ali benimle muhalefet ediyor. O, benim temsilcimi geri çevirip,
işini yapmasına mani olmuş. Allah'a yemin ederim ki bu yaptıklarının cezasını
vereceğim."
Emir-ül Müminin
(a.s), Ebuzer'i uğurlayarak döndüğünde, halk O'nu karşılamaya giderek, halifeyi
kızdırdığını bildirdiler.
Hazret şöyle
buyurdu: "Onun kızması atın ağzında bulunan gemine kızması gibidir. Onu,
dişleriyle o kadar sıkar ki, sonunda yorulup bırakır. Yani onun, bana kızması
hiç bir şey ifade etmez, sadece kendisini üzecektir."
Ali (a.s),
Osman'la karşılaştığında Osman, şöyle dedi: "Bana karşı çok cüretkar olmuşsun.
Artık benim temsilcimi geri çeviriyorsun."
- O, benim
uğurlamama mani olmak istedi. Ben de onu kovdum. Ama sana karşı muhalefet
etmedim.
- Ben Mervan'a,
kimsenin Ebuzer'i uğurlamaması için emir vermiştim.
- Senin her emir
verdiğin şey, hatta hakkın ve İlahi emrin hilafına olsa bile uymaya mecbur
muyuz? Yemin ederim ki böyle bir emre asla uymayacağız.
- Mervan'ın
diyetini vermelisin. Ona küfretmişsin. O da sana küfredecek ve atını
kamçılayacak.
- Atım onun
ihtiyarında. Ama bana kötü laflar sarfedecek olursa, ben de sana yalanı olmayan
kötü şeyler söylerim.
- Sen, ona kötü
laflar sarfetmişsin, o niye sana söylemesin? Allah'a yemin ederim ki sen bana
Mervan'dan daha iyi değilsin.
Ali (a.s), bu
cümleyi duyduğunda çok sinirlendi ve şöyle buyurdu: "Benimle böyle konuşmakla
beni Mervan'la bir mi tutuyorsun? Allah'a and olsun ki ben senden üstünüm.
Babam, senin babandan, annemde senin annenden üstündür. İşte ben kılıcımı
çektim, sende kendini hazırla."
Osman sinirlenip
yüzü kızardı, ama tepki gösteremedi. Mecburen yerinden kalkıp evine gitti. Ali
(a.s) de meclisi terk etti. Haşimi'ler, Ensar ve Muhacirler, Hz. Ali'nin (a.s)
tarafını tuttular.
Ertesi gün Osman,
Hz. Ali'yi (a.s) halka şikayet ederek, şöyle dedi: "Ali, beni eleştiriyor ve
eleştirenlere destek oluyor."
Sonunda bir grup
müslümanın arabuluculuğuyla halife ile, Hz. Ali'nin (a.s) ihtilafı azaldı. Ali
(a.s) şöyle buyurdu: "Ben, Ebuzer'i uğurlamakla, hakkımı eda etmekten başka hiç
bir kastım yoktu."
Zalimle
Kıyaslamak
Halifenin, Ali
(a.s) ile tartışmasında, O Hazretin mukaddes makamına yaptığı hakaret
bağışlanamaz. Halife, kendi damadı Mervan ile Ali (a.s) arasında hiç bir fark
gözetmeyerek ikisini eşit saydı.
Şüphesiz burada
halife hevasına kapılmıştır. Yoksa Ali (a.s) nasıl Mervan ile kıyas olunur? Üstünlüğün ölçüsünü ne
bilirsek bilelim, halifenin mukayesesini düzeltemez.
Nasıl olur da
Kur'an-ı Kerim'in, Resulullah'ın (s.a.a) nefsi olarak tanıttığı Hz. Ali'yi (a.s)
iğrenç soydan gelen Mervan ile aynı kefeye koyar?!
Geçmiş sayfalarda
da belirttiğimiz gibi Mervan ve babası İslam'ın en büyük düşmanlarından idiler
ve
Resulullah (s.a.a) ile hiç bir muhalefetten çekinmiyorlardı. Öyle ki Resulullah
(s.a.a), onları Taif'e sürdü ve Osman'ın halifelik dönemine kadar orada
kaldılar.
Mervan, sadece
Resulullah (s.a.a) zamanında değil, hatta Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti döneminde
de, o Hazret ile muhalefet ediyordu. Hatta Cemel savaşında Talha ve Zubeyr'in ordusuna katılarak İmam'a karşı savaştı.
Emir-ül
Müminin'nin (a.s) askerleri, Mervan'ı esir tuttuklarında Hasaneyn'e (a.s)
yalvarıp babalarının yanında kendisine şefaat etmelerini istedi.
Emir-ül Müminin
(a.s), Hasaneyn'nin (a.s) şefaatını kabul ederek onu azad etti. Bazıları arz
ettiler: "Ya Emir-ül Müminin! Mervan, seninle biat edecek mi?"
Hazret
buyurdular: "Osman öldükten sonra benimle biat etmedi mi? Benim, onun biatına
ihtiyacım yoktur. O, yahudi sıfatlı ve hilekardır. Eğer bu gün eliyle bana biat
etse, yarın başka bir uzvuyla bozacaktır."
Daha sonra şöyle
buyurdu: "O, çok az bir müddet hükmedecektir. O dört kuvvetli ve tehlikeli
koçların babasıdır. İslam alemi onların elinden çok çekecektir."
İslam tarihinde
Mervan'ın çok kötü bir geçmişine rağmen Osman'ın onu, Ali (a.s) ile terazinin
aynı kefesine koyup "Sen benim yanımda Mervan'dan daha iyi değilsin" demesini
nereye koyabilirsiniz?!
Tarihin Cinayeti
Osman'ın,
İslam'ın zıddına olan işleri kendi zamanında herkese açık ve belliydi.
Resulullah'ın (s.a.a) yarenlernnden bir grup da onun bu değersiz işlerini
devamlı olarak eleştiriyordu. Daha sonraki asırlarda mutaassıp muhaddisler ve
tarihçiler halifenin, Resulullah'ın (s.a.a) mücahit dostu Ebuzer'i sürgün etme
suçunu örtbas etmek için, nice yalanlar ve yorumlar nakletmişlerdir.
Gerçi bu yorumlar
o kadar esassızdır ki bunların yalanı hiç bir insaflı ve alim kimseye gizli
değildir; ama yine de konun tekmili ve olaylardan hebersiz kimselere yardımcı
olmak için bunlardan bazılarını zikredip değerlendireceğiz.
Buhari'nin
İftirası
İslam tarihinde
ilk kez Ehl-i sünnet muhaddis'lerinden 'Muhammed bin İsmail Buhari', Osman'ı
savunup kendi sahihinde şöyle demiştir: "Ebuzer, sadece 'Kenz' ayetinin içeriği
ve tefsiri hakkında Muaviye ile muhalefet etmiştir; Osman ile hiç bir ihtilafı
yoktu! Ebuzer, halkın kendi aleyhine tahrik olduğunu görünce kendi isteği ile
Medine'yi terk edip Rebeze'ye göçtü!!"
İşte, Buhari'nin
kendi yazdıkları:
Zeyd bin Vahap
diyor ki: "Ben Rebeze'de Ebuzer ile görüştüm. Neden orada kaldığını sordum."
Dedi ki: "Şam'da
idim. Muaviye ile Kenz ayeti hakkında ihtilafımız oldu. O, ayetin sadece Ehl-i
kitap hakkında olduğunu; ben de hem Ehl-i kitap, hem de müslümanlar hakkında
olduğunu söylüyordum. O beni, halifeye şikayet etti. Halife, beni Şam'dan
Medine'ye getirtti. Medine'ye vardığımda halk bana muhalefet etti. Sanki beni
tanımıyorlardı. Ben olayı, Osman'a anlattığımda o, bana dedi ki: "İstersen
Medine'de kal, istersen halkın itirazından kurtulmak için başka bir yere git!!"
Böylece burayı seçtim. Eğer bana siyah bir köleyi hükümran olarak verse yine ona
itaat ederim!!"
Buhari bu asılsız
hikayeyi nakletmekle, Ebuzer ile hakim sulta arasında olan büyük ihtilafları ve
Ebuzer'in sürülmesine sebep olan hakikati örtbas edip olayı başka türlü
göstermek istiyor. Ancak tarihin mütevatir metinleri, geçmiş sayfalarda da
açıkladığımız gibi hakikatleri sergileyerek, en küçük belirsizlik dahi
bırakmamıştır.
Buna ilaveten,
Buhari'nin naklini doğru bile farz etsek, Ebuzer'in Rebeze'ye gidişi kendi
isteği üzere gerçekleştiyse, peki ya Şam'a gitmesi nasıl yorumlanacak? Acaba
Ebuzer, kendi gönlüyle mi gitmişti, yoksa halife mi onu Rebeze'den önce oraya
sürmüştü?!
