Bismillahirrahmanirrahim
Soru-119: Muhterem Hocam, Eğer Hz. Hatice validemiz
hakkındaki şu sorularımı yanıtlarsanız beni son derece mutlu
edersiniz; şimdiden Allah sizden razı olsun: a)- Hz. Hatice
Resulullah'tan (s.a.a) önce başka birisiyle evlenmiş miydi?
Çünkü bazıları evlenmediğini iddia ediyor. b)-Acaba Zeyneb,
Rukayye ve Ümm-ü Külsüm ismindeki kızlar, Resulullah'ın
gerçek kızları mıydı, yoksa evlatlıkları mı? Bu konuda da
meşhur olanın aksine o kızların Resulullah'ın gerçek kızları
olmadığını iddia edenler var? Siz ne diyorsunuz?
Cevap-119: Aziz
kardeşim, aşağıda her iki soruyu da geniş bir şekilde
cevaplamaya çalışacağız; ancak ondan önce Hz. Hatice'nin
hayat hikayesini kısaca sunmayı uygun görüyoruz.
HZ. HATİCE'NİN (R.A) KISACA
HAYATI
Büyük
İslâm kadını, mu'minlerin anası, Allah Resulü'nün değerli
zevcesi Hz. Hatice (r.a) hicretten 68 yıl önce, asil bir
âilede dünyaya geldi. Babası Huveylid, Kureyş'in
büyüklerinden ve servet sahibi birisiydi. Annesi Fâtıma ise
Mekke'nin tanınmış ve iffetli kadınlarından sayılırdı.
Cahiliyet
zamanında yaşamalarına rağmen böyle değerli âilede yetişen
Hz. Hatice, öylesine şeref, haysiyet, iffet ve temizlik dolu
bir hayat yaşıyordu ki toplum içerisinde
"Tâhira"
(temiz) diye meşhur olmuştu. Halbuki nefsânî heveslerini ve
şeytanî arzularını gerçekleştirmesi için her türlü maddî
imkana sahip idi.
O, hatta
Müslüman olmadan önce dahi, insanın değer ve üstünlüğünü
paraya-pula, dünya malına, ırka, makama değil, onda bulunan
güzel sıfatlara, insanî ve ahlakî değerlere bağlıyordu. O
gün Mekke'nin en zengin, en ileri gelen şahsiyetlerinin (Ebu
Süfyan, Ebu Cehil, Akabe b. Ebi Muayt gibi) evlenme
tekliflerini reddetmiş ve gözü sürekli fazilet, insanlık,
dürüstlük, sadâkat vb. sıfatlara süslenmiş birisini aramış
ve Allah Resulü'nü tanıyıncaya kadar başka birisiyle
evlenmeye gönlü rıza göstermemişti. Fakat Resulü Ekrem'le
tanıştıktan sonra, Hazret'in fakirlik ve öksüzlüğüne
bakmamış, bizzat kendisi evlilik teklifinde bulunmuştu.
Hz.
Hatice'nin bir başka özelliği ise o değerli insanın nedenli
akıllı, basiret ve dirayet sahibi oluşudur. Öyle ki babasını
cahiliyet zamanında meydana gelen
"Ficar"
harbinde kaybetmesinin ardından, babasından kalan serveti
büyük bir dirayet ve basiretle ticarete atmış ve gün
geçtikçe servetini artırmış ve Mekke'nin en önde gelen
zenginleri arasına girmişti.
Tarih Hz.
Hatice'nin serveti hakkında şöyle diyor:
"Onun
sadece ticaret yaptığı mallarını 80 bin deve taşıyordu. Dört
yüz hizmetçi onun ticaret ve sair işlerini yürütmekle
görevliydi."
Bu
servete sahip olan Hz. Hatice fakirlere, düşkünlere yardım
etmeği de ihmal etmemiş ve bu adetini Resulullah'la
evlendikten sonra da devam ettirmişti."
Evet,
küçük bir malını kaybetmekle dünyaları yıkılan veya
başkalarına en ufak bir şey verirken canları çıkan, çoğu
insanların tam aksine Hz. Hatice bütün servetini Hz.
Resulullah'ın ayağına dökmüş ve onun yüce hedefi için sadece
kendi servetini değil, canını dahi adamıştı ve o yüce hedef
uğruna bütün çilelere severek katlanmıştı.
Burada
Hz. Hatice'nin Hz. Resulullah'la evlenme olayına geçmeden
önce şunu hatırlatmamız gerekir ki bir çok muhakkik âlim ve
tarihçinin de dediği ve çeşitli delillerle ispatlamaya
çalıştığı gibi, Hz. Hatice Resul-i Ekrem'den (s.a.a) önce
kimseyle evlenmemiş ve bâkire olarak Allah Resulü ile ilk
evliliğini gerçekleştirmiştir. Biz makalemizin sonunda bu
iddiayı delilleriyle birlikte sizlere ispatlamaya
çalışacağız inşallah.
Evet
dediğimiz gibi Hz. Hatice uzun yıllar beklemiş ve bütün
Kureyş kabilelerinin büyüklerini reddederek Resulullah gibi
manevi değerlerle donatılmış birisini aramış ve karşılaşınca
da bizzat kendisi evlenme teklifinde bulunmuştur. Öte yandan
Allah Resulü de Hz. Hatice kendisinden bir hayli yaşlı
olmasına rağmen, onda gördüğü fazilet, iffet ve insanî
değerlerden dolayı onun evlilik teklifine seve-seve olumlu
cevap vermiş ve evlenmişti.
Bazı
batılı yazarlar, İslam'a ve Resulullah'a olan
düşmanlıklarından dolayı, Allah Resulü'nün Hz. Hatice'nin
servetinden dolayı onunla evlendiği ortaya sürmüşlerdir.
Halbuki Resulullah'ın hayatını az da olsa araştıranlar
biliyorlar ki Resulullah'ın asla değer vermediği şeylerden
birisi de dünya malı idi. Kaldı ki evlenme teklifinde
bulunan, bizzat Hz. Hatice'nin kendisi idi, Resulullah (s.a.a)
değil. Sonra Resul-i Ekrem'in evlendikten sonra Hz.
Hatice'ye gösterdiği sevgi muhabbet ve saygı (ki bu Hz.
Hatice'nin ölümünden sonra bile bütün sıcaklığıyla devam
etmiş ve hatta bu durum bazı diğer hanımlarının kıskançlık
duygularını kabartmış ve Resulullah'a itirazda bulunmuşlardı)
en açık şekilde Allah Resulü'nün Hz. Hatice'nin serveti
değil, fazilet ve insanî değerlerinden dolayı onunla
evlendiğini gösteriyor. Evlendikten sonra dahi Hz. Hatice,
gönüllü olarak servetini İslâm yoluna harcamış ve hiçbir
zaman Resulullah bu konuda bir teklifte bulunmamıştı.
Nitekim bu servetin hepsi İslâmî hedefler uğruna harcanmış
ve kendilerine hiçbir şeyi biriktirmemişlerdi.
Şimdi
tekrar Hz. Hatice'yle Resul-i Ekrem'in (s.a.a) evlenme
olayına dönelim. Önce de dediğimiz gibi, bu iki büyük
şahsiyeti birbirine yakınlaştıran ve hayatlarını
birleştirmelerine vesile olan şey, asla maddî değil,
tamamıyla manevî ve İlahî sâiklerden ibaretti. Şimdi bu
iddiamızı kanıtlayan delillerden sadece bir kaçını sizlere
aktarmakla yetineceğiz:
1-Hz.
Hatice'nin kölesi olan ve Hz. Muhammed'le (s.a.a) ticaret
seferine çıkan Meysere isimli zat, yolculuk esnasında Kureyş
Emini'nde gördüğü kerametleri ve Şam rahibinden onun
hakkında duyduğu sözleri Hatice'ye anlatırken Hz. Muhammed'e
karşı içinde aşırı bir sevgi duyarak şöyle diyordu:
"Yeter
artık Meysere! Muhammed'e karşı sevgimi iki kat artırdın;
git seni azâd ettim; karın da senin olsun; ayrıca iki yüz
dirhem, iki at ve bir kıymetli elbiseyi sana bağışladım."
Ondan sonra Meysere'den duyduklarını Arap bilgini Varaka b.
Nevfel'e anlatıyor; Nevfel de: "Bu kerametlerin sahibi Arabî
Peygamber'dir"
diyordu.
2-Bir
gün Hz. Hatice evinde oturmuş, cariye ve köleleri etrafını
sarmıştı. Bir Yahudi âlimi de o mecliste bulunuyordu. Bu
sırada Kureyş genci (Hz. Muhammed (s.a.a) ) Hatice'nin
evinin yanından geçiyordu. Yahudî âliminin gözü Peygamber'e
ilişti. Peygamber'den birkaç dakikalığına meclise
katılmasını istedi. Resul-i Ekrem (s.a.a) Yahudî âliminin
ricası üzerine meclise katıldı. Hz. Hatice Yahudî âlimine
dönerek şöyle dedi:
"Eğer
onun amcaları senin bu soruşturma ve teftişlerinden haberdar
olurlarsa, kuşkulanır ve kötü bir tepki gösterirler; çünkü
onlar yeğenleri hususunda Yahudîlerden korkuyorlar."
Yahudî âlimi bu sözleri duyunca
"Sen
ne diyorsun? Muhammed'e kim zarar verebilir? Oysa Allah onu,
nübüvvetin hatmi ve halkın hidâyeti için seçmiştir"
dedi. Hatice, "Onun böyle bir makama erişeceğinin delili
nedir?" diye sorunca, o şu cevabı verdi:
"Ben
ahir-üz zaman peygamberinin alametlerini Tevrat'ta okumuşum.
Onun alametlerinden bazıları şöyledir: Onun babası ve annesi
ölür; ceddi ve amcası onu himayeleri altına alırlar. O
Kureyş'ten bir kadınla evlenir."
