A. “KAÇAMAK” İCTİHÂDLAR
Geçen bölümde, “müt’a nikâhı” için “haramdır!”
diyenlerin dayandığı delilleri ele aldık. Bölümün
sonlarına doğru da, akıl almaz “aklî” delillerine yer
verdik. Şimdi, “müt’a” nikâhının “haramlığını”
ispatlayabilmek için akla hayale gelmedik “deliller”
sunmaya çalışan, bunun için “kırk dereden” su getirenlerin,
müt’a nikâhını bile aratacak fetvalar verdiklerini, çok
ilginç ictihadlarda bulunduklarını göreceğiz! Bunlar öyle
fetva ve ictihadlar ki; bir çoğunu müt’aya “helal”
diyenler bile kabul etmiyor! İşte sözünü ettiğimiz bu
“kaçamak” fetva ve ictihadlardan bazıları:
1. “Bir kimse, bir kadını belli bir ücret
karşılığı zinâ etmek için kiralasa; ona zina haddi
(cezası) tatbik edilmez!”
Ebû Hanîfe, el-Cessâs, es-Serahsî ve
Qâdîhân başta olmak üzere; İbn Hümâm ile Alâüddîn
el-Haskefî dışında kalan Hanefî mezhebinin bütün fukahâsı
bu kanaatte.
2. “Bir kimse, bir kadınla ‘belli bir
süreyle’ tezevvüc eder, evlenirse; bu nikâh sahihtir!
Ancak akit esnasında belirtilen ‘süre’ hükümsüz olup,
nikâhları hukûken ebedî olarak kıyılmış gibi işlem görür.”
Ebû Hanîfe’nin
öğrencilerinden Züfer ile Hanefî fukahâsının en önde
gelenlerinden İbn Hümâm bu görüşte!Onlar
buna “muvakkat nikâh” adını veriyorlar.
Züfer ile İbn Hümâm, bunun için
akit esnasında “tezevvüc = evlenme” ve “nikâh” gibi
kelimelerin kullanılmasını şart koşuyorlar. Bunların
yerine “müt’a” kelimesi kullanılırsa, akdi geçersiz
sayıyorlar. Yani: “... bir aylığına evleniyorum” demekle,
“... bir aylığına müt’a yapıyorum” demek arasında “fark”
görüyorlar! Oysa ha muvakkat nikâh, ha müt’a nikâhı; arada
kelime oyunundan başka bir şey yok!
3. “Bir kimse, bir kadınla onu
bir ay sonra boşamak şartıyla evlense; bu nikâh akdi sahih
ve geçerlidir. Ancak ileri sürülen şart hükümsüz olup,
nikâhları hukûken ebedî olarak kıyılmış sayılır.”
Ebû Hanîfe ve öğrencileri dahil,
bütün Hanefîlerin ittifakla kabul ettikleri bir görüş. En
kuvvetli görüşe göre İmam Şâfiî de bu kanaatte.
Şu ictihada bakın! Bunun bir
önceki ictihaddan farkı ne? Akit esnasında ileri sürülen
şartın “hükümsüz” sayılması neyi değiştirebilir? O kimse
evlendikten bir ay sonra eşini boşasa; bunu kim
engelleyebilir? Boşadıktan sonra; işte size “bir aylık
nikâh”!
4. “Bir kimse, geçici bir süreyle
evlendiğini içinde gizleyerek bir kadınla nikâhlansa; bu
nikâh câiz ve sahihtir.”
Hanefîler, Mâlikîler ve Hanbelî
fukahâsından İbn Qudâme bu görüşte. Hatta Mâlikîler, kadın
tarafı erkeğin bu niyetini anlasa bile o nikâhı geçerli
sayıyor.
Bu nikâhın “müt’a” nikâhından ne
farkı var? Diliyle açıktan söylediğinde “yasak” sayılıyor
da, içinden aynı şeye niyetlendiğinde neden “câizdir”
deniyor!? İnsanlar bu durumda hileye başvurarak “illegal”
yoldan müt’a yapmış olmaz mı!?
5. “Bir kimse, sadece gündüz
vakti bir araya gelmek şartıyla bir kadınla evlense; bu
nikâh sahihtir.”
Hanefîler, Şâfiîler ve Hanbelîler
bu görüşte. Onlar bu nikâha “nehâriyye = gündüzlük” adını
veriyorlar. Ancak Şâfiîlerle Hanbelîler, şartın hükümsüz
olduğunu; evlendikten sonra o şarta bağlanmanın gerekli
olmadığını söylüyorlar.