Osman, hicretin
30. yılları sırasında Kur'an'ı toplattırıp, Kufe, Basra, Şam gibi büyük
şehirlere birer nüsha yollayarak, "Bütün Kari'ler bu Kur'an'ın yüzünden
okumalıdır; ta ki lehçe ve diğer ihtilaflar ortadan kalksın",diye emir
yayınladı.
Aynı zamanda ilk
kez Kenz ayeti hakkında Osman ile Ubeyy bin Kâb'ın arasında ihtilaf çıktı.
Halife şöyle dedi: "Ayette 'Atıf Vavı' yoktur. Ayetin ikinci kısmı sadece Ehl-i
kitap hakkında nazil olmuştur." Ama Ubeyy bin Kâb ayette 'Atıf Vavı'nın
olduğunda ısrar ediyordu. Buna göre ayetin manası müslüman ve gayri müslüman
herkesi kapsıyordu.
Bunların
arasındaki ihtilaf o kadar şiddetlendi ki Ubeyy bin Ka'b: "(Vav'ı) yerine bırak,
yoksa kılıcımı kılıfından çekerim" dedi. Osman çaresiz kalıp (Vav'ı) yerine
koydu.
Burada şunu
sormak gerekir: Nasıl oldu da Ubeyy bin Kâ'b'ın, halife ile olan muhalefeti bu
maceraların yarısını bile doğurmadı da, bu ayet hakkında Ebuzer'in Muaviye ile
olan ihtilafı bu büyük hadiseye yol açtı; böylece Ebuzer, Şam'dan Medine'ye
getirildi; daha sonra da halkın baskısı altında kalarak Medine'yi terk etti?!
Belazuri'nin
İftirası
Meşhur tarihçi
Belazuri kendi kitabı Ensab-ul Eşraf'da Ebuzer ile halife hakkında bir takım
hakikatleri beyan etmiştir. Fakat bahsin sonunda asılsız bir hikayeyi de
nakletmekle, açıkça hakikati tahrif etmiştir.
O, Buşr bin
Havşeb adlı birisinden o da babasındanşöyle naklediyor: "Ben Rebeze çölünden
geçiyordum. Yaşlı ve ak sakallı birisinin çadırda yaşadığını gördüm. Bu kimdir
diye sordum.
Dediler ki: "Ebuzer,
Resulullah'ın (s.a.a) sahabisi."
Ona dedim ki :
"Burası Benî Gifar kabilesinin yeri değil."
Dedi ki: "Ben
buraya zorla gelmişim."
Daha sonra Buşr
diyor ki: "Ben bu olayı Said bin Musayyib'e dedim. O, Ebuzer'i yalanlayarak
şöyle dedi: "O, kendi isteğine göre Medine'yi terk edip Rebeze'ye göçmüştür!!"
Belazuri'nin
Rivayetinin Değerlendirmesi
Buşr bin
Havşeb'in babasından naklolunan hadisenin son bölümü bir kaç delile göre
yalandır.
1- Ebuzer'i
yalanlamak, Resulullah'ı (s.a.a) yalanlamaktır. Çünkü Resulullah (s.a.a), onun
hakkında şöyle buyurmuştur: "Göğün altında ve yerin üzerinde Ebuzer'den daha
doğru konuşan birisi yoktur."
2- Ebuzer'in
sürgün edileceğinin, Resulullah (s.a.a) tarafından haber verildiğini bütün
tarihçiler ve muhaddisler nakletmiştir. Biz de geçmiş sayfalarda Muruc-uz
Zehep'den bu konuyu nakletmiştik.
3- Nasıl olurda
bir şahıs İslam merkezini terk edipte sahraya göçer? Acaba normal birisi böyle
bir şeyi yapar mı? Kaldı ki Belazuri'nin kendisi Ebuzer'den "Osman, beni sahraya
sürdü" sözünü de nakletmiştir!!
4- Belazuri'nin
kendisi, bu konunun tersini başka bir yerde şöyle yazıyor: "Ebuzer'in Rebeze'de
ölüm haberini duyan Osman, 'Allah rahmet etsin' dedi. Ammar da hazır bulunduğu o
toplulukta şöyle dedi: "Evet Allah, Ebuzer'e rahmet etsin."
Osman, Ammar'ın
sözüne kızıp, ona hakaret etti ve daha sonra şöyle dedi: "Ebuzer'i sürdüğümden
pişman olduğumu mu sanıyorsun?"
Bu sırada Ammar'a
kırbaç vurmalarını emretti. Bununla da yetinmeyerek şöyle dedi: "Sen de
Rebeze'ye gitmelisin!!"
Ammar, Rebeze'ye
gitmeye hazırlanmıştı. Benî Mahzum kabilesi, Ammar ile yıllar önce dostluk ve
birbirlerini savunma ahdi bağlamışlardı. Hz. Ali'nin (a.s) huzuruna vararak
O'ndan, Osman ile konuşup Ammar'ın sürgüne gönderilmesine mani olmasını istediler.
Ali (a.s),
Osman'a dedi ki: "Allah'tan kork. Sen salih ve müslüman birisini sürgün ettin ve
sürgün yerinde öldü; şimdi de başka bir büyük şahsiyeti mi sürmek istiyorsun?!"
Ali (a.s) ile
Osman arasında tartışma büyüdü. Osman dedi ki: "Sen sürgüne daha layıksın!"
Ali (a.s)
buyurdular ki: "Olsun. Beni sürecek isen, hadi ne bekliyorsun?"
Bu esnada
Muhacirler toplanıp Osman'a dediler ki: "Seninle iki kelime konuşmak isteyeni
sürmen doğru değildir."
Bu muhalefetler
karşısında Osman, Ammar'ı sürgün etmekten vazgeçti.
Bu açık deliller
karşısında Belazuri'nin, Said bin Musayyib'in sözlerine itimat etmesini anlamak
mümkün değil!
Bu deliller
hakikati belirtmek için yeterli değil mi?
Belazuri'nin,
Ebuzer'in hakkında yazdığı ve naklettiği bu çelişkili sözleri, araştırmacıları
gerçekten hayrete düşürmüştür.
O, bir taraftan
Ali (a.s) ve Ammar'ın, Osman ile tartışmasını naklediyor, diğer taraftan da
diyor ki: Osman'a sordular: "Ebuzer, kendisini senin sürdüğünü söylüyor. Bu
nasıl olur?"
Osman cevaben:
"Hayır böyle bir şey yoktur. Ebuzer'in İslam'daki fazileti benim yanımda
sabittir" diyor.
Bu çelişkiler
nasıl yorumlanabilir?
Taberi'nin
Cinayeti
Ebuzer'in sürgün
edilmesini nakledip onun hakkını zayi edenlerden bir diğer meşhur tarihçi de Ebu
Cafer Taberi'dir. O, kendi tarih kitabında olayı öyle bir şekilde nakletmiştir
ki rivayetin metni ve senedi onun yalan olduğunu açıkça gösteriyor.
Biz onun
rivayetini değerlendirmeden önce, okuyucularımızın, rivayette geçen şu bölüme
dikkat etmelerini istiyoruz:
"...Hicretin 30.
yılında Ebuzer, Şam'dan Medine'ye sürüldü. Bu konuda çok şeyler söylenmiştir.
Ben onları söylemek istemiyorum. Ama bu konuda Muaviye'yi mazur görenler görüşü
"Sürri"nin bana naklettiği şu hikayeye dayanmaktadır:
İbn-i Sevda
(Abdullah bin Saba)'nın bu işte eli vardı. O, Şam'a geldiği gün, Ebuzer'le
görüşüp, ona şöyle dedi:
"Ey Ebuzer!
Muaviye, müslümanların malını, Allah'ın malı olarak adlandırıp, bu yoldan
müslümanların malını kendine çekip, onların adını mahvederek onları mahrum
kıldı."
Ebuzer,
Muaviye'nin yanına giderek şöyle dedi: "Neden müslümanların malını, Allah'ın
malı diye adlandırıyorsun?"
Muaviye şöyle
cevap verdi: "Allah, sana rahmet etsin ey Ebuzer! Bizler Allah'ın kulları değil
miyiz? Mal Allah'ın malı, kullar Allah'ın kulları ve emir de Allah'ın emri değil
midir?"
Ebuzer: "Böyle
söyleme" dedi.
Muaviye cevap
verdi: "Ben demiyorum mal Allah'ın malı değildir. Ben Müslümanların malıdır
diyorum."
Abdullah bin
Saba, Ebu Derda
ve Ubade bin Sabit'in peşi sıra gidip, onları da tahrik etmek istedi. Abu Derda,
onu tutuklayıp Muaviye'ye götürerek dedi ki: "Ebuzer'i senin aleyhine tahrik
eden işte budur."