Sonra Hatice'ye dönerek şöyle dedi:
"Ne
mutlu onun eşi olma iftiharını elde eden kadına!"
3-Arap
bilginlerinden olan Hatice'nin amcazadesi Varaka'nın Ahdeyn
(Tevrat ve İncil) kitapları hakkında çok bilgisi vardı.
Varaka defalarca şöyle demişti:
"Kureyş'ten
bir kişi, Allah tarafından insanları hidayet etmek için
görevlendirilecek ve Kureyş'in zengin kadınlarından biriyle
evlenecektir."
Hatice de Kureyş'in zengin kadınlarından olduğu için Varaka
ara sıra ona, "Bir gün gelir ki yeryüzünün en üstün, en
şerefli erkeğiyle evlenirsin" diyordu.
4-Bir
gece Hz. Hatice rüyasında güneşin Mekke üzerinde döndüğünü
ve yavaş yavaş aşağı inerek onun evine girdiğini gördü.
Rüyasını Varaka'ya anlattı. Varaka onun rüyasını şöyle tabir
etti: "Şöhreti âlemi tutacak büyük birisiyle evleneceksin."
İşte
bütün bunlar ve Allah Resulü'nün harikulade şahsiyeti ve
manevî faziletleri, Hz. Hatice'nin yıllardır düşlediği ve o
yaşa kadar beklediği yegâne insanı ona tanıtmıştı. Hz.
Hatice, bilahare Hz Muhammed (s.a.a) ile evlenmeye karar
vererek, bir vasıtayla bu arzusunu ona bildirdi. Resul-i
Ekrem de, onda olan değerleri, onun fazilet, iffet ve
dirayetini bildiği için bu isteğine olumlu cevap verdi.
Evlenmenin nasıl gerçekleştiği hakkında tarihçiler şöyle
yazıyorlar: Hz. Hatice'nin bizzat kendisi bu evliliğe
meyilli olduğunu açıklayarak şöyle demişti:
"Amca
oğlu! Ben senin kendi kavmin arasında olan izzet ve azametin,
doğruluğun emanettarlığın ve güzel huyun için seninle
evlenmek istiyorum."
Kureyş'in Emini de ona şöyle cevap vermişti: Amcalarıma
haber verip onlara danışmam gerekir."
Bu bazı tarihçilerin yazdığıdır. Fakat tarihçilerin çoğu Hz.
Hatice'nin mesajını Aliyye kızı Nefise'nin şu şekilde
Peygamber'e ulaştırdığını yazıyorlar:
"Ya
Muhammed! Niçin hayatını temiz bir eşle aydınlatmıyorsun?
Eğer seni güzelliğe servete, şerâfet ve izzete davet edersem
kabul eder misin? Peygamber:
"Kimi
kastediyorsun?" deyince, "Hatice'yi" diye cevap verdi.
Peygamber şöyle buyurdu: "Hatice bu işe razı olur mu? Onunla
aramızda çok fark vardır! Nefise, "Ben onu razı ederim;
yeter ki sen bir vakit tayin et de Hatice'nin vekili Amr b.
Esed ile senin akrabaların bir araya toplansınlar ve nikah
merasimini yerine getirsinler"
dedi.
Resul-i
Ekrem bu hususta değerli amcası Ebu Talib'e danıştıktan
sonra, Kureyş büyüklerinin de katıldığı görkemli bir
toplantı düzenlendi. Önce Ebu Talip Allah'a hamd ü senâyla
başlayan bir hutbe okuyarak yeğenini tanıttı. Ardından
Hatice'nin akrabalarından olan Varaka b. Nevfel de bir
hutbe okuyarak Hz. Muhammed'in ve kavminin üstünlük ve
fazlını itiraf edip bu evliliğe razı olduklarını ilan etti.
Nikah akdi okundu ve mihriye olarak dört yüz dinar veya bazı
rivîyetlere göre yirmi deve tayin edildi ve böylece izzet,
fazilet ve saâdet dolu bir hayatın temeli atılmış oldu.
Bu
mübârek evlilik takriben 15 yıl sürdü ve Hz. Hatice 65
yaşında iken gözlerini dünyaya kapadı ve şeref, izzet ve
iftihâr dolu bir hayatı geride bıraktı. Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a),
Hz. Hatice hayatta olduğu müddetçe başka biriyle evlenmemiş
ve ona olan sonsuz saygı ve muhabbetini böylece ortaya
koymuştu.
Hz.
Hatice, Resul-i Ekrem (s.a.a) peygamberliğe seçilir seçilmez
ona iman etmiş ve böylece ilk Müslüman kadın olma iftiharını
da diğer iftiharlarına eklemişti. O yüce kadın, Allah
Resulü'ne (s.a.a) iman ettikten sonra dâima Resulullah'ın
yanında olmuş ve bu büyük görevinde var gücüyle ona yardımcı
olmaya çalışmıştı. Bu doğrultuda bütün kınamalara, bütün
çilelere, işkencelere katlanmış ve uzun müddet Mekke'de ilk
Müslüman olan erkek Hz. Ali (a.s) ile birlikte tek başlarına
Resulullah'ın yanında yer alarak, onunla birlikte
müşriklerin gözü önünde Mescid-ül Haram'da namaza durmuş ve
bütün bir küfür ve şirk cephesine karşı durmuşlardı.
Hz.
Hatice'nin bir başka özelliği, Allah Resulü'nün mübarek
neslinin ondan devam etmesidir. Zira Hz. Mâriye hariç (ki
onun oğlu İbrâhim küçük yaşta vefat etmiştir) diğer
hanımlarının hiçbirisinin çocuğu olmamıştır.
Evet Hz.
Hatice, Fâtıma gibi bir evladı dünyaya getirme saadetine
nâil olmuş ve Resulullah'ın mübarek nesli kendisinden devam
etmiş ve hepsinden önemlisi on bir masum imamın büyük annesi
olma şerefini kazanmıştır. Hz. Hatice'nin erkek evlatları
ise küçük yaşta dünyadan gitmiş ve yaşamamışlardır. Hz.
Hatice'ye isnâd edilen Zeynep, Ümm-ü Külsüm ve Rukayye
isimli kızlar hakkında ise ihtilaf vardır. Bazıları onların
da Hz. Hatice ve Hz. Peygamber'in evlatları olduğunu
söylemiş; bazıları ise Hz. Hatice'nin önceden başkalarıyla
evlendiğini söyledikleri için onların Hz. Hatice'nin önceki
kocalarından olduklarını ve böylece Hz. Muhammed'in üvey
evlatları olduğunu söylemişlerdir. Ancak sonra da
ispatlayacağımız üzere Hz. Hatice önceden evlenmediği için
bu görüş yanlıştır.
İnşallah
delilleriyle ispatlayacağımız üzere bu kızlar Hz. Hatice'nin
kız kardeşi
"Hâle"nin
kocasının kızlarıdır ki kocasının vefat etmesi üzerine
onlarla birlikte bacısı Hz. Hatice'nin himayesi altına
girmiş; daha sonra Hâle de vefat edince Hz. Hatice'nin
kefaleti altında kalan kızlar, Hz Hatice Resulullah'la
evlendikten sonra Allah Resulü'nün kefaleti altına girmiş ve
onların saâdet hânelerine intikal etmişlerdir. Biz, konunun
dağılmaması için bu bölümü makalenin sonunda ayrıyeten ele
alıp delilleriyle birlikte ispatlamaya çalışacağız.
Burada
Hz. Hatice'nin makam ve faziletinin daha iyi anlaşılması
için Resulullah'ın bazı hadislerini nakletmeği uygun
buluyoruz:
Bir
hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Hatice
cennetin faziletli kadınlarındandır."
Hz. Ali (a.s)
den şöyle nakledilmiştir:
"Resulullah
(s.a.a) bir gün hanımlarının yanında Hatice'den söz ederek
ağladı. Buna kıskanan Âişe:
"Beni
Esed'in şu kırmızı, ihtiyar kadınının neyine ağlıyorsun?
Allah sana daha genç birisini nasip etmemiş mi?" diye
itirazda bulundu. Allah Resulü buna çok rahatsız oldu; öyle
ki başının tüyleri titremeye başladı ve şöyle buyurdu:
"Hayır
Allah'a andolsun ki, Hatice'den daha iyisini bana nasip
etmemiştir. O, korku ve buhran dolu bir zamanda bana iman
etti ve İslâm yolunda her türlü fedakarlıktan ve bana
yardımdan geri durmadı."
Yine
şöyle buyurmuştur:
"Allah'a
andolsun ki, Allah bana Hatice'den daha iyisini nasip
etmemiştir; her kes beni inkar ettiği sırada, o bana iman
etti. Her kes beni yalanladığı zaman, o beni tasdik etti.
İnsanlar beni mallarından mahrum bıraktıkları sırada, o,
kendi servetiyle benim yardımıma koştu. Allah, ondan bana
evlat nasip etti (başka hanımlarımdan değil)."
Evet
Allah Resulü Hz. Hatice'yi vefatından sonra da hiçbir zaman
unutmaz ve hatta Hatice'nin dostları ve arkadaşlarına dahi
fevkalade saygı gösterir ve sürekli onlara hediyeler
gönderir ve iyilikte bulunurdu.
Hz.
Hatice'ye fazilet ve üstünlük olarak bu yeter ki Allah-u
Teâla Cebrail (a.s) vasıtasıyla ona selam gönderiyordu. Bunu
son olarak vereceğimiz ziyâret metninde görebilirsiniz.
Evet
Allah Resulü'nün gözünde böyle yüce bir makam ve değer
sahibi olan ve onun en büyük yardımcılarından sayılan
birisinin, ayrılığı ve vefatı da pek tabiidir ki onun
derinden yaralanmasına ve üzülmesine neden olsun. Nitekim de
öyle olmuş ve Resulullah (s.a.a) Hz. Hatice ile birlikte,
diğer büyük hâmisi Hz. Ebu Talib'i de aynı yılda kaybedince
o yıl
"Hüzün
Yılı"
diye adlandırılmıştır.