Oysa bu da bir bakıma “müt’a”
nikâhına benziyor. Çünkü dâimî nikâhtaki “süresizlik”, bir
şekilde -teorik olarak ta olsa- çiğnenmiş oluyor.
6. “Bir kimse, üç talak ile
boşanmış bir kadınla, onu önceki kocasına helal kılmak
şartıyla evlense; bu nikâh mekruh olmakla birlikte,
hukûken sahih ve geçerlidir. Bu evlilik ile kadın önceki
kocasına helal olur!”
Ebû Hanîfe ile öğrencisi Züfer’in
ve bütün Hanefî fukahâsının ittifakla kabul ettiği görüş.
Bilindiği gibi; bir kadın kocası
tarafından üç talakla tümden boşandığında, ona tekrar
helal olabilmesi için; bir başkasıyla “dâimî” nikâhla
evlenmesi ve onunla mutlaka cinsel ilişkide bulunmuş
olması gerekir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler bu konuda
yeterince açık. İşte bu ikinci evlilik de ilerde sona erer;
kadın önceki kocasıyla tekrar evlenip bir araya gelmeyi
düşünürse, bunun bir sakıncası yoktur. Bu işin İslâmî
açıdan yasal yolu budur ve buna İslâm Hukûkunda “tahlîl”
adı verilir.
Bunun bir de yasal olmayan yolu var:
Eşini üç ayrı talak ile tamamen boşayan bir kimse, o
eşiyle tekrar evlenebilmek için ikinci bir kocayla anlaşır!
İkinci koca o kadınla evlenip onunla cinsel ilişkide
bulunduktan kısa bir süre sonra onu boşar! Böylece o kadın
birinci kocasına “güyâ” helâl olur!!! Adeta kiralık olan
bu ikinci kocaya “hulleci”, yaptığı bu işe de “hullecilik”
adı verilir.
Allah'ın Rasûlü’nün (s)
hulleciliği kesin olarak yasakladığı; hulleciyi “iğreti
/ kiralık teke”ye benzettiğive
“hulleci = ikinci koca” ile “kendi namına hulle yapılan =
birinci koca” üzerine lanetler yağdırdığıherkes
tarafından biliniyor. Buna rağmen Hanefîlerin, böyle bir
nikâhı onaylaması ve hukûken geçerli sayması; gerçekten
içler acısı bir durum!
Bunlar yetmiyormuş gibi;
el-Bezzâzî gibi bazı Hanefî alimlerinin “Hulleci koca
anlaşmayı bozarak, eşini boşamaktan kaçınırsa; hâkim
kararıyla zorla boşattırılır!!!” demesi...
İslâm Hukûku adına ne
cinayetler işlendiğini açıkça gözler önüne seriyor.
Mâlikîler, Şâfiîler, Hanbelîler, Zâhirîler
ve hatta “müt’a” nikâhına “evet” diyen İmâmiyye mektebi
böyle bir nikâha “haramdır” derler ve hukûken geçersiz
olduğu için derhal feshedilmesi gerektiğini; böyle bir
nikâhla o kadının önceki kocasına asla helal olamayacağını
ifade ederler. Ancak Şâfiîler, hulleci kişi o kadınla bu
amaçla evlenir ve bu niyetini gizlerse; dolayısıyla bu
durum akit esnasında açıkça şart koşulmazsa; nikâh akdinin
mekruh ancak sahih ve geçerli olduğunu söylüyorlar!
Bu arada, akit esnasında şart koşulmaksızın, “hulle”
niyetiyle yapılan nikâhın geçerli olacağını; üstelik
“hulleci” kocanın bu işi yaptığından dolayı sevap bile
kazanacağını söyleyecek kadar ileri gidenler de var!!!
Sâlim b. Abdillâh, Urve b. Zübeyr, Âmir eş-Şa’bî, Qâsım b.
Muhammed, Yahyâ b. Saîd, Ebû Sevr, Ebuz-Zinâd ile
Rabîa’nın yanısıra, Hanefîlerden İbn Hümâm, Alâüddîn
Timurtâşî, el-Haskefî, Sinânüddîn el-Âmâsî vb. bu
görüşteler!