Ebuzer, Şam'da
oturuyor ve Tahrim suresinin Kenz ayetini okuyordu. Zenginleri fakirler ile
eşitliğe davet ediyor ve onları tahrik ediyordu. Zenginler onu, Muaviye'ye
şikayet ettiler. O da Osman'dan talimat istedi. Osman da onun yol harcını verip
iyi davranmasını emretti.
Ebuzer, Medine'ye
vardığında Osman: "Şam halkı neden seni şikayet ettiler?" dedi.
Ebuzer, cevap
verdi: "Allah'ın malı dememeliler ve zenginler de mal biriktirmemelidirler."
Böylece bir tartışma oldu. Daha sonra Ebuzer, Osman'dan Medine'yi terk etmek
için izin istedi. Osman dedi: "Medine'yi daha kötü bir yerle mi
değiştiriyorsun?"
Ebuzer:
Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: "Medine'de Baras hastalığı yayılırsa orayı
terk et!"
Osman: "Peki,
Resulullah'ın (s.a.a) emrine uy." dedi.
Ebuzer de
Medine'yi terk edip Rebeze'de ikamet ederek, orada bir de cami yaptı. Osman, bir
kaç tane deve, iki tane de köle bağışlayıp mesaj yolladı. Ve hicretten sonra
göçebe olmasın diye de bazen Medine'ye uğramasını istedi.
Taberi'nin
rivayeti işte budur. Şimdi bakalım senet bakımından ne derece itimat edilebilir?
Taberi'nin Rivayetinin Değerlendirmesi
Taberi'nin
rivayetinin ravileri beş şahıstır:
1-Sürrî
2-Şuayb bin
İbrahim
3-Atiyye bin Said-il
Ufiyy-il Kufî
4-
Seyf bin Ömer
5-
Yezit Fak'âsî
Bu şahısların
rivayetleri, hadis alimlerinin nazarında değersiz ve itibar edilmeyecek
niteliktedir. Çünkü Sürrî, yalancı ve hadis uyduran biridir. Şuayb bin İbrahim
de muhaddisler yanında durumu meçhuldür. Doğru sözlülüğü veya yalancılığı
bilinmeyen biridir.
Seyf bin Ömer de
hadis uyduran biridir. Hadis otoriteleri onun rivayetlerine itibar etmezler.
Yezid bin Fak'asî
de meçhul birisidir.
Atiyyet-u Ufî ise
tartışmalı birisidir. Bazıları, onun rivayetini vusuk (itibar edilen), bazıları
da zayıf biliyorlar. Eğer Şia olduğuna ihtimal verilse bile onun adına
uydurmuşlardır. Taberi kendi tarihinin 3-4-5. ciltlerinde 701. rivayette
hicretin 11'inden 37'sine kadar olan olayları nakletmiştir ve bu dönemin
hakikatlerini maalesef ters yüz ederek vermiştir.
Bu kişilerden
sadece 3-4-5. ciltlerde rivayetler nakletmiş. 5. ciltten sonra ise ilginçtir ki
diğer ciltlerde, bunlardan hiç bir rivayete rastlanmıyor.
Acaba Sürrî ve
Seyf bin Ömer'in bilgileri, tarihin bu hassas dönemini mi kapsıyordu? O da öyle
bir dönem ki sadece mezhep olaylarına içeriyordu.
Hayır, onlar bu
tür yönlendirici rivayetleri tahrif ederek gerçeklerin üzerini örtüp gizlemeye
çalışmışlardır.
Bu rivayetlere
dikkat eden kimse bunların hepsinin sahte olduğunu ve birileri tarafından
maksatlı olarak uydurulduğu kanaatine varır. Taberi'nin hakikatleri bilmediği
sanılmasın, ama ne var ki taassup insanı böyle yapıyor işte!
Maalesef bu sahte
ve meçhul rivayetleri, Taberi'den sonraki tarihçiler de -İbn-i Esakir, İbn-i
Esir ve İbn-i Haldun gibi- kendi kitaplarında konuyu incelemeden -gerçekleri
yazmıştır- düşüncesiyle nakletmiş ve maalesef sonraki tarihler de yalanlarla
dolmuş ve birbiri ardınca tarihi rivayet diye nakletmişlerdir.
Ama Tarih-i
Taberi müsnet olup rivayetlerin senedi belli
olduğundan yalan rivayetleri ayırt etmek mümkündür. Önceden de işaret ettiğimiz
gibi bu rivayetlerin senedinde yer alan râvîler muteber kimseler değildir.
Buraya kadar
Taberi'nin rivayetinin senedini eleştirdik. Şimdi itibar derecesini tam olarak
görmemiz için, bir de muhtevasını incelememiz gerekir.
Taberi'nin Rivayetinin Muhtevası
Rivayetin
muhtevası senedinden daha rezil bir durumdadır.
Bunu bir kaç açıdan değerlendirebiliriz:
1-
Bu rivayette
Taberi kendi değişine göre Ebuzer'in sürgünü hakkında çok şeyler vardır dedikten
sonra, maalesef bunları nakletmekten çekinmiş
ve sadece Muaviye'yi savunmaya
geçmiştir. Böyle birtutum sergilemek, garezden başka bir şey değil de nedir?
2-
Ebuzer'in,
Medine'den Şam'a olan sürgünü es geçilmiş sadece Şam'dan Medine'ye gelmesi söz
konusu edilmiştir. Faraza eğer Ebuzer'in, Muaviye ile olan muhalefeti Abdullah
bin Saba'nın tahrikiyle olmuştu da peki onun Medine'den Şam'a olan sürgününün
sebebi ne idi? Acaba onun, Osman'ın yanlış Ve İslam dışı uygulamalarıyla
mücadele etmekten başka suçu var mıydı? Şam'da da aynı mücadeleyi Muaviye'nin
aleyhine yapınca tekrar Medine'ye gönderildi.
3-
Bugünkü İslam
alimleri, Abdullah bin Saba diye birisinin asla dünyaya gelmediğini ve
yaşamadığını, böyle bir şahsın, zalim ve hain tarihçiler tarafından, Osman'ın ve
Muaviye'nin cinayetlerini ört bas etmek için çıkarılmış hayali ve masaldan
ibaret bir şahıs olduğunu ve çıkan muhalefet ve isyan hareketlerinin
körükleyicisi olarak göstermek için uydurulduğunu söylemişlerdir.. Halbuki bu
kıyam ve muhalefetlerin sebebi çok açıktır. Sebep, zamanın halifelerinin tutum
ve ve davranışları, İslamî esasları açık bir şekilde çiğnemeleriydi. Böylece
Abdullah bin Saba'nın, Ebuzer'i tahrik etme meselesinin hiçbir muteber tarihi
senedi yoktur ve sadece bir masaldan ibarettir.
4-
Geçmiş sayfalarda
Mes'udi'den naklettiğimiz gibi Ebuzer'i Şam'dan Medine'ye intikal ettirirken,
ona çok kötü muamele yapılmasının yanında, çıplak devenin üzerine bindirip beş
tane acımasız
vahşiyi de onu, Medine'ye götürmekle görevlendirdiler. Bu acımasız insanlar
deveyi süratlehareket ettirerek, ona istirahat hakkı vermeden, Medine'ye
getirdiler. Medine'ye geldiklerinde Ebuzer'in paçaları yaralanmış ve duyduğu
acıdan az kalsın ölecek duruma gelmişti.
5-
Ebuzer'in beyt-ul
malı, "Allah'ın malı" olarak adlandırılmasından hoşlanmadığı meselesini ileride
açıklayacağız inşaallah.
6-
Ebuzer gibi bir
şahsiyetin İslam merkezi ve mukaddes Medine şehrini kendi isteği ile terk edip,
sahraya göçmesi mümkün müdür? Geçmiş sayfalarda da naklettiğimiz gibi Ebuzer'in,
Osman'a olan itirazlarından birisi de, onu Medine'yi terk edip sahraya gitmeğe
mecbur etmesiydi. Buna göre Ebuzer'in böyle akılsız bir işi yapması nasıl mümkün
olabilir?
7-
Geçmiş sayfalarda
delillerini de getirdiğimiz gibi Osman ile Muaviye, Ebuzer'e altın-gümüş hediye
ederek susturmaya çalışıyorlardı. Ama Ebuzer, cesurca onları reddedip, tek dinar
dahi onlardan almadı.
Bu hakikatlere
nazaran, Osman'ın, Ebuzer'e köle ve develer bağışlamasına hangi saf ve akılsız
inanır?