Artık iki
büyük hamî, âhiret yurduna göçmüş, ama her biri yerine bir
diğer hâmiyi bırakıp gitmişlerdi. Ebu Talip, oğlu Hz. Ali'yi
(a.s) ve Hatice, kızı Hz. Fatıma'yı (a.s). Artık bu görev
onların omuzlarına ağırlık etmekteydi.
Allah
Resulü hastalanıp ölüm döşeğine düşen Hz. Hatice'nin
başucuna gelip onu şöyle müjdelemişti:
"Ey
Hatice, sevin ki Allah seni İmran kızı Meryem ve Firavun'un
zevcesi Asiye'yle eşit kılmıştır."
Allah'ın
selamı rahmet ve bereketi o yüce İslâm kadınının üzerine
olsun ve bizi onun ve kızı Fâtıma'nın, kocasının ve
evlatlarının yolundan ayırmasın ve kıyamette şefaatlerine
nâil eylesin.
Evet Hz.
Hatice, hayatının bütün yönleriyle, iffeti, hayası, takvâ ve
temizliği, ibâdet ve itâati, fedakarlık ve dünyaya
meyilsizliği, kocasına olan itâat ve teslimiyeti ve Allah
yolunda ona yardımıyla ve bilahare yetiştirdiği evlatlarıyla
bizler için büyük örnektir.
Burada
son olarak hem Hz. Hatice'nin faziletlerini daha iyi anlamak,
hem de onu ziyâret etmek için Hz. Hatice için nakledilen şu
ziyâretnameyi de tercümesiyle birlikte huzurunuza takdim
ediyoruz:
"Selam
olsun sana, ey mü'minlerin anası. Selam olsun sana, ey
Resullerin efendisinin zevcesi. Selam olsun sana, ey dünya
kadınlarının efendisi olan Fâtımet-üz Zehrâ'nın anası. Selam
olsun sana, ey ilk iman eden kadın. Selam olsun sana, ey
malını, servetini Seyyid-ül Enbiyâ'nın yardımında sarfeden,
ona elinden gelen hiçbir yardımı esirgemeyen ve düşmanlar
karşısında onu müdâfaa eden. Ey Cebrâil'in kendisine selam
verdiği ve yüce Allah'tan kendisine selam getirdiği kimse.
Ne mutlu sana Allah'ın verdiği fazl-u ihsandan dolayı.
Allah'ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine olsun."
HZ. HATİCE ALLAH RESULÜ'NDEN
BAŞKASIYLA
EVLENMEMİŞTİR
Önceden
de hatırlattığımız gibi, bu bölümde Hz. Hatice'nin
Resulullah'tan başkasıyla evlenmediği görüşünü ispatlamaya
çalışacağız.
Bazı
tarihçiler, Allah Resulü'nün evlendiği hanımlarının (Âişe
hariç) hepsinin dul olduğunu, Hz. Hatice'nin ise,
Peygamber'den önce, Atiq b. Âbid-il Mahzûmî ve Ebû Hâle
et-Temîmî, isimli iki şahısla evlendiğini, hatta bunlardan
evlat sahibi olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ancak biz
bu rivâyetlerin doğruluğundan şüpheliyiz ve bunların
uydurulmasında, daha çok siyasi emellerin yattığını ve
bazıları için fazilet ve üstünlük üretmenin amaçlandığını
düşünmekteyiz. Bu konudaki bazı delillerimizi kısaca şu
şekilde sıralayabiliriz:
1-Her
şeyden önce bu rivâyetleri inceleyen bir kimse, onların
arasında bir çok çelişki ve ihtilafların bulunduğunu açıkça
görebilir. Örneğin, bazı rivâyetlerde Ebû Hâle künyesini
taşıyan şahsın isminin "Nebbâş b. Zurâre", bazısında "Zurâre
b. Nebbâş", bazısında "Hind", bazısında ise "Mâlik" olduğu
geçmektedir. Bazı rivâyetler onun sahâbî olduğunu, bazısı
ise olmadığını ileri sürmektedir. Bazısı onun Atiq'ten önce,
bazısı ise sonra Hz. Hatice'yle evlendiğini söylüyor. Sonra
rivâyetler, Hz. Hatice'nin bu kişilerden "Hind" isminde bir
çocuğunun olduğunu ileri sürmüş, ancak bazısı bu çocuğun kız
çocuğu olup Atiq'e ait olduğunu, bazısı ise erkek çocuğu
olup diğer kocasına ait olduğunu ileri sürmüşlerdir. Yine
erkek olduğunu iddia eden rivâyetlerin bazısında bu çocuğun
tâûn hastalığından öldüğü, bazısında ise Cemel savaşında Hz.
Ali'nin cephesinde şehid düştüğü iddia edilmiştir.
2-Bu
iddiaların aksini iddia ve rivâyet eden âlimler ve
tarihçiler de vardır: İbn-i Şehrâşub Menâkıb-ı Âl-i Ebi
Talib kitabında şöyle diyor: "...Ahmed Belâzurî, (Ensâb-ul
Eşraf kitabında, Ebulkâsım Kûfî (El-istiğâse) kitabında,
büyük Şia âlimi Seyyid Murtaza "Eş-Şâfi" kitabında, Şia'nın
bir diğer büyük âlimi Ebu Cafer Tûsî (Telhis-üş Şâfi)
kitabında, Allah Resulü'nün Hz. Hatice'yle bâkire olduğu
halde evlendediğini rivâyet etmişlerdir. Ayrıca "El-Envâr-u
vel-Bide" isimli kitapta Rukayye ve Zeyneb'in Hatice'nin kız
kardeşi Hâle'nin kızları olduğu görüşü de bu naklettiğimiz
rivâyeti güçlendirmektedir.
3-Ebulkâsım Kûfî yine kitabında şunları kaydetmektedir:
"Eser
sahipleri ve haber nakilcilerinin (tarihçilerin) umum, husus
hepsi icmaî bir şekilde şöyle rivâyet etmişlerdir: "Kureyş
eşrâfı, büyükleri ve zenginlerinden, Hatice'yle evlenmek
için ona talip olmayan kalmadı; ancak o, onların hepsini
reddetti ve hiçbirisiyle evlenmedi. Sonradan Resulullah (s.a.a)
ile evlendiğinde, Kureyş kadınları ona öfkelenerek küstüler
ve şöyle dediler: "Kureyş'in eşrâfı ve emirleri sana talip
oldular; fakat sen onların hepsini reddedip Ebu Tâlib'in
parasız, malsız, yetim ve fakir yeğeniyle evlendin?!"
Şimdi,
böyle bir konuma sahip olan Hatice'nin, Kureyş büyüklerini
ve eşrâfını bırakıp da Temimli bir bedeviyle
evlenebileceğini hangi akıl sahibi ihtimal verebilir? Görüş
ve teşhis sahibi kimseler bunu en muhal, en itibarsız
sözlerden saymazlar mı?!"
4-Maddî,
manevî hiçbir değer, şan ve şöhrete sahip olmayan bir
bedeviyle evlenmesi, kendilerini reddeden Hatice'yi yermek,
onu küçümseyip alay etmek için Kureyşlilerin elinde en iyi
bir koz ve en güzel bahane değil miydi? Resulullah'la
evlendiğinde olduğu gibi. Halbuki hiçbir kaynakta böyle bir
şeye rastlanmamıştır.
Bazıları,
Haris b. Ebî Hâle isimli birisinden bahsederken, onun
Hatice'nin oğlu olduğu ve Mekke'de Allah Resulü davetini ilk
açığa vurduğunda, Müslümanların verdiği ilk şehid olduğunu
iddia etmiş ve bunu, Hz. Hatice'nin önceden başka birisiyle
evlendiğine delil olarak göstermeğe çalışmışlardır.
Buna
cevabımız şudur ki evvelâ bu şahsın Hz. Hatice'nin oğlu
olduğu iddiası hiçbir delile dayanmamaktadır ve zâhiren Hz.
Hatice'nin Ebu Hâle isminde birisi ile evlendiği rivâyetine
dayanmaktadır. Biz de zaten bunun yanlış olduğunu
ispatlamağa çalışmaktayız.
Saniyen "Haris"
denen bu şahsın ilk İslâm şehidi olduğu iddiası da doğru
değildir; zira bu iddiayla çelişen bir çok meşhur rivâyet
mevcuttur. Örneğin İbn-i Abbâs'tan şöyle rivâyet edilmiştir.
"Ammâr'ın babası ve annesi öldürüldüler ve o ikisi
Müslümanlardan ilk şehid düşen kimselerdir."
Yine
sahih bir senetle şöyle rivâyet edilmiştir:
"İslam'da
ilk şehid Sümeyye'dir (Allah ona rahmet eylesin.)"
Aynı şey
Mücahid'den de nakledilmiştir.
Bazıları,
Sümeyye'nin ilk kadın şehid, Haris'in ise ilk erkek şehid
olduğunu iddia etmek istemişlerse de bu iddia da geçersiz
bir iddiadır; zira evvela İbn-i Abbas'ın rivâyeti gereği
ilk erkek şehid de Ammar'ın babası Yâsir'dir. Saniyen şehid
kelimesi bir çok diğer kelime gibi Arapça'da kadın erkek
arasında müştereken kullanılan bir kelimedir. Nitekim
yukarıda naklettiğimiz rivâyette aynı Sümeyye için şehid
tabiri kullanılmıştı.
HZ.
HATİCE'DEN OLDUĞU SÖYLENEN
RESULULLAH'IN KIZLARI
Eb-ul As
b.Rabi' ve Osman b. Affân ile evlendikleri söylenen Zeynep,
Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isimli kızlara gelince, bunların da
yine bir çokları tarafından Resulullah'ın Hz. Hatice'den
dünyaya gelen kızları olduğunu, birisinin Ebul'âs b. Rabi'
ile diğerlerinin de Osman b. Affân ile evlendikleri iddia
edilmiş ve daha çok bu görüş şöhret kazanmıştır. Fakat bize
göre bu iddia da doğru değil ve söz konusu kızlar
Resulullah'ın gerçek kızları değillerdir.