İbn-i Ebil Hadid
Ve İbn-i Esir'in
Hakk'ı Zayi Etmesi
Ebuzer'in sürgün
meselesini değiştirip, Osman'ı günahsız çıkaranlardan dördüncüsü de İzzettin bin
Esir'i Cezrî'dir. O, Taberi'nin mevzu hikayesinin senetlerini keserek
nakletmiştir. O, hicretin 30. yılının hadiselerini beyan ederken şöyle diyor:
"Bu yıl da Ebuzer'in macerası meydana geldi. "Muaviye, onu Şam'dan Medine'ye
yolladı. Bu konuda çeşitli sebepler zikretmişler. Mesela demişler ki, "Muaviye'nin
ona kötü sözler söyledi ve ölümle tehdit etti; sonra da Medine'ye kadar çıplak
deve ile gönderdi. Ebuzer, Medine'den zorla sürgün edildi" falan. Ama bu sözler
doğru değildir. Eğer doğru olsa bile Osman, mazur bilinmeli ve bu konuda ona
itiraz edilmemeli ve eleştirilmemeldir; çünkü müslümanların hakimi, ümmeti
terbiye edip, cezalandırmaya yetkilidir."
İbn-i Ebil Hadid
de bu olayın benzerini beyan edip Osman'ı, Ebuzer'i sürme işinde suçsuz
gösterip, onun bu çirkin işine yorumlar çıkarmıştır. O, şöyle yazıyor:
"Osman'ın, Ebuzer'i sürmedeki mazereti,
müslümanlar arasında fitnenin yükselmesinden duyduğu korkuydu ve öyle
sanıyordu ki Ebuzer'i sürmekle bu ateş sönecektir. Bunun için İslam camiasının
yüce maslahatı gereği onu sürdü!! Ümmetin fertlerinin, İslam hakimi tarafından
böyle cezalandırılması caiz ve ahlaki yönden de çok doğrudur."
Daha sonra
şunları ekliyor: "Elbette bizim alimlerimiz bu yorumları, amellerinin makul bir
tevili ve yorumu olan kimse hakkında yaparlar; ama Muaviye gibi işi iyiye
yorumlanmayacak kimsenin yaptıklarını tevil etmezler."
İslam'da hakimin
bir takım yetkileri olduğu doğrudur ve ihtiyaç olduğunda bazılarını ıslah
edebilir. Ancak bu şahıslar İslam'ın aleyhine çalışıp hak sözü inkar
ettiklerinde. Ama herhangi bir müslüman
halifeyi, İslamî esaslara riayet etmeğe ve Resulullah'ın (s.a.a) ve halifelerin
yolundan gitmeğe davet ederse, acaba halifenin böyle birisini de cezalandırması
ve onu bu davetinden dolayı sürmesi mi gerekir, yoksa böyle bir halife zalim
olup, müslümanların onu hilafetten
almaları mı?
Ebuzer asla
halifeyi, Allah'ın kitabından ve Resulullah'ın (s.a.a) sünnetinden başka bir
şeye davet etmedi. Onu, hesapsız kitapsız bağışlarda bulunmaktan ve haksız yere çirkef Emevileri savunmaktan
alıkoymaya çalışıyordu. Şimdi bu ikisinden hangisi sürgüne ve ıslaha daha layıktır, Ebuzer mi yoksa halife mi?!
Osman, Suçluları
Cezalandırmaktan
Çekiniyordu
Eğer Osman,
gerçekten suçluları cezalandırmak istiyor idiyse, fitnelerin baş müsebbi olarak
lanse edilmeğe çalışılan Abdullah bin Saba'yı neden cezalandırmadı? Ne Muaviye, ondan şikayetçiydi ne de halife
onun elinden bıkmıştı. Muaviye ve halife, nedense silahlarını sadece hilafette
olan fesat ve adaletsizlik ve tavizle mücadele eden Ebuzer gibilerin üzerine
çevirmişlerdi!!
Eğer halifenin bu
tip icraatı(iddiaedildiği gibi) gerçekten toplumdaki düzeni koruma amaçlı
yapılıyorduysa, o zaman neden Hürmüzan ve Ebu Lû'lu'nun kızı Cufeyne'yi öldüren
Ubeydullah bin Ömer'i cezalandırmadı? Halifenin de tasdik ettiğine göre bunların
ikisi de günahsız idiler. Sadece suçları İranlı veya katil ailesinden
olmalarıydı.
Evet, Ömer'in
oğlu Ubeydullah, günün ortasında acımasızca iki günahsızın kanını döktü. Halife
onu serbest bıraktı ve İslam'ın
hükmünü ona uygulamadı. Ali (a.s), onun katlini istediğinde halife: "Ömer'in
ailesi acı çekmişlerdir. Bu acılarına birde biz acı katmayalım" diyerek özür
getirdi!!!
Halifenin kendisi
Ubeydullah'ı idam ile cezalandırmadığına mazeret üreterek, İbn-i Esir ve İbn-i
Ebil Hadid gibilerin tevil zahmetini azaltmıştır! Ama halifenin getirdiği
mazeret, İbn-i Esir'in mazereti gibi, İlahi ölçüler karşısında mantıksız ve
esassızdır. Buna göre de Ali (a.s) ve diğer hür müslümanların itirazlarına maruz
kalmıştır.
Halifenin
Mazereti
Osman, hilafete
geldiğinde kürsüye çıkıp şöyle dedi: "Allah'ın mukadderatı böyleydi ki
Ubeydullah, Hürmüzan'ı öldürsün!! Fakat Hürmüzan, müslüman idi ve müslümanlardan
başka da varisi yoktur. Ben de müslümanların halifesi olarak Ubeydullah'ı
affediyorum. Siz de affediyor musunuz?"
Bir grup "Evet",
dediler.
Ama Emir-ül
Müminin (a.s) şöyle buyurdular: "Bu fasığı cezalandır, çünkü o, büyük bir günah
işlemiş ve
suçsuz yere bir müslümanı öldürmüştür."
Daha sonra
Ubeydullah'a yönelip şöyle buyurdu: "Ey Fasık! Eğer bir gün seni ele geçirirsem,
kendim seni katl cürmüne göre öldüreceğim."
Mikdat kalkarak
şöyle dedi: "Ey Halife! Hürmüzan'ı Allah ve Resul'ü âzâd etmişti. Sen, Allah ve
Resulünün hakkını bağışlayamazsın."
Halife suçluları
cezalandırmakla, toplumun emniyetini mi sağlamalı, yoksa kendi ünvanından
istifade edip mütecaviz ve cinayetkarların kan dökmesini serbest mi
bırakmalıdır?
Ali (a.s) ve bazı
müslümanların ısrar etmesine rağmen halifenin müslümanlardan, Ubeydullah'ı
affetmelerini istemesi Allah'ın hükmünü değiştirir mi?!
Eğer halife
gerçekten ümmetin ıslahını ve suçluları cezalandırmayı istiyor idiyse, neden
Velit bin Ukbe bin Ebi Muayt, Kufe mescidinde
sarhoş olarak sabah namazını dört rekat kıldı ve mihraba kusarak(!!), aşk
şiirleri okudu? Kufeli'lerin, bu durumu toplu halde halifeye bildirmelerine,
Ammar'ın da onun yüzüğünü parmağından çıkarıp, halifeye göndermesine ve de
Muhacir ve Ensar'ın baskısına rağmen, şarap içme haddini onun hakkında icra
etmedi!!
Evet, Velit,
halifenin üvey kardeşi olduğu için şarap içme suçundan yargılanıp,
cezalandırılamazdı. Onun yerine şâhitler kırbaçlandılar!
Hem biz hem de
iki koca tarihçi (İbn-i Esir ve İbn-i Ebil Hadid) biliyoruz ki Ebuzer, asayişi
bozmuyor ve kıyam etmiyordu. Ancak yağmacılar, sömürgeciler ve Beyt-ul malı
kendi hesabına yatırıp mal mülk sahibi olanlar ıslah olmuyor ve adalete
uymuyorlardı.
Bu iki meşhur
alim nasıl olur da Ebuzer'in hakkını çiğneyip, Osman'ın yaptığı cinayetleri
örtbas edebiliyorlar?!
İbn-i Esir,
Osman'a olan itiraz ve eleştirileri gizleyip, Taberi'ye uyarak şöyle diyor:
"Onları nakletmekten çekiniyorum!" Ama hakikatin onun gibileri tarafından
gizlenemeyeceğini bilemeyecek kadar gafildi. O, hakikatleri gizledi. Diğer
tarihçiler, muhaddisler hakkı batıldan ayırt edip, onun asıl niyyetinin
ortayaçıkmasına vesile oldular. Elbette İbn-i Esir'in hakikati bilmediği
söylenemez. Ancak tassup hakikatleri böyle yok ediyor işte!