Bu
görüşümüzün delillerini de aşağıda kısaca açıklamaya
çalışacağız:
Evvela bu
görüşü reddeden ve başka bir görüş ileri süren tarihçiler,
de vardır. Ebulkâsım Kûfî ve diğer bazıları şöyle
kaydetmişlerdir: "Hatice'nin "Hâle" isminde bir kız kardeşi
vardı. Benî Mahzûm kabilesinden birisi onunla evlenince onun
için "Hâle" isminde bir kız çocuğu doğurdu. Hatice'nin
bacısı bu adamdan ayrıldıktan sonra bu sefer Benî Temim
kabilesinden Ebu Hind isminde birisiyle evlendi; onun için
de "Hind" isminde bir çocuk doğurdu. Beni Temim'den olan bu
adamın Hâle'den başka bir eşi daha vardı ki ondan da Zeynep
ve Rukayye isminde iki kız çocuğu oldu; sonra Zeynep ve
Rukayye'nin anneleri, ardından da babaları vefat etti; bunun
üzerine Hâle'nin o adamdan olan Hind isimli çocuğu babasının
kabilesine döndü. Ortada kalan "Hâle" ve kocasının iki
çocuğu Zeynep ve Rukayye'yi de Hz. Hatice kendi yanına aldı.
Sonradan Hz. Hatice Resulullah'la evlenip, Hâle de vefat
edince Zeynep ve Rukayye isimli çocuklar Hz. Hatice ve
Resulullah'ın kefâleti altına girdiler... Öte yandan Araplar,
üvey evladı da gerçek evlat telakki ettikleri için bu iki
kız da Resulullah'ın kızları olarak anılmaya başlandı.
Halbuki bunlar Peygamber'in değil, Hâle'nin kocası Ebu
Hind'in kızları idiler..."
Görüldüğü
gibi Hz. Hatice'ye isnad edilenler, bacısı hakkında
söylenenlere bir çok açıdan benzerlik arz etmektedir. Belki
de Hz. Hatice hakkında (kasıtlı veya kasıtsız) yapılan
yanlışların bir çoğu da buradan kaynaklanmaktadır.
Saniyen,
söz konusu kızların Peygamber'in (s.a.a) kızları olduğunu
iddia edenlerin kendilerinin naklettikleri rivâyetler
arasında akıl almaz çelişkiler mevcuttur; mesela bir
taraftan şöyle rivâyet ediyorlar: "Rukayye ve Ümmü Külsüm
cahiliyyet zamanında "Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu
da" âyeti nazil olduğunda, Ebu Leheb ve eşi, babalarının
dinine girdiklerini gerekçe göstererek çocuklarına
Resulullah'ın kızlarını boşamalarını emrettiler; onlar da
henüz cinsel bir ilişkide bulunmadan eşlerini boşadılar.
Ardından Osman b. Affân Rukayye ile evlenip onunla birlikte
Bi'setin beşinci yılında Habeşe'ye hicret etti. O sırada
hamile olan Rukayye, geminin içerisinde çocuğunu bir kan
pıhtısı halinde düşürdü. Daha sonra Habeşe'den
döndüklerinde Medine'de vefat etti.
Diğer
taraftan aynı adamlar yine şöyle rivâyet ediyorlar; mesela
Makdisî diyor ki: "Hatice cahiliyyet zamanında, Abd-û Menaf
isminde bir erkek çocuk, İslam'dan sonra ise iki erkek ve
dört kız çocuğu olmak üzere şu isimdeki çocukları
doğurmuştur: Kâsım; (ki bu çocuğa atfen Allah Resulü'ne "Ebul
Kâsım" deniyordu), bu çocuk büyüyünceye kadar yaşadı, sonra
vefat etti.
Küçük
yaşta vefat eden Abdullah, Ümm-ü Külsüm, Zeyneb, Rukayye ve
Fâtıma."
Veya
Kastalânî ve Diyarbekrî şöyle diyorlar: "Allah Resulü'nün
bi'setten önce Abd-û Menâf isminde bir çocuğu oldu ve
bununla birlikte Resullah'ın çocuklarının sayısı on ikidir;
Abd-û Menâf hariç hepsi İslâm'dan sonra dünyaya gelmişlerdir."
Zübeyr b.
Bekkâr ve diğer bir çoğundan ise şu bilgiler rivâyet
edilmiştir: "Abdullah, sonra Ümm-ü Külsüm, sonra Fâtıma,
daha sonra da Rukayye, hepsi sırayla İslam'dan sonra dünyaya
gelmişlerdir."
Tarihçi
Süheylî de Resulullah'ın bütün çocuklarının İslâm zamanında
doğduğunu kaydetmektedir."
Yine
bazıları, Rukayye'nin hepsinden, hatta Hz. Fâtıma'dan küçük
olduğunu söylemişlerdir."
Şimdi
bütün bunlardan sonra, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün cahiliyyet
zamanında Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlendiğini nasıl iddia
edebiliyor ve bu açık çelişkiyi göremiyorlar?!
Yine
İslam'dan sonra dünyaya gelen Rukayye'yi hemen Osman'la
evlendirebiliyorlar; halbuki bütün tarihlerin yazdığına göre
Habeşe'ye birinci hicret, bi'setin 5. yılında
gerçekleşmiştir. Hatta eğer İslam'ın ilk yılında dünyaya
geldiğini kabul etsek dahi beş yaşındaki bir çocuğun nasıl
evlendiğini ve hemen hamile kalıp gemide çocuk düşürdüğünü
söyleyebiliriz?! Kaldı ki onlar daha da ileriye gidip önce
Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlendiriyor; sonra da boşatıp,
Osman b. Affan'la evlendiriyorlar!!
Yine
diyorlar ki: "Ebu Leheb ve eşi, "Mesed" suresi indiğinde,
çocuklarına, Resulullah'ın kızlarını boşamalarını emrettiler.
Onlar da boşadıktan sonra, Osman b. Affan Rukayye ile
evlendi."
Bu da
yine bir çok rivayetleriyle çelişmektedir; zira:
a)-Bir
çok rivâyete göre (ki doğrudur da) bu sure, Müslümanlar
Şi'b-i Ebi Tâlib'de muhasara altında tutuldukları sırada
inmiştir.
Bu ise önceki söyledikleriyle çelişmektedir. Zira söz konusu
muhasara bi'setin altıncı yılında gerçekleşmiştir. Yani
Habeşe hicretinden bir yıl sonra. Gördüğünüz gibi iki
rivâyet arasında yılların fasılasını gerektiren bir çelişki
söz konusudur.
Bazıları
bu surenin "Yakın akrabalarını korkut" (Şuarâ, 214) âyeti
indikten sonra gerçekleştirilen toplantıda, Ebu Leheb'in
Resulullah'a hakaret etmesinin ardından nazil olduğunu
söylemişlerse de bu doğru değildir. Zira hem ayetlerin
siyâkı, hem de bu konudaki rivâyetler
bu surenin âyetlerinin toplu bir şekilde nâzil olduğunu
göstermektedir. Bu surenin son âyetlerinde Ebu Leheb'in eşi
Ümm-ü Cemil'in Allah Resulü'ne ettiği eziyet dile
getirilerek şiddetli bir şekilde kınanmıştır.
Açıktır
ki Kureyşlilerin Resulullah'a eziyetleri biraz önce
verdiğimiz İnzar âyeti indikten sonra, Resulullah'ın onların
ilahlarına ve düşüncelerine açıkça karşı çıkmasının ardından
başlamıştır.
Bu sure (Mesed)
hakkında nakledilen diğer bir rivâyet de bizim bu sözümüzü
te'yid etmektedir; şöyle ki: "Allah Resulü'nü görmek için
gelen elçi heyetler, Resulullah'ı amcası Ebu Leheb'e sorar
ve "Sen onu daha iyi bilirsin" diye Peygamber (s.a.a)
hakkındaki görüşlerini almak isterlerdi. O da onlara, "Bu
adam sihirbazdır" cevabını verir; onlar da Resulullah ile
görüşmeden geri dönerlerdi. Yine bir gün gelen bir heyete
aynı cevabı verdi; fakat ne hikmetse bunlar, öncekilerin
aksine "Şu adamı görmeden geri dönmeyeceğiz" dediler. Ebu
Leheb bu sefer şöyle dedi: "Biz uzun zamandır, hala onu,
delilikten kurtarmaya çalışıyoruz; kahrolası adam!"
Ebu
Leheb'in bu sözleri Resulullah'a ulaşınca Hazret buna üzüldü
ve (Allah Resulü'ne teselli amacıyla) bu sure nazil oldu.
Öte yandan biliyoruz ki çeşitli temsilci heyetlerin Mekke'ye
gelerek Resulullah ile görüşmeleri, İnzar âyetinin
inmesinden yıllar sonra gerçekleşmeye başlamıştır. Bu da
gösteriyor ki "Mesed" suresinin İnzar âyetiyle ilintili
olarak inmesi yersiz bir iddiadan ibarettir.
Burada
üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise şudur: "Eğer
Rukayye ve Ümmü Külsüm'ün "Mesed" suresinin inmesi ve
müşriklerin eziyetlerinin başlamasının ardından
boşanmalarının gerçekleştiğini söylersek, o zaman şu sorunun
cevabını vermemiz gerekecektir ki, neden o uzun zamana kadar,
Ebu Leheb'in çocukları hiçbir mazeret ve engel bulunmadığı
halde eşleriyle cinsel ilişkide bulunmamışlardı? Halbuki
yine aynı rivâyetlerin açık iddiasına göre Osman onlardan
birisiyle evlenir evlenmez cinsel ilişkiye girerek hemen
hamile bırakmış ve eşi Habeşe'ye giderken gemide çocuk
düşürmüştü!!
Öte
yandan Mısırlı büyük yazar Tevfik Ebu İlim'in "Tarih-u
Ehl-il Beyt" isimli kitabında naklettiği bir rivayet de
dikkatimizi çekmiş ve yukarıda bahsettiğimiz görüşlere daha
bir şüpheli bakmamıza vesile olmuştur. O şöyle diyor: "...Rukayye'ye
gelince, o Utbe b. Ebî Leheb ile evlenmiş ve henüz onun
eşiyken vefat etmiştir."
Bu
rivâyet gereği Ebu Leheb'in oğlunun Rukeyye'yi boşadığı
iddiası da şüpheli duruma düşmekle birlikte, buna
gösterdikleri sebep (Mesed suresinin inişi ve kızların
Müslüman oluşu) de itibarını kaybeder ve surenin Şi'b-i Ebi
Tâlip muhasarası zamanında nâzil olduğu iddiası daha da
güçlenmiş olur.
Bir
Başka Çelişki:
Zübeyr b.
Bekâr ve ibn-i Esâkir, Cafer b. Muhammed'den, o da
babasından şöyle rivâyet etmektedir: "Resulullah'ın oğlu
Kâsım Mekke'de vefat etti; Allah Resulü oğlunun defin
merasiminden dönüşünde, Âs. b. Vâil ve oğlu Amr b. Âs'ın
yanından geçerken, Âs Resulullah'ı gördüğünde "Şimdi ben
şunu kızdıracağım" dedi ve şöyle devam etti: "Hiç şüphesiz
bu adam artık soyu kesik, ocağı sönük duruma düştü." Bunun
üzerine Allah'u Teala "Hiç şüphesiz soyu kesilen sana kin ve
buğz besleyen düşmanındır."
ayetini indirdi.
Bir diğer
rivâyette ise şöyle diyor: "Önce Resulullah'ın oğlu Kâsım
dünyaya geldi, sonra Zeynep, sonra Abdullah, sonra Ümm-ü
Külsüm, Fâtıma, daha sonra da Rukayye. Sonra önce Kâsım,
daha sonra da Abdullah vefat edince Âs b. Vâil "Onun nesli
kesildi; o ebterdir" deyince söz konusu ayet nâzil oldu."
Bazıları âyetin, Âs b. Vâil değil, oğlu Amr b. Âs hakkında
nâzil olduğunu rivâyet etmişlerdir.
Süddî ve İbn-i Abbâs'ın rivâyetinde, Resulullah'ın bir
oğlunu, bir diğer rivâyette ise bir evladının vefatının
ardından Âs b. Vâil'in söz konusu sözü söylemesi üzerine
indiği nakledilmektedir.
Meşhur sözü söyleyenin, Âs. B. Vâil değil, Akabe b. Ebi
Muayt
veya Ebu Leheb
veya Kureyş
olduğu da söylenmiştir.
Hatta bir
rivâyette Resulullah'ın oğlu İbrahim'in vefatı münasebetiyle
Ebu Cehl'in Resulullah hakkında söylediği sözler üzerine
söz konusu âyetin nâzil olduğu söylenmektedir.
Öte yandan tarihçiler arasında; Kasım'ın Resulullah'ın (s.a.a)
en büyük evladı olduğu meşhurdur.
Önceden verdiğimiz rivâyet ise Kâsım'ın bi'setten sonra
vefat ettiğini, Abdullah'ın ise Kâsım'dan bir ay sonra vefat
ettiğini söylüyordu. Buna bir de kesinlik kazanan
Abdullah'ın bi'set sonrası doğup vefat ettiği gerçeğini
eklersek olay daha bir netlik kazanmış olacaktır.
Aşağıdaki
rivâyetleri de göz ardı etmemeliyiz; diyorlar ki:
"Kâsım
vefat ettiği zaman iki yaşındaydı."
"Kâsım
yürüme çağına gelinceye kadar yaşadı."
Belazurî
ise ikisinin arasını toplanmış ve şöyle demiştir: "Kâsım iki
yaşına geldiği ve yürüdüğü bir sırada vefat etmiştir."
Bazı
diğer rivâyetler, Resulullah'ın evlatlarının süt emdikleri
bir çağda vefat ettiklerini kaydetmiş, bazısı "Bi'set
sonrası" tabirini eklemiş,
bazısı ise şu ifadeyi kullanmıştır: "Çocuklarının hepsi de
çok küçük yaşta vefat etmişlerdir."
Mücâhid'in Kâsım hakkındaki görüşü ise şudur: "O yedi gün
(veya yedi gece) yaşadı."
diğer bir rivâyetde "On yedi ay yaşadı" tabiri
kullanılmıştır.
Tarihçi Süheylî ise şöyle diyor konu hakkında: "Kâsım yürüme
çağına varmıştı, ancak henüz sütten kesilmemişti."
Bu konuda
üç ayrı rivâyet ise şu şekildedir:
"Kâsım ve
Tayyib, henüz küçük yaşta iken Mekke'de vefat ettiler."
"Kâsım
hayvana binecek ve at sürecek kadar büyüdü."
"Kâsım
vefat ettiği sırada dört yaşında idi."
Buraya
kadar Kâsım'ın küçük yaşta öldüğünü değişik rivâyetlerin
diliyle cûz'î farklarla aktardık. Şimdi Kâsım'ın ne zaman
dünyaya geldiğine bakalım:
Müsned-i
Feryâbi'de Kâsım'ın İslam'dan sonra dünyaya geldiğini
içeren bilgilere ilaveten, aşağıdaki iki rivâyet de bunu
te'yid etmektedir:
a)-Kâsım
vefat ettiğinde dört yaşındaydı. Ondan bir ay sonra da
Abdullah, henüz sütten kesilmemişken vefat etti. Hz. Hatice:
"Ya Resulallah, keşke yaşasaydı da sütten kesseydim"
dediğinde, Allah Resulü: "Onun süte doyup kesilmesi
cennette gerçekleşecektir" buyurdu.
b)-Müsned-i Feryâbî'de şöyle kaydedilmiştir: "Resulullah (s.a.a),
Kâsım'ın vefatından sonra Hatice'nin yanına geldiğinde onu
ağlar şekilde buldu. Hz. Hatice, ya Resulallah dedi, (göğsümde)
Kâsım'ın sütü çoğaldı; eğer yaşayıp da süt emme süresini
tamamlasaydı, (ayrılığının) tahammülü daha kolay olurdu
benim için. Cevabında Allah Resulü şöyle buyurdu: "Onun için
cennette, süt emme süresini tamamlatacak süt annesi tahsis
edilmiştir." Hz. Hatice "Böyle olduğunu bilince daha kolay
olur benim için" deyince, Allah Resulü "İstersen cennetten
sesini sana duyurabilirim" buyurdu. Hz. Hatice ise "Ben
Allah'ı ve Resulü'nü tasdik ediyorum" cevabını verdi.
Süheylî
bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: "Bu hadis Kâsım'ın
cahiliyyet zamanında ölmediğini gösteriyor."
Bu iki
rivâyet, hem Kâsım vefat ettiği sırada Allah Resulü'nün
peygamberliğe eriştiğini, hem de henüz süt emdiği sırada
vefat ettiğini, dolayısıyla da büyük ölçüde bi'setten sonra
dünyaya geldiğini gösteriyor.
Kısacası
bir yandan, Kevser suresinin Kâsım'ın vefatı üzerine
bi'setten kaç yıl sonra nâzil olduğunu, yine Kâsım'ın doğumu
ve vefatıyla ilgili verdiğimiz diğer rivâyetleri, diğer
taraftan Ümm-ü Külsüm ve Rukayye'nin Kâsım ve Abdullah'ın
vefatından sonra dünyaya geldiklerini dikkate aldığımızda,
bu iki kızın kesinlikle bi'setten kaç yıl sonra dünyaya
geldiğini anlamış oluyoruz. Hal böyle iken, onların
cahiliyyet zamanında Ebu Leheb'in iki oğlu ile evlenmeleri,
onlardan boşandıktan sonra ise Rukayye'nin Osmân b. Affân
ile evlenip bi'setin beşinci yılında Habeşistan'a hicret
ederken gemide çocuk düşürmesi nasıl düşünebilir?!.
Gerçi bu
konuda Ebu Hilâl-il Askerî aykırı bir rivâyet de
nakletmiştir; ancak rivâyetin içerisinde açık çelişki
bulunmaktadır. O şöyle diyor: "Kâsım ve Tâhir, nübüvvetten
önce vefat ettiler. Resulullah (s.a.a) Kâsım'ın cenazesinden
döndüğünde Âs b.Vâil ve oğlu Amr'ın yanından geçerken Amr "Şimdi
ben ona karşı düşmanlığımı sergileyeceğim" dedi. Bunun
üzerine Âs şöyle dedi: "Hiç şüphesiz o ebter (soyu kesik)
oldu." Ardından Allah-u Teâlâ "Şüphesiz sana düşmanlık
besleyen var ya, işte odur asıl ebter olan"
âyetini indirdi.
Görüldüğü
gibi bu rivâyet, önce Kâsım'ın nübüvvetten önce öldüğünü,
ardından bu münasebetle Kevser suresindeki âyetin indiğini
söylüyor. Oysa hepimiz bilmekteyiz ki Allah Resulü'ne
âyetler nübüvvetten sonra nâzil olmaya başlamıştır. Bazıları
âyetin olayın hemen ardından değil, birkaç yıl sonra nazil
olup, önce yaşanan bir olaya değindiğini ileri sürebilir
belki; ancak bu oldukça uzak bir ihtimaldir ve bildiğimiz
gibi genellikle âyetler olayların yaşandığı sırada inmiştir.
Elbette
bu yanlışlığın bir kalem hatasından kaynaklanarak "Nübüvvetten
sonra" yerine "Nübüvvetten önce" yazılmış olması mümkündür.