İmadüddin Bin Kesir'in Kin Ve Garezi
İbn-i Kesir
Dimişki de Ebuzer'in sürgünüyle ilgili rivayetleri daha değişik şekilde tahrif
etmiş ve münasebetsiz bir şekilde süslemiştir olayı. O Ebuzer'in, Osman'ın ve
Muaviye'nin hatalarına itiraz etmesinin sebebini belirtmeden şöyle diyor: "Ebuzer,
mal ve servet toplamaya muhalif idi. Zaruri ihtiyaçtan fazla mal olmamasına
inanıyordu. O, zaruretten fazlasının fakirlere verilmesi gerektiğini söylüyor ve
Kenz ayet-i kerimesine istinat ediyordu. Muaviye ise ona, bu sözleri yaymaktan
sakınmasını istedi. Ama o, dinlemedi. Muaviye, Osman'ın yanına haberci yollayıp,
onu şikayet etti.
Osman, Ebuzer'i
Medine'ye getirtti. Ebuzer, Medine'ye vardığında Osman, onu kınayıp tekrar Şam'a
dönmesini istedi. Ebuzer kabul etmedi. Osman da Rebeze'ye gitmesini emretti."
İbn-i Kesir şöyle
devam ediyor: "Rebeze'ye gitmek için onun kendisinin, Osman'dan izin istediğini
söylüyorlar. Çünkü diyordu ki Resulullah (s.a.a) bana şöyle buyurdu: "Medine'nin
genişleyip, sınırlarının Sal' denen yere ulaştığını gördüğünde, Medine'yi terk
et." Şimdi Medine büyüyüp Sal'a ulaşmıştır. Böylece Resulullah'ın (s.a.a) emrine
uyarak Medine'yi terk etmeliyim."
Osman, onun bu
talebini kabul etti. Hicretten sonra göçebe olmasın diye de ara sıra Medine'ye
uğramasını emretti. Böylece Ebuzer, ölümüne kadar Rebeze'de ikamet etti ve
hicretin 32. yılında vefat etti.
İbn-i Kesir' in
Sözlerinin Değerlendirilmesi
İbn-i Kesir' in
naklettiği konular bir kaç yönden tartışmalıdır:
1-
Ebuzer'in, mal
toplamaya muhalif olma iftirası, yeni bir iftira değildir. Çok eskiden beri bu
iftira ona yapılıyordu. Bazı muasır Sünni yazarlar, işin boyutunu, bu Allah ve
Resül dostunu bir Sosyalist olarak tanıtma küstahlığına kadar götürmüşlerdir ki bir kaç sayfa sonra bu konudan
bahsedeceğiz.
2-
Ebuzer'in kendi
isteğiyle Rebeze'ye gitme meselesi önceden de değindiğimiz gibi küllüyyem
asılsız ve yalandır. Osman'ın cinayetini ört bas etmek için çıkarılmıştır.
Geçmiş sayfalarda da naklettiğimiz gibi tarihi belgeler Osman'ın, Ebuzer'i zorla
Rebeze'ye sürdüğüne şahitliketmektedir. Çünkü Ebuzer'in sürgün olayında Ali
(a.s) kaç kişiyle beraber onu uğurladılar. Bu durum Osman'a ağır gelmiş ve Hz.
Ali'yi (a.s) de sürgün ile tehdit etmiştir.
Buna ilaveten
Ebuzer gibi birisinin İslam merkezini terk edip sahrada ikamet etmeyi seçmesi
nasıl kabul edilebilir.? Aksine Ebuzer, kendisini hicretten sonra sahraya
sürmesinden dolayı Osman'ı şikayet ediyordu.
3- İbni-i
Kesir'in Ebuzer'in diliyle Resulullah'tan (s.a.a) naklettiği "Medine büyüyüp
Sal'a bölgesine kadar genişlediğinde o şehri terk et"rivayeti, Taberi'nin
rivayetidir. Onun da ravilerinin güvenilir olmadıklarını geçmiş sayfalarda
belirtmiştik. Artık böyle bir rivayetin değerini ne olduğunu açıklamaya bile
gerek yoktur.
4-
Hepsinden daha
gülünç olanı da Osman'ın, Ebuzer'e bazen Medine'ye uğramasını ve göçebe
olmamasını tavsiye etmesidir!
Bu cümle de Sal'
konusuna değinen rivayetin bir parçası olarak nakledilmiştir. Onun da
itibarsızlığını söylemiştik zaten. Açıktır ki bu söz, Ebuzer'in sözünün etkisini
yok etmek için söylenmiştir. Ebuzer şöyle demişti: "Osman, beni hicretten sonra
göçebe yaptı."
Buna ilaveten
Ebuzer'in, hicretin 30. yılında sürüldükten sonra vefat yılı olan 32. yıla kadar
Osman'ın emrine uyarak Medine'ye uğradığını hiç bir tarihçi nakletmemiştir!
Ebuzer Bir Sosyalist miydi?
Resulullah'ın
(s.a.a) mücahit sahabesine yapılan iftiralardan birisi de onun sosyalist
düşünceler taşıdığıdır. Bu iftira da yeni bir şey değildir. Eskiden beri
Osman'ın yandaşları, onu savunmak için Ebuzer'e bu iftiraları atmışlardır. Bazı
tarihçiler de bu konuya değindikleri için bunu biraz açmamız uygun olur. Bu
lekeyi
Ebuzer'e sürenler tarihten bir kaç delil getirmişlerdir. İşte onların delilleri
ve cevaplarını zikrediyoruz:
1-
Ebuzer'e bu
lekeyi süren ilk kimse Ebu Cafer Taberi'dir. Daha sonra İbn-i Kesir Dimeşki de
bu konuyu Taberi'den alıp bir şeyler eklemiştir. Taberi'nin naklinin özeti
şöyledir:
Ebuzer, Medine ve
Rebeze arasında göçebe olmaması için git gel yapıyordu. Bir gün Osman'ın
toplantısına varıp ona şöyle dedi: "Zenginlerin fakirleri ezmesine karşı
çıkmakla yetinmeyip, fakirlere bizzat yardım ve iyilik yapmanız gerekir. Sonra
zekat veren kimseler de iyidir ki sadece bununla yetinmeyip, komşulara ve mu'min
kardeşlerine de iyilik yapsınlar."
Kâ'b-ul Ahbâr
dedi ki: "Zekatını veren kimsenin malında artık kimsenin hakkı kalmaz."
Ebuzer, Kâ'b'ın
cevabına çok kızıp, asasıyla başına vurarak, onun başını kırdı.
Sosyalizm mi
Yoksa Allah Yolunda İnfak Mı ?
Bu konu senet ve
metin yönünden kabullenilemez. Çünkü bunun râvileri itimat edilmez beş kişidir
ki geçmiş sayfalarda onların hakkında bahsetmiştik. Bu rivâyetin muhtevası da
Ebuzer'in sosyalist bir düşünce taşıdığına delil gösterilemez. Çünkü onun
zekattan sonra infaka davet etmesi, sünnet bir şeye davet etmekti. Nitekim
"İyidir" kelimesiyle beyan edip, "farz" tabiri kullanmaması bunu açıkça
göstermektedir. Bu tabir de onun bir sosyalist düşündüğünü kesinlikle göstermez.
Bu kitabın geçmiş
sayfalarında "El-Emval" kitabından naklettiğimiz rivayet Ebuzer'in görüşünü
tasdik etmektedir. Şüphesiz müslümanların malında farz kılınan hukuka ilaveten,
komşularına, yakınlarına, din kardeşlerine yardım yapması sünnettir. Bu, sünnete
uyan kimsenin, eşitlik istediğine delil olmaz. Taberi ve İbn-i Kesir'e göre
Ebuzer'in, ihtiyaçtan fazla malı olana karşı oluşu,onların
bu olaydan çıkardıkları şahsi bir görüştür.
2- Ebuzer'e
sosyalist diyenlerin diğer delilleri de şu hadisedir.
Bir gün Osman
etrafındakilere sordu: "Malının zekatını verdikten sonra, yine de başkalarının
hakkı var mıdır?"
Kâb'ul Ahbar :
"Hayır" dedi.
Ebuzer, asayı
onun göğsüne vurarak, Bakara suresinin 177. ayetini okudu.
Bu olay da
Ebuzer'in sosyalist olarak düşündüğünü göstermez. Çünkü istinat edilen ayette
bir takım insani ve hukuki haklar zikredilmektedir ki Sosyalistler onları
kesinlikle kabul etmemektedirler.
Ayet-i kerimede
beyan olunan malî hakları verebilmek için insanın onlara sahip olması gerekir.
Ama malik olma ve sahiplenme olmadıktan sonra fakir ve fukaralara zekat vermenin
bir anlamı kalmaz, oysa sosyalist düşüncede olanlar malikiyet olayına
inanmamaktadırlar.