RESULLAH'IN EN KÜÇÜK KIZI
KİMDİR?
Cürcânî
diyor ki: "Benim yanımda sahih olan görüş şudur ki Rukayye
Resulullah'ın en küçük kızı idi; hatta Fâtıma'dan (a.s) da
küçüktü."
Bazıları
ise Ümm-ü Külsüm'ün hepsinden küçük olduğunu söylemişlerdir.
Ebu Ömer
de şöyle demiştir: "Fâtıma ve bacısı Ümm-ü Külsüm,
Resullah'ın en küçük kızlarıdır; ancak bu ikisinden
hangisinin daha küçük olduğunda ihtilaf edilmiştir. İbn-i
Serrâc demiştir ki: "Ben Ubeydullah-il Haşimi'nin şöyle
dediğini duydum: "Fâtıma, Resulullah kırk bir yaşındayken
dünyaya gelmiştir."
El-İstiâb
kitabında bu rivâyete "Rukayye'nin Fâtıma'dan daha küçük
olduğu söylenmiştir" cümlesi de ilave edilmiştir.
Bazıları
ise Hz. Fâtıma'nın, kızların en küçükleri olduğunu ileri
sürmüş ve bu görüşü sahih bilmişlerdir.
Her
halükârda eğer biz Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün Hz. Fâtıma'dan
küçük olduğunu kabul edersek, sonuca varabilmemiz için bu
sefer Hz. Fatıma'nın doğum tarihine bakmamız gerekecek.
Şimdi bu
görüşlerin hangisini alırsanız alın, bi'setten biraz önce
veya bi'setten sonra dünyaya gelen Hz. Fâtıma'dan daha küçük
kızların Ebu Leheb'in iki oğluyla evlenmeleri, boşandıktan
sonra da Rukayye'nin Osman b. Affân ile evlenip bi'setin 5.
yılında Habeşistan'a hicret ederken yolda çocuk düşürmesi
makul bir ihtimal olabilir mi?!
Şimdi Hz.
Fâtıma'nın bi'setin 5. yılında dünyaya geldiğini gösteren
delillerimizi vermeye çalışalım:
Bizimle
aynı görüşü (hicretin 5. yılında doğduğunu) paylaştıklarını
açıkça ortaya koyanların
yanı sıra şu delilleri zikredebiliriz:
a)-Hatırlayacağınız gibi bahsimizin başlarında bir çok râvi
ve tarihçiden
nakletmiştik ki, Resulullah'ın bütün çocuklarının (bazıları
sadece Abd-u Menaf'ı istisna etmişti) bi'setten sonra
dünyaya geldiklerini ileri sürmüşlerdi. Bu da Hz. Fâtıma'nın
bi'setten sonra dünyaya geldiğini gösteriyor.
b)-Çeşitli mezheplere mensup hadisçi ve tarihçilerin
naklettiği bir çok rivâyete göre Hz. Fâtıma'nın nütfesi,
Cebrail'in (a.s) miraç gecesinde Resulullah'a (s.a.a)
cennetten getirdiği meyveden bağlanmıştır. Miraç olayı ise
en doğru görüşe göre bi'setin ikinci veya üçüncü yılında
gerçekleşmiştir.
Bu
rivâyetler, Sa'd b. Vakkas, Ümm-ül Mu'minin Âişe, Ömer b.
Hattâb, Sa'd b. Mâlik ve diğer bazı meşhur şahsiyetlerden,
aynı şekilde İmam Cafer-i Sâdık'tan nakledilmiştir.
Bu rivâyetlerin bazısı üzerinde tartışılabilir belki; ancak
bunlardan bir çoğu tartışma götürmez derecede sahihtirler.
Zikrettiğimiz kaynaklara başvurup dikkat eden herkes bunu
görebilir.
c)-Yine
Hz. Fâtıma'nın bi'setten sonra dünyaya geldiğini gösteren
bir diğer delil şudur ki, önceden de değindiğimiz gibi, Hz.
Hatice Resulullah ile evlendikten sonra Kureyş kadınları onu
kınamış ve ona küsmüşlerdi. Sonradan Hz. Hatice Hz.
Fâtıma'ya hamile kalınca, henüz annesinin karnındayken
onunla konuşuyor ve ona teselli veriyordu. Hz. Hatice bunu
Peygamber'den saklıyordu. Bir gün Resulullah (s.a.a) içeri
girdiğinde Hatice'nin (karnındaki bebeği) Fâtımay'la
konuştuğunu gördü ve "Ey Hatice kiminle konuşuyorsun?" diye
sordu. Hatice "Karnımdaki bebekle; o benimle konuşuyor ve
beni yalnızlıktan çıkarıyor" dedi. Bunun üzerine Allah
Resulü şöyle buyurdu: "Ey Hatice, işte Cebrail bana onun kız
çocuğu olduğunu haber veriyor..."
Bu
hadisten anlaşılan şu ki, Hz. Hatice'nin Hz. Fâtıma'ya
hamile kalması, Hz. Resulullah'ın Cebrail (a.s) ile
görüştüğü sıralarda gerçekleşmiştir; bu ise Resulullah
peygamberliğe seçildikten sonra başlamıştır. Yine aynı hadis
bu hamileliğin bi'setten kaç yıl sonra gerçekleştiğini
gösteriyor; zira rivâyetten bu hamileliğin Kureyş'in
Resulullah'a karşı eziyetlerinin başladığı ve Kureyşli
kadınların Hz. Hatice'ye küstükleri sırada olduğu
anlaşılmaktadır. Bu ise bi'setten kaç yıl sonra, yani gizli
davet süresi sona erdiğinde açık davetin başlamasıyla
başlamıştır.
d)-Hz.
Fâtıma'nın bi'setten kaç yıl sonra dünyaya geldiğini
gösteren bir delilimiz de şudur: Ebu Bekir Hz. Fâtıma'ya
talib olduğunda, Allah Resulü onu reddetmiş, ardından aynı
talepte bulunan Ömer'e de red cevabı vermiş ve gerekçe
olarak da Hz. Fatıma'nın küçüklüğünü göstermişti. Sonra Hz.
Ali (a.s) tâlip olunca Hz. Fâtıma'yı ona nikahlamıştı.
Buna gücenenlere de Allah Resulü şu cevabı vermişti: "Allah'a
andolsun ki size engel olup da ona nikahlayan ben değilim,
Allah'tır."
Öte
yandan şunu da kesin bir şekilde biliyoruz ki Hz. Fatıma'nın
nikahlanması hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir.
Buradan da anlaşılıyor ki Hz. Fâtıma bi'setten önce (Mesela
bazılarının iddia ettiği gibi 5 yıl önce) dünyaya gelmiş
olsa o zaman Hz. Fâtıma, söz konusu şahıslar talip
olduklarında takriben 20 yaşlarında olması gerekirdi. O
zaman da 20 yaşındaki birisine Allah Resulü'nün henüz
küçüktür deyip gelenleri reddetmesi makul ve mantıklı
olabilir mi?!
HZ.
HATİCE, RESULULLAH (S.A.A)
İLE NE
ZAMAN EVLENDİ?
Üzerinde
durulması gereken bir diğer husus ise şudur ki, Rukayye ve
Ümm-ü Külsüm'ün Ebu Leheb'in iki oğlu ile evlenmeleri
iddiası ancak Resulullah ile Hz. Hatice'nin, bi'setten bir
hayli önce evlenmiş olmaları halinde mantıklı olabilir.
Şimdi bu evliliğin geçekleşme tarihine bir bakalım:
Rivayetlere baktığımızda gerçi bu evliliğin bi'setten 15,
16, hatta 20 yıl önce gerçekleştiğini iddia eden nadir
görüşler de vardır;
ancak bunlara karşılık bu evliliğin bi'setten on yıl önce,
beş yıl önce
ve üç yıl önce
gerçekleştiğini ileri süren rivâyetler de vardır.
Özellikle
son görüşü te'yid eden nakiller ve karineler de vardır;
mesela Beyhâki Hz. Hatice'nin 50 yaşında vefat ettiğini
ileri sürüyor.
Hz.
Hatice'nin Resulullah'la evlendiği zamandaki yaşını, vefat
ettiği sıradaki yaşı ile kıyaslarsak o zaman son görüşün
daha mantıklı olduğunu görürüz.
Yine
önceden de naklettiğimiz gibi, rivâyetler Hz. Hatice'nin
cahiliyet zamanında Abd-ü Menaf'tan başka bi çocuk
doğurmadığını ileri sürüyorlardı. Bu da Hz. Hatice'nin
Resulullah'la bi'setten bir hayli önce evlendiği görüşü ile
örtüşmemektedir. Zira çok önceden evlendikleri ve zâhiren
bir mazeret de gözükmediği halde onca yıl çocuklarının
olmaması çok uzak bir ihtimaldir; bu da bi'sete yakın bir
zamanda evlendikleri görüşünü güçlendirmektedir.
Böylece
bu delil de, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün cahiliyet zamanında
doğup büyüdüklerini, önce Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlenip,
boşandıktan sonra da Rukayye'nin Osman b. Affân'la
evlenmeleri görüşünün tutarsızlığını, verdiğimiz vereceğimiz
diğer delillerle de yan yana konulduğunda bu görüşün asılsız
olduğu kesin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Öte
yandan Ehl-i Sünnet Alimlerinden Dûlâbî ve Diyarbekri'nin
görüşlerine bakılırsa, Osman b. Affân Rukayye ile cahiliyet
zamanında evlenmiştir.
Bu ise
iddia edilen Peygamber kızlarının Ebu Leheb'in oğlanlarıyla
evlendiğinin doğru olmadığı demektir; zira söz konu
rivayetler, Ebu Leheb'in kızları boşattırmasının sebebi
olarak onların Müslüman olduğunu ileri sürüyorlardı; oysa bu
rivâyet Ebu Leheb'in oğlundan sonra Rukayy'le evlendiği
söyleyen Osman'ın dahî onunla cahiliyet zamanında
evlendiğini ileri sürmektedir!