Öte yandan ayetin
tefsirinde gelen bir çok hadis, zekata ilaveten müslümanların mallarında bir
takım müstehap hakların da bulunduğunu ortaya koymaktadır. Buna göre Ebuzer'in
görüşü Kur'ân, Sünnet ve sahabenin naklettiği hadislere mütabık bir görüştür,
başka bir şey değildir.
3-
Bunların üçüncü
delilleri de Ebuzer ile Kâ'b'ın arasında geçen tartışmadır. Abdurrahman bin Af
öldüğünde geride korkunç bir servet bırakmıştı. Kâ'b, onun hakkında olumlu
konuşup "Allah ona dünya ve âhiret hayrını vermiştir" deyince, Ebuzer, ona şöyle
dedi: "Ey Yahudi tohumu! Bu kadar mal ve servet miras bırakan birisini rahmetle
anıyor ve Allah'ın ona, dünya ve ahiret saadeti vereceğini mi sanıyorsun ki onun
için bu kadar ümitleniyorsun?"
Şüphesiz
Ebuzer'in itirazı Abdurrahman ve onun gibi hiçbir şeye sahip olmazken onca mal
mülkü nasıl topladıklarınaydı; öyle ki öldükten sonra külçe altınları baltayla
parçalayıp, varislerin arasında taksim etmekten baltacıların elleri kabarmıştı!
Servetinin sekizde biri dört hanımı arasında taksim edildiğinde, her birine
seksen bin dinar düştü!
O, bu serveti
ticaret, ziraat veya fabrikalarından elde etmemişti. Müslümanların Beyt-ul
malından alınan, halife tarafından bağışlanan mallar idi bunlar.
Buna göre
Ebuzer'in itirazı böyle servetler içindi. Bu, bütün mal sahipleri hakkında aynı
görüşü benimsediğine delil teşkil etmez
Böyle büyük bir
şahsiyet nasıl Sosyalist olabilir? O, Allahın Resulü'yle onca yıl beraber olup
gece gündüz O'ndan fezy aldığı halde, zekatın hangi mala geldiğini ve zekat
vermek için en azından nisab haddi kadar mal sahibi olmak gerektiğini bilmiyor
muydu?!
O, halifeyi
Allah'ın kitabına uymaya davet ediyor ve "Onların malından zekat al" ayetini
okuyordu.
O, devamlı
Osman'ı, Resulullah (s.a.a) ve iki halifeye uymasını hatırlatıyordu.
Resulullah'ın (s.a.a), Ebu Bekir ve Ömer'in uygulamaları sosyalist düşüncelere
mi dayanıyordu ki Ebuzer'inki de öyle olsun? Ebuzer bu sözleriyle, Osman'ı, Beyt-ul
malı taksim etmede Resulullah'a (s.a.a) uymasını ve bu adaletsizlik ve
ölçüsüzlükleri terk etmesini istiyordu.
4-
Ebuzer'i
sosyalist bilenlerin diğer bir delilleri de daha önceki sayfalarda belirtip
değerlendirdiğimiz Kenz ayeti üzerinde Muaviye ile olan tartışmasıdır. Ama
Buhari'den naklolunan bu tartışma da buna delil olamaz. Çünkü bu ikisinin
ihtilafı ayetin muhtevası üzerinde değildi. Zira her ikisi de ayetten malların
bir miktarının fakirlere verilmesi gerektiği husunda hemfikirlerdi. İhtilaf
bunun kapsamındaydı. Müslümanları da kapsıyor mu, yoksa sadece Ehl-i kitaba mı
mahsustur? Muaviye altın ve gümüşü yığmanın Ehl-i kitaba haram olduğunu
savunuyordu. Ebuzer ise, bu konuda müslüman veya gayri müslüman olanlar arasında
bir fark olmadığını ve her ikisini de kapsadığını iddia ediyordu.
5-
Diğer bir
delilleri ise Ebuzer'in, müslümanların malını, Allah'ın malı bilmesidir.
Bu sözün cevabı
şöyledir:
1-
Ebuzer, sadece
Beyt-ul malı "Malullah" biliyordu ve şahsi mülkiyetleri kabul ediyordu. Muaviye,
yeşil sarayı yaptırdığında Ebuzer
ona şöyle dedi: "Bu saray eğer Beyt-ul maldan yapılmışsa, müslümanlara hiyânet
etmişsin ve eğer kendi şahsi malından yaptırmış isen israf etmişsin." O, bu
sözüyle malı açıkça ikiye ayırmıştır ve de hiyanet ve israftan men etmiştir;
asıl tasarruf hakkından değil. Halbuki eğer Ebuzer, sosyalist olsaydı, asıl
tasarrufundan men ederdi.
Buna ilaveten,
Muaviye ona üç yüz dinar yolladığında şöyle dedi: "Eğer bu para bu yıl benim
Beyt-ul maldan kesilen hakkım ise kabul ediyorum. Yok eğer hediye ise benim ona
ihtiyacım yoktur."
Böylece o, malı
iki kısma bölerek, bir kısmının Beyt-ul mal olduğunu ve emr-i bil maruf ve nehy-i
anil münker yaptığı için kesmişlerdi. Diğer bir kısım da şahsi malıdır ki
başkalarına hediye verilebilir.
İnsanın kendi
malı olmayan bir malı başkalarına nasıl hediye verebilir? Bunun için sosyalist
düzende hediye ve bağış yoktur. Çünkü kimse mal sahibi değildir. Ancak herkes
çalıştığı iş karşılığında veya ihtiyacı kadar devletten maaş alabilir.
2-
Ebuzer'in Beyt-ul
mala "Allah'ın malı" demesi Resulullah'a (s.a.a) uyduğundandır. Öyle ki
Resulullah da şöyle buyurmuştur: "As'ın çocukları otuz tane olduğunda Allah'ın
malını kendilerine çekip, birbirlerine devredecekler."
Ömer bin Hattap da Beyt-ul malı Allah'ın malı
diye adlandırıyordu. Ebu Hureyre, Bahreyn valiliğinden ayrılıp, aşırı servetle
Medine'ye geldiğinde Ömer, ona şöyle dedi: "Ey Allah'ın ve kitabının düşmanı,
Allah'ın malını çaldın değil mi?"
Emir-ül Müminin
Ali (a.s) da defalarca hutbelerinde Beyt-ul malı, Allah'ın malı diye
adlandırmıştır.
Örneğin Nehc-ü
Belağa'nın "Şıkşıkıye" hutbesi diye meşhur hutbesinde şöyle buyuruyor: "...Osmanın
yakınları elele vererek bahar otları yiyen develer gibi Allah'ın malını
yediler."
Diğer bir hutbede
de şöyle buyurmuştur: "Eğer Beyt-ul mal benim şahsi malım olsaydı, onu
müslümanların arasında eşit bir şekilde taksim ederdim ve kimseyi birbirinden
ayırt etmezdim, kaldı ki bu mal, Allah'ın malıdır.
Yine diğer bir
hutbede şöyle buyuruyor: "...Ama beni üzen şudur ki bu ümmetin yönetiminin
akılsız ve fasit insanların eline düşüp Allah'ın malını kendilerine alıp elden
ele dolaştırmalarından korkuyorum..."
İşte görüldüğü
gibi Beyt-ul mala "Allah'ın malı" denmesi yeni ve sadece ebuzerin icadı olan bir
şey değildi ve bizzat Allah Resulü'nün zamanından beri İslam toplumunda yaygın
bir tabirdi.
Peygamber Aşığı
Hicret'in 9. yılının Recep
ayıydı. Resulullah (s.a.a) Müslümanlara, İslam sınırlarına tecavüz eden ve
İslam'ı yok etme talaşında olan Rumlarla savaşmak için hazırlanmalarını emretti.
Müslümanlar zor günler yaşıyordu ve havaların en sıcak ve yakıcı günleriydi.
Müslümanlardan bazıları çeşitli bahanelerle savaşa katılmakatan çekindiler.
Resulullah (s.a.a) ve vefalı yareni Medine'den hareket ettiler. İslam ordusu
ilerledikçe, sıkıntılarda
artıyordu. Birisi ordudan geri kaldığında kaldığında müslümanlar Resulullah'a
gelerek bunu haber veriyor, Allah Resulü de cevaplarında şöyle buyuruyordu:
"Bırakın onu; eğer onda bir hayır olursa, Allah çok geçmeden onu size ulaştırır.
Eğer onda bir hayır yoksa, Allah sizi ondan kurtarmıştır."
Bir ara ordunun arkasından
bakanlar Ebuzer'i de görmediler ve şöyle söylenmeğe başladılar: Ebuzer-i Gıfâri
de geri kaldı. Galiba geri dönmek niyetinde. Resulullah'a gelerek durumu haber
verince Allah Resulü bu sefer de aynı soğukkanlılıkla sözünü tekrarladı:
"Bırakın onu; eğer onda bir hayır olursa, Allah çok geçmeden onu size ulaştırır.
Eğer onda bir hayır yoksa, Allah sizi ondan kurtarmıştır."
Ebuzer'in zayıf ve yaşlı devesi,
güçlükle yürüyebiliyordu. O başkalarından geri kalmamak istiyordu, ama bu mümkün
olmuyordu. Ve bilahare deve artık tamamiyle durmuş, hareket edemiyordu. Ebuzer
her ne pahasına olursa olsun deveyi yerinden kaldırmaya ve yürütmeğe çalıştıysa
da buna muvaffak olamadı. Çbalarının faydasız olduğunu görünce, mecburen deveden
indi ve yükünü omuzlarına alarak yola düştü. Ordu epeyce uzaklaşmıştı. Ebuzer
hızlı adımlarla ilerlemeğe çalışıyordu; ama başaramıyordu; yorgundu; susuzluk ve
sıcaktan bitkin düşmüştü. Omuzundaki ağır yükü de bir başka problemdi. Zaman
geçtikçe Ebuzer ile ordu arasındaki mesafe de açılıyordu. Bir süre sonra ordu
artık görünmez oldu. Görünen tek bir şey vardı, o da uçsuz bucaksız kurak bir
çöldü.
Çevresine bakındı; epey ötede bir dağ ve dağın üzerinde birkaç parça siyah bulut
vardı. Ebuzer dağa ulaşıp bulutların gölgesinde biraz dinlenmek için ve belki
orada biraz su da bulma ümidiyle oraya doğru hareket etti.
Dağa vardığında yerin yaş
olduğunu gördü. Evet yanılmıyordu. Biraz önce yağmur yağmıştı. Biraz su
bulabilmek için gezinmeğe başladı; ancak görünürlerde su diye bir şey yoktu. Tan
umudunu kesmek üzereydi ki, büyük bir taşın üzerindeki çukurlukta, yağmur
suyunun biriktiğini gördü. Su çok temiz ve berraktı.
Ebuzer'in gözlerinde şimşekler
çaktı. Üzerindeki yükü bir kenara bırakarak, yere diz çöktü ve bir avuç su içti.
Su Ebuzer'e ferahlık vermişti. Her iki avucuyla bir daha içmek istedi; fakat bir
anda Resulullah'ı (s.a.a) ve İslam ordusunu düşündü. Kendi kendine söylenmeğe
başladı: "Otuz bin müslüman benim gibi susuzdur. Habibib Resulullah da kesin
susuzdur ve içmeye su bulamıyordur. Hayır, ben bu susyu içmeyeceğim ve
Peygamber'e götüreceğim. O içmediği müddetçe ben de bu sudan içmeyeceğim."
Ebuzer vakit kaybetmeksizin
yanındaki su kabını doldurarak yola koyuldu. Susuzluktan yanıyordu; ama o
gitmeğe karalıydı. O suratle ilerliyor, ama bir türlü orduya ulaşamıyordu.
Güneş batmak üzereydi. Ebuzer,
artık orduya ulaşamıyacağını sandığı bir sırada, uzakta bir karartı gözüktü
gözüne. Adımlarını sıklaştırdı; epeyce ilerledikten sonra O karatının İslam
ordusu olduğunu farketti. Ebuzer sevincinden ne yapacağını bilemiyordu. Ordudan
da bazıları uzaktan bir karatının kendilerine doğru ilerlediğini farketmişti.
Ama mesafe uzak olduğu için, onun Ebuzer olup olmadığı belli değildi. Bunu
görenlerden biri Resulullah2ın yanına koşarak: "Ya Resulallah, orduya doğru bir
karartı gelmektedir; yaya birisi olsa gerek" dedi.
Allah Resulü (s.a.a) karartıya
biraz baktıktan sonra "Bu gelen Ebuzer olsa, ne iyi olur!" buyurdu.
Biraz sonra Resulullah'ın
yanındaki birisi sevinçle haykırdı: "Allah'a and olsun ki tâ kendisidir;
Ebuzer'dir bu!"
Resul-i ekrem (s.a.a) gelenin
Ebuzer olduğunu görünce şöyle buyurdu: "Allah-u Teâlâ Ebuzer'i bağışlasın. O
yalnız yaşıyor; yalnız ölecek ve mahşer günü de yalnız kalkacaktır!"
Ebuzer Resulullah'ı görünce
bütün yorgunluk ve susuzluğunu unutmuştu; koşar adımlarla ilerlemeye başladı;
Allah Resulü'ne ulaştığı sırada susuzluk ve bitkinlikten bayılıp yere yığıldı.
Resul-i Ekrem (s.a.a) onun üzerindeki yükü açarak bir kenara bıraktı. Ebuzer'in
susuzluktan dudaklarının çatladığını görünce, etrafındakilerden su getirmelerini
istedi.
Ebuzer güçlükle gözlerini
açarak, çok ince ve zayıf bir sesle "Kendi su kabımda su var ya Resulallah"
dedi!
Resulullah hayretle sordu: "Peki
suyun vardı da neden içmedin?
Ebuzer güçlükle konuşmaya
başladı: "Aman babam sana feda olsun; yolda gelirken biraz su buldum. Sizin de
susuz olabileceğinizi düşünerek, onu imeyip size getirdim. Siz içtikten sonra
ben de içerim diye düşündüm!!"
İşte Peygamber aşığı Ebuzer ve
Peygamber'den sonra ona reva görülenler!
O Yalnız
Yaşar; Yalnız Ölür Ve Yalnız...
Allah Resulü'nün Tebûk gazvesinde Ebuzer hakkında söylediği bu söz, tam 23 üç yıl sonra gerçekleşmiş oldu. Tek suçu hak ve
hakikati söylemek ve adalete davet etmek olan Ebuzer, bu suçundan (!!) dolayı
sürgünde bulunduğu Rebeze çölünde, günden güne bedenî gücünü kaybederek yatağa
düştü. O, artık iniş-yokuşlarla dolu ömrünün son saatlerini geçiriyordu. Vefalı
eşi bir taraftan onun nurlu ama çilekeş simasına bakarak ağlıyor; bir taraftan
da kocasının alnından akan ter damlalarını siliyordu. Ebuzer sordu: "Neden
ağlıyorsun?"
-Çünkü sen ölürsen şimdi, seni
kefenleyecek bir elbise bile yoktur yanımda!
Güneşin ufuktaki batışı gibi
hüzün dolu bir tebessüm sardı dudaklarını ve şöyle dedi vefalı eşine:
-Sakin ol; ağlama. Ben bir gün
bir grup sahabiyle birlikte Allah Resulü'nün (s.a.a) huzurundaydım. Resulullah
yüzünü bize çevirerek şöyle buyurdu: "Sizden birisi, bir çölün düzünde,
insanlardan uzak bir şekilde ölecek ve bir grup mu'min (gelerek) onu
defnedeceklerdir." O gün o toplantıda bulunanların hepsi, insanların bulunduğu
ve yaşadığı yerlerde dünyadan göçmüşlerdir. Onlardan henüz yaşayan bir tek ben
kalmışım; bu yüzden Allah Resulü'nün haber verdiği kimse, hiç şüphesiz benim.
Ben öldükten sonra, Irak hacılarının yolu üzerinde otur; çok geçmeden
mu'minlerden bir grup gelecektir; benim ölümümü onlara heber verirsin.
Eşi "Artık kervanların geçme
zamanı sona ermiştir" deyince, şu cavabı verdi Ebuzer: "Sen yolu gözetle;
Allah'a and olsun ki ne ben yalan söylüyorum, ne de bana heber veren kimse yalan
söylemiştir." İşte bu Ebuzer'in son cümlesiydi; bunu söyledikten sonra, aziz
ruhu melekut âlemine göçüp gitti.
Evet, Ebuzer'in söylediği gibi,
çok geçmeden, Abdullah bin Mes'ud, Hucr bin Adiyy ve Mâlik-i Eşter gibi büyük
şahsiyetlerin de içinde bulunduğu bir kafile uzaktan belirdi. Onlar
yaklaştıklarında, ilginç bir manzarayla karşılaştılar. Abdullah dikkatle
baktığında, cansız bir bedenin yerde yattığını ve yanında da yalnız bir kadın ve
çocuğun ağladığını gördü.
Abdullah binitinin yularını
onlara doğru çevirdi; kafile de onu takip etmeğe başladı. Abdullah yakından
cansız bedeni görünce şaşırıp kaldı; bu dostu ve İslam'daki kardeşi Ebuzer'di!