ÜMMÜ KÜLSÜM HİCRET
SIRASINDA NEREDEYDİ?
İşlediğimiz konuda bize yardımcı olacak bir diğer husus
Müslümanların Medine'ye hicreti sırasında Ümm-ü Külsüm'ün
muammalı durumudur. Cahiliyet zamanında Ebu Leheb'in oğluyla
Mekke'de evlenip de sonra ayrılan ve yıllar sonra Medine'de
Osman'la evlenen Ümm-ü Külsüm'ün, Medine'ye hicret sırasında
ortada adı bile yok. Tarihçiler müslümanların ardından Hz.
Ali'nin Resulullah'ın kızı Hz. Fâtıma da dâhil, Fatıma
isimli birkaç kadını, Ümm-ü Eymen'i ve güçsüz mu'minleri
alıp kendisiyle birlikte Medineye getirdi. Ancak hiçbir
kaynakta Ümm-ü Külsüm'ün adından bahsedilmemektedir. Acaba
önceden mi hicret etmişti? Sonraya mı kaldı? Kiminle
birlikte ve neden?! Güçsüz mu'minlerin içerisinde miydi? O
zaman, neden bacısı Fâtıma ve Ümm-ü Eymen'den ayrılıp
onların içerisine yerleştirildi?!
Bütün
bunlar cevap bekleyen muammalı sorulardır. Görüldüğü gibi
bazen çok meşhur şeyler dahi araştırldığında, en azından
öyle zannedildiği kadar da olmadığı ortaya çıkmış oluyor.
ZEYNEP HAKKINDA BİR KAÇ NÜKTE
a)-Yazımızın başlarında da değindiğimiz gibi Ebulkâsım Kufi,
Zeyneb'in, Resulullah'ın değil Hz. Hatice'nin bacısının
kocasının kızı olduğunu nakletmektedir.
b)-Bazı
rivâyetlerde şöyle nakledilmiştir: "Hatice Nabbâş b. Zurâre
(Ebu Hâle) için üç evlat doğurdu; bunlar Hind, Hâris ve
Zeynep'ti."
Bu
rivâyet iki şeyi teyid etmektedir; biri Zeyneb'in
Resulullah'ın üvey kızı olduğunu, Hz. Hatice'yle ilgili
tarafına gelince, biz Hz. Hatice'nin Resulullah'tan önce
evlenmediğine inanıyoruz. Bunun delillerini de önceden
aktardık; ancak bu rivâyette muhtemelen, Hz. Hatice'nin
isminin verilmesi Zeyneb'in Hz. Hatice'nin kefaleti altında
olmasından veya Hz. Hatice'nin bacısıyla karıştırıldığından
kaynaklanabilir. Kısacası işin bu yanı bizi fazla
ilgilendirmiyor; bizi ilgilendiren yanı şudur ki bu rivâyet
Zeyneb'in Ebu Hale'nin kızı olduğunun öteden beri
bilindiğini ortaya koyuyor. Aşağıda vereceğimiz şu iki
rivâyet de aynı te'yidi içermektedir:
"El-Envar"
ve "El-Bideu" isimli kitaplardan şöyle naklediliyor: "Rukayye
ve Zeynep Hatice'nin bacısı Hâle'nin kızlarıdır."
Yine
El-Envar, El-Keşf, El-Lum'e kitaplarından ve Belâzurî'den
şöyle nakledilmektedir: "Zeynep ve Rukayye Resulullah'ın
üvey evlatlarıdır..."
Bu
rivâyetlerde cüz'î bazı yanlışlar ve karıştırmalar olsa da,
onlardan şu gerçeği anlıyoruz ki söz konusu kızlar,
Resulullah'ın gerçek kızları değil, onun üvey
evlatlarıdırlar. Ancak onların kimin evlatları oldukları
şimdilik bizi ilgilendirmiyor. Evet onların, Resulullah'ın
kızları olduklarını ileriye süren önceden değindiğimiz
rivâyetler arasındaki akıl almaz çelişkileri de dikkate
aldığımızda bu iddiamızın haklılık payı daha da artacaktır.
HZ.
ALİ'YE AİT BAZI HASLETLER
Zeynep,
Rukayye ve Ümm-ü Külsüm diye adı geçen ve Ebu Leheb'in iki
oğlu, Osman ve Ebul'âs b. Rabi ile evlendikleri söylenen
kızların Resulullah'ın gerçek kızları olmadığını gösteren
bir delil de, Hz. Ali'ye özgü bazı haslet ve özellikler
hakkında nakledilen rivâyetlerdir. Örneğin Ebul-Hamrâ,
Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet etmiştir:
"Ey Ali,
sana üç haslet verilmiştir ki, senden başka kimseye, hatta
bana dahi verilmemiştir.: Sana benim gibi bir kayınpeder
verilmiştir; ama bana benim gibi biri verilmemiştir. Sana
kızım gibi bir Sıddîka verilmiştir; ama bana onun gibi bir
(eş) verilmemiştir. Sana sulbünden Hasan ve Hüseyin gibi
evlatlar verilmiştir; ama bana benim sulbümden onlar gibisi
bana verilmemiştir; ancak siz bendensiniz, ben de sizdenim."
Şimdi
eğer Osman ve Ebul'âs ile evlenen kızlar , Resulullah'ın
gerçek kızları olsaydı, Allah Resulu'nün bu sözü doğru
olmazdı; zira o durumda onlar da Resulullah gibi bir
kayınpedere sahip olmuş olacaklarından, bunun Hz. Ali'ye has
bir özellik olarak gösterilmesi yanlış olurdu. Hatta
Osman'ın böyle bir vasfa sahip olması daha uygun olurdu.
Zira o, (iddiaya göre) Resulullah'ın iki kızıyla evlenmemiş
miydi?!
Ebuzer-i
Gıfâri'den nakledilen hadis de bunu te'yid etmektedir.
Ebuzer söz konusu hadiste Resulullah'tan şöyle
nakletmektedir:
"Hiç
şüphesiz Allah-u Teâlâ, Arşından -keyfiyet ve zevâl söz
konusu olmadan- yer yüzüne baktı ve beni seçti. Ali'yi de (bana)
damat olarak seçip ona (eş olarak) tertemiz Fatıma-i
Betul'ü verdi ki böyle birisi hiçbir Peygambere
verilmemiştir. Yine Ona Hasan ve Hüseyin verilmiştir ki
onların misli başka hiçbir kimseye verilmemiştir. Ona benim
gibi bir kayın peder ve (Kevser) havzu (başında dostlarını
suya doyurma hakkı) verilmiştir. Yine Cennet ve Cehennem'i
bölme yetkisi meleklere değil, ona verilmiştir..."
Bu konuda,
Buhâri'de Abdullah İbn-i Ömer'den nakledilen uzun bir
rivâyet'in bir bölümü de bizi destekler niteliktedir. Söz
konusu rivâyette kısaca şöyle denmektedir:
"Haricîlerden
bir kişi Abdullah İbn-i Ömer'e gelerek bazı konularda
sorular yöneltip tartışıyor ve son olarak, üçüncü halife
Osman ve Hz. Ali hakkındaki görüşünü soruyor. Bilindiği gibi
Haricîler, üçüncü halifeyi ve Hz. Ali'yi hilâfetleri
zamanında meydana gelen fitnelerden dolayı sorumlu tutuyor
ve onlar hakkında ağır ithamlarda bulunuyorlardı. İşte bu
görüşlerinden hareketle söz konusu Hâricî Abdullah İbn-i
Ömer'in onlar hakkındaki görüşünü sormaktadır. Abdullah
adama şu cevabı veriyor: "Osman'ı dersen, Allah onu
affetmişti;
ama siz onu affetmeği hoş görmediniz. Ali'ye gelince, o
Resulullah'ın amcasının oğlu ve dâmâdıdır." Sonra eliyle
işaret ederek: "İşte bu da onun evidir ve gördüğünüz gibi (Peygamber'in
evinin içerisinde) yer almıştır."
Görüldüğü
gibi bu rivâyette Abdullah İbn-i Ömer, üçüncü halife Osman'ı
savunmak için sadece Uhut Savaşı'na ve kaçanların affıyla
ilgili âyete değinmektedir. Fakat Hz. Ali'yi savunurken üç
delil zikretmektedir: 1-Resulullah'ın amcasının oğlu
olduğunu 2-Resulullah'ın damadı olduğunu 3-Evinin
Resulullah'ın eviyle yanyana olduğunu.
Bu
rivâyette bizim şâhidimiz ikinci delilden ibarettir. Demek
istiyoruz ki eğer gerçekten Osman Resulullah'ın kendi
kızıyla evlenmiş olsaydı, Abdullah onu da savunurken Hz. Ali
gibi onun da Resulullah'ın damadı olduğunu vurgulardı; oysa
buna şiddetle ihtiyacı olduğu halde Osman hakkında böyle bir
isnatta bulunmamaktadır. Bu da onun böyle bir fazilete (Resulullah'ın
damatlığı şerefine) sahip olmadığını göstermektedir. Evet
daha güçlü ve daha ma'kul bir delil bulunduğu halde, zayıf
bir şahidi (işlenen bir suçun affını; Osman'ı da kapsadığını
kabul etsek dahi) zikretmek mantıklı bir girişim olmasa
gerek. O halde böyle bir şeyin (damatlığın) esasen
olmadığını söylemek daha mantıklı olmaz mı?!
MUHTEMEL BİR ÇÖZÜM YOLU
Buraya
kadar ortaya koyduğumuz deliller, Osman ile evlenen kızların,
yine Ebul'âs ile evlenen Zeyneb'in Resulullah'ın gerçek
kızları olmadığını gösteriyor. Şimdi burada şu sorunun
cevabını vermemiz gerekir ki, geldiğimiz bu noktada, acaba
Resulullah'ın evlatlarından bahseden rivâyetlerde ismi geçen
Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isimli kızların esasen
varlığı da mı şüphelidir; yoksa söz konusu rivâyetlere
muhtemel de olsa makul bir açıklama getirmek mümkün müdür?
Bize göre
bu rivâyetlerde ismi geçen söz konusu kızların varlığını
inkar etmek istemiyorsak, bu konuda ortaya koyulabilecek en
makul ihtimal şudur ki evet Peygamber'in Hz. Hatice'den olan
Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isminde kızları vardı; fakat
bunlar (bazı rivâyetlerin de değindiği gibi) küçük yaşta
vefat etmişlerdir. Yani Peygamber'in hem üvey evlatlarının
ismi Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'dü, hem de kendi
kızlarının; fakat kendi kızları fazla yaşamadan, küçük yaşta
vefat etmişlerdir. Ebul'âs ve Osman ile evlenen kızlar ise
Peygamber'in üvey evlatlarıdır ve o zamanlar halk arasında
üvey evlatlar da gerçek evlat gibi telakkî edildikleri için,
söz konusu kızlar da sürekli Resulullah'ın kızları diye
anılarak öyle meşhur olmuş ve sonrakiler onları
Resulullah'ın kızları zannederek kaynaklara da daha çok o
şekilde kaydetmişlerdir.
Bu
rivâyetleri bu şekilde tevil etmekten başka bir çaremiz
yoktur; aksi taktirde zikrettiğimiz çelişkilerle
karşılaşmamız kaçınılmazdır.
OSMAN'IN RUKAYYE İLE
EVLENMESİNE DÂİR
Resulullah'ın, üvey kızı Rukayye'yi Osman ile neden
evlendirdiği hakkında bazı Ehl-i Sünnet kaynaklarında şu
ipuçlarına rastlamaktayız.
"Rukayye
fevkalde bir güzelliğe sahipti."
"Bir
kâhin Osman'a Resulullah'ın peygamberliğini haber vermesinin
ardından, o Ebubebekir'e "Eğer (Peygamber) beni Rukayye ile
evlendirirse Müslüman olurum" diye söz verdi."
Demek
oluyor ki Resulullah'ın Osman'ı Rukayye ile evlendirmesi,
onu İslam'a ısındırma amacını taşıyordu.
Öte
yandan bazı rivâyetler de şöyle diyor: "Sâ'd b. Muâz, Hz.
Ali'ye (Resulullah'tan) Hz. Fâtıma'yı istemesini önerince
Hz. Ali şu cevabı verdi: "Ben ne dünya metaından bir şeye
sahibim..; ne altınım var ne de gümüşüm; ne de İslam'a
ısındırılacak bir kâfirim ben; zira ilk Müslüman olan benim."
Yine Esmâ
bint-i Umeys aynı öneriyi Hz.Ali'ye götürdüğünde ona da
benzer bir cevapla şöyle dedi: "Benim ne altınım var, ne de
gümüşüm; dini sahih olmayan, İslam'ı şüpheli birisi de
değilim (ki evlilik vasıtasıyla İslam'a ısındırılmam söz
konusu olsun!!)
Hz.Ali'nin bu sözünde, belki de evlilikleri benzer
gerekçelere dayanan kimselere bir tariz söz konusudur.
Yine
Hz.Ali'nin Hz. Fâtıma'yla evlenmesini anlatan bazı
rivâyetlerde Resulullah'ın Hz.Ali'ye şöyle buyurduğu
kaydedilmiştir: "O (Fâtıma) senindir ey Ali; sen Deccâl
değilsin."
Bu
hadiste de Hz. Fâtıma'yı önce isteyip de Resulullah'tan red
cevabı alanlara açık bir tariz olduğu için bazıları (İbn-i
Sa'd ve Bezzâr gibi), hadiste bulunan "Leste" (değilsin)
kelimesindeki zamirin şeklini "Lestu" (değilim) şeklinde
değiştirerek, "Sen deccâl değilsin" yerine, "Ben deccâl
değilim" manası çıkarmış ve Allah Resulü'nün bu cümleyle
önceden Hz. Ali'ye verdiği vaade sâdık kalıp kızını ona
vereceğini vurgulamak istediğini iddia etmiş ve böylece
birilerine yönelik olan tarizi halletmeğe çalışmışlardır.
Oysa bu çabaları da nafiledir; zira:
a)-Aynı
rivâyeti Akilî söz konusu iddiaya yer bırakmayacak şekilde,
şöyle nakletmiştir: Resulullah (s.a.a) Fâtıma'yı Hz. Ali'yle
evlendirdiğinde Hz. Fâtıma'ya hitaben şöyle buyurdu: "Ben
seni Deccâl olmayan birisiyle evlendirdim."
Bu
hadisin kelimelerindeki harekeleri değiştirmek mümkün
olmadığı için, yukarıda verdiğimiz manadan başka bir mana
çıkarmak mümkün değildir.
b)-Resulullah'ın önceden Hz. Ali'ye bu konuda vaadde
bulunduğu iddiası da doğru değildir; zira eğer bu doğru
olsaydı, Ömer ve Ebu Bekir Hz. Fâtıma'ya tâlip olduklarında,
Allah Resulü onlara "Fatıma henüz küçüktür" cevabını vermez
ve Hz. Ali'yle sözlü olduklarını söylerdi.
c)-Konuyla ilgili kaynakların bir çoğu, kendisine Hz.
Fâtıma'yı istemesi bir çokları tarafından önerilmeden önce,
Hz. Ali'nin (kendi tabiriyle) aklının ucundan bile böyle bir
şeyin geçmediğini nakletmektedir. Durum böyle iken
Resulullah'ın önceden Hz. Ali'ye söz verdiği iddiası doğru
olabilir mi?!
Hadisin
manasını bu tür soğuk te'villerle değiştiremeyeceğini
anlayan İbn-i Hacer Askalânî, aynı sened ve aynı râviyle
naklettiği hadisin son bölümünü ("Sen Deccâl değilsin"
cümlesini) maalesef makaslayarak nakletmiştir.
Bu da onun ne kadar emânet ve insaf sahibi olduğunu
yeterince gösteriyor!!
Bunu
sadece o değil, daha niceleri ve nice yerlerde
gerçekleştirmişlerdir ki yeri olmadığı için geçiyoruz.
BİR KAÇ NÜKTE
Son
olarak birkaç nükteye değinip bu bahsi kapatmak istiyoruz:
1-Zikrettiğimiz bunca delile ve rivayetler arasındaki bunca
çelişkiye rağmen bazılarının Zeynep Rukayye ve Ümm-ü
Külsüm'ü Resulullah'ın gerçek kızları olarak göstermekte
ısrarlı davrananların niyetinde belki de Hz. Ali'nin
faziletlerine karşılık başkalarına fazilet üretmek
yatmaktadır. İşte bu yüzden görüyoruz ki 3. Halife Osman'a "
Zun-nureyn" (iki nur sahibi) lakabını vermişlerdir. Oysa
dünya kadınlarının efendisi olan ve Resulullah'ın gerçek
kızı ve mübarek neslinin menbaı, olduğunda zerre kadar şüphe
bulunmayan Hz. Fâtıma'nın kocası Hz. Ali'den benzer bir
lakabı esirgemişlerdir nedense!!
2-Osman'ın Rukayye ve Ümm-ü Külsüm ile hiç de mutlu bir
hayat yaşamadıklarını ve Osman'ın onlara karşı çeşitli
eziyetlerde bulunduğunu kaynaklarda okuyoruz.
3- Bütün
bunlara rağmen, ikinci kız (Ümm-ü Külsüm) de vefat ettiğinde
güyâ Allah Resulü'nün "Eğer on kızım olsaydı yine hepsini
Osmân ile evlendirirdim"
buyurduğunu nakleden kaynaklar, söz konusu Hz. Ali (a.s)
olunca şu utanç verici uydurma hadisi nakletmekte bir beis
görmüyorlar:
Güyâ Hz.
Ali (a.s), (Hz. Fatıma'yla evli olduğu halde) Ebu Cehl'in
kızıyla evlenmeğe tâlip olmuş; bunu duyan Resulullah öfkeli
bir şekilde minbere çıkarak bütün ashabın arasında Hz.
Ali'nin bu fiilini teşhir ederek onu kınamış ve "Ebu Tâlib
oğlu eğer bunu yapmak istiyorsa benim kızımı boşamalıdır;
zira Allah'ın düşmanının kızıyla, Allah'ın Resulü'nün kızı
bir araya toplanmaz" buyurmuş; ardından da o sıralarda henüz
müşrik olan Ebul'âs b. Rabi'nin (Zeyneb'in kocası)
damatlığını övmüştü?!
Bu
kıssayı uyduranlar bir çok yerin aksine burada Osman'ı neden
unutmuş ve Peygamber'in methine onun yerine Ebul'âs'ı mezhar
kılmışlardır acaba?! Belki de Hz. Ali'ye karşı müşrik
birisinin övülmesi ona olan ta'riz ve hicvi daha da
galizleştirir de ondan!! Allah hepimizi nefsimizin ve
Şeytan'ın şerrinden korusun.
4-Önceden
de değindiğimiz gibi bu kızlardan bahseden Ehl-i Sünnet
rivâyetleri, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün Ebu Leheb'in
oğlanlarıyla evlendiği üzerinde te'kid ederken, ısrarla bu
oğlanların kızlarla cinsel ilişkiye girmeden bakire olarak
onları boşadıklarını ileri sürmektedirler. Halbuki kaynaklar
buna engel olabilecek herhangi bir engelden bahsetmemiştir.
Fakat sıra Osman'a gelince durum değişiyor. O evlenir
evlenmez cinsel ilişki gerçekleşiyor; hatta hanımı Habeşe'ye
giderken gemide çocuk düşürüyor. Evet böyle olmalıdır; aksi
taktirde Osman'a bir fazilet daha nasıl üretilsin?!