Gözlerinin yaşarmasına engel
olamadı. O pak bedenin baş ucunda durdu. Aniden Resulullah'ın Tebûk seferinde
onun hakkında buyurduğu sözü hatırladı ve şöyle dedi: "Evet, Allah Resulü doğru
söylemiştir; sen yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız dirilirsin mezarından!"
Daha sonra Abdullah, onun
mutahhar bedenine namaz kıldı ve beraberce defnettiler Ebuzer'i. Defin
işlemlerinin ardından, Mâlik-i Eşter onun mezarının başında durup şöyle dedi:
"Allah'ım, bu, Resulullah'ın dostu, arkadaşı Ebuzer'dir. O ömür boyu sana ibadet
etti. Senin yolunda müşriklerle cihad etti ve hak yolunu takip etmede asla
şaşmadı. Ancak dili ve kalbiyle fesat ve münkerle mücadele ettiği için, zülme,
haksızlığa, mahrumiyet ve tahkire uğradı. Sürgün edildi ve bilahare gurbet ve
yalnızlık diyarında can verdi!"
Allah'ın selamı, rahmet ve
berekatı ona ve hak ve hakikat yolunun bütün sâdık yolcularına olsun. Amin!
-
Hilyet- ul Evliya, C.1,
S.157; Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.220
-
Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.224-225, Az bir farkla El-İsabe, C.4, S.63-64 ve El-İstiab, C.4, S.62-
63'
de naklolunmuştur.
-
Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.223
-
Tabakât-ı İbn-i sa'd, C.4, S.224;
Üsd-ül Gabe, C.1, S.30, El-İsabe, C.4, S.64; El-İstiab, C.4, S.62
- Hilyet-ül
Evliyâ, C.1, S.158-159; Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.225; El-İstiâb, C.4, S.63 ; El-İsâbe, C.4, S.64; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.228
-
Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.223
- Ed-Derecâr-ür
Rafia, S.237
-
İhticac-i Tabersî, C.1,
S.830 ve az
bir
farkla Kâmus-ur Ricâl, C.2, S.448'de naklolunmuştur.
-
Tarih-i Yakubî,
C.2, S.161
-
Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.228 ;
Üsd-ül Gabe, C.1, S.301;
Ricâl-î
Keşşî, S.28; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.231
- Ed-Derecâr-ür
Rafia, S.236; Kâmus-ur Ricâl, C.2, S.454
-
Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.228; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.231
-
Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.162; Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.229
-
Ricâl-î Keşşî, S.30; Kâmus-ur Ricâl, C.2, S.448; Ed-Derecât-ur Rafia, S.241
-
Kâmus-ur Ricâl, C.4, S.446; Ed-Derecât-ur Rafia, S.235; Usul-ül Kâfî, C.S.587
-
Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.235
-
Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.229; Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.160
-
Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.4, S.230
-
Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.160
-
Tabakât-ı İbn-i sa'd, C.4, S.236
-
Tabakât-ı İbn-i Sa'd, C.1, S.186
-
Sire-i
İbn-i Hişam, C.2, S.57
- Ensâb-ül
Eşrâf, C.5, S.27; El-İstiab, C.1, S.316; Üsd-ül Gabe, C.1, S.34
-
Müstedrek-i
Hakim, C.4, S.479
-
El-İsabe, C.1,
S.345;
Üsd-ül Gabe, C.1, S.34
Üsd-ül Gabe, C.2, S.34; El-İsabe, C.1, S.317
Tarih-i Yakubi, C.2, S.154
Tarih-i Yakubi, C.2,
S.158
Ensâb-ül Eşrâf, C.5,
S.28
El-Maarif, S.64; İkd-ü Ferid, S.64; Şerh-i Nehc-ül Belağa İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
Maarif, S.64;
Ensab-ul Eşraf' Belâzurî, C.5, S.28
El-Kamil-u Fi'ttarih, C.3, S.38
Tarih-i Yakubi, C.3,
S.50
- 'El-Mearif' İbn-i Kuteybe, S.64; İkd-ül Ferid, C.4, S.65; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
-
Tarih-i Yakubi, C.3, S.50; İkd-ül Ferid, C.4, S.65; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
- 'Şerh-i
Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.199
-
Ensab-ul Eşrab, C.5,
S.28
- 'El-Mearif' İbn-i Kuteybe, S.64; İkd-ül
Ferid, C.4, S.65; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.198
-
Ensab-ul Eşraf, C.5,
S.28
- 'El-İkd-ül
Ferid', C.4, S.65; 'El-Maarif'
İbn-i Kuteybe, S.64; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.2, S.158
-
Tarih-i Yakubi, C.2, S.158
- 'Şerh-i
Nehc-ül Belağa' İbn-i
Ebil
Hadid, C.1, S.199
- Nehc-ül Belağa, 67.
Mektup
-
Sünen-i Beyhaki, C.6,
S.348
-
Rahmetli Allame Emini
bu servetlerin tarihi kaynaklarını değerli kitabı
El-Gadir, C.8, S.293'te nakletmiştir.
- Nehc-ül Belağa, 3.
Hutbe
- 'Şerh-i
Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.1, S.269
- Ed-Derecâr-ür
Rafia, S.242 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.3, S.54
-
Muruc-uz Zeheb, C.2, S.345
- Ed-Derecât-ür
Rafia, S.243; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.3, S.54
-
Umdet-ul Kari, C.4,
S.291; El -Gadir, C.8, S.333'
ün nakline göre.
-
Ed-Derecâr-ür Rafia, S.243; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.257-
258
- 'Muruc-uz Zeheb', C.2, S.349; 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.358;
Ed- Derecat-ul-Rafia, S.244
-
Cundeb kelimesinin musağğarıdır. Arap dilinde karşıdakini tahkir etmede
kullanılır.
-
Ed-Derecat-ul Rafia, S.244- 'Şerh-i Nehc-ül Belağa' İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.258
-
Resulullah'ın "Gökyüzü altında ve yeryüzü üzerinde Ebuzer'den daha doğru konuşan
birisi yoktur" sözüyle halifenin onun hakkında söylediğini bir mükayese edin ve
ortaya çıkan vahim tabloya bakın!!...
Ed-Derecat-ür Rafia, S.245; Şerh-i Nehc-ül Belağa (İbn-i Ebil Hadid), C.8, S.260
Muruc-üz Zeheb, C.2, S.350
- "Şerh-i Nehc-ül Belağa" İbn-i Ebil Hadid, C.8, S.252; Ed-Derecâr-ür Rafia, S.248
-
Muruc-üz Zeheb, C.2, S.350; Ed-Derecat-ul Rafia,, S.249
-
Sahih-i Buhari, C.1,
S.107, Zekat babı, Mısır
baskısı.
-
El-Kamil, İbn-i Esir, C.3, S.56; 'El
İtkan Fi Ulum-il Kur'an'da Kur'an'ın toplanmasını hicretin
25.
yılı olarak
yazmıştır.
-
Ensab-ul Eşraf, C.5,
S.55
-
Ensab-ul Eşraf, C.5,
S.54
-
Ensab-ul Eşraf, C.5, S.54; Yakubi
de bu olayı az bir farkla kendi kitabında, C.2, S.163'te nakletmiştir.
-
Ensab-ul Eşraf, C.5,
S.54
-
Tarih-i Taberi,, C.4,
S.283, Mısır baskısı.
-
El-Gadir,, C.8,,
S.335-336
-
El-Kamil-u Fit-Tarih, C.3, S.55
-
Şerh-i Nehc-ül Belağa, C.8, S.262
-
Ensab-ul Eşrab,, C.5,,
S.24
-
Tarih-i Yakubi,, C.2,,
S.153
-
Tarih-i Yakubi,, C.2,,
S.163; Kamil-i İbn-i Esir,, C.3,, S.43;
Tarih-i
Hulefa, S.155
-
El-Bidayet-u ve-Nihaye,, C.7,, S.155-165
-
Taberi,, C.4, S.284; El Bidayet-i ve Nihaye,, C.7,, S.155
- İbn-i Hacer kendi
kitabı 'Feth-ul Bari', C.3, S.218'de bu olayı naklettikten sonra şöyle diyor:
"Doğru olan
şudur ki, Ebuzer o
hükümdar ve halifeyle muhalefet ediyordu ki,
kendileri için
mal ve
servet
topluyor,
sonra da onu gerekli ve uygun
yerlerde
harcamıyorlardı."
- El-Emval-u Ebi
Ubeyd, S.269
-
Nehc-ül Belağa 3.
Hutbe
-
Nehc-ül Belağa, 62. Mektup
- Üsd-ül Gâbe,
C.1, S.302, Tabakat-ı İbn-i Sa'd, C.4. S.233, Hilyet-ül Evliyâ, C.1, S.302.
- Ed-Derecât-ür
Rafia, S.252.
|