İşte müt’a nikâhına bir türlü “câizdir ve
helâldir” diyemeyenlerin hali! Müt’ayı haram saymakta
direnenler, müt’aya cevaz verenlerin bile kabul
edemeyeceği fetvalar verebiliyor, ilginç ictihadlarda
bulunabiliyorlar! Allah ve Rasûlü’nün açıkça serbest
bıraktığı bir nikâhı yasaklarken; öbür yandan, adına
“müt’a” demeseler de, müt’aya benzer uygulamaların önünü
açıyorlar! Bu ne acınacak durum!
B. “MÜT’A” YAPMANIN
CEZASI
Geçtiğimiz bölümde, Ehl-i Sünnet
kardeşlerimizin “müt’a” nikâhına “haram” dediklerini,
hatta bunu “zinâ” ve “sifâh” ile eş değerde görmeye
çalıştıklarını gördük. Onların bu konuda içine düştükleri
çelişkilerden birisi de, hiç kuşkusuz, müt’a nikâhıyla
evlenen bir kimsenin şer’î cezası hakkındaki tutumlarıdır.
Ömer b. Hattâb’ın buna “recm = taşlayarak öldürme”
cezasını uygun gördüğünü biliyoruz. Abdullâh b. Zübeyr’in
Abdullâh b. Abbâs’ı tehdit ederken söylediği laflara
bakılırsa;
onun da aynı kafada olduğu anlaşılıyor.
“Müt’a nikâhı” hakkında Ömer’in koyduğu
yasağı aynen devam ettirmeye kararlı olan Ehl-i Sünnet
âlimleri, “hac müt’ası”nda olduğu gibi, müt’anın cezası
konusunda da ona muhalefet ederek şunları söylüyorlar:
Müt’a nikâhı hakkında öteden beri ihtilâf bulunduğu için,
yapanlarına zinâ haddi uygulanmaz. Sadece “ta’zîr” olunur.
Yani hâkimin uygun gördüğü bir cezayla cezalandırılır.”
İşte, şu an yaşayan Ehl-i Sünnet mezheblerinin görüşleri:
Hanefîler : Hanefî fukahâsı müt’a
nikâhını “fâsid” nikâhlar arasına sokar ve “Böyle bir
nikâh ve bu nikâh esnasında yapılan cinsel ilişki “icmâ”
ile zinâ değildir; dolayısıyla zinâ haddini gerektirmez.”
derler. Onlar müt’a nikâhıyla evlenen kişilere ta’zîr
cezasını öngörürler.
Mâlikîler : Mâlikîlerin bu konuda
iki görüşü var: a. Zina haddini gerektirir. b. Ta’zîr
olunur. Ancak Mâlikî mezhebinde tercih edilen ve üzerinde
israrla durulan görüş, bu ikinci görüştür. Mâlikîler müt’a
yapan kişilerin cezalandırılması gerektiğini; ancak bu
cezanın “had cezası” sınırına vardırılamayacağını ifade
ediyorlar.
Şâfiîler : Şâfiîler de aynen
Hanefîler gibi, bu konuda öteden beri ihtilaf
bulunduğundan, “müt’a zina haddini gerektirmez” diyorlar.
Hanbelîler : Onlar da tıpkı
Hanefîler gibi, hakkında ihtilâf bulunan evliliklerde zinâ
haddinin söz konusu olamayacağını; bunlardan birisinin de
“müt’a nikâhı” olduğunu açıkça ifade ediyorlar.
Ehl-i Sünnet kardeşlerimizin, müt’a
nikâhı yapanlara ceza olarak sadece “ta’zîr”i öngörmeleri,
bu nikâhın zina ve sifâh ile hiçbir alâkasının olmadığını
açıkça ortaya koyuyor.
DEĞERLENDİRME VE
SONUÇ
Bu nâçiz çalışmada, “müt’a” nikâhının
Kur’ân ve Sünnet açısından şer’î durumunu, hükmünü
inceledik. İlk bölümde; kavram kargaşasına yol açmamak
için, tartışma konusu olan “müt’a” nikâhını netleştirdik
ve Ehl-i Beyt (İmâmiyye) mektebindeki hukûkî durumunu
açıkladık. İkinci bölümde; özellikle Ehl-i Sünnet
kardeşlerimizin muteber kabul ettikleri en temel hadis,
fıkıh ve tefsir kaynaklardan yararlanarak, ayet ve
hadislerle, sahabe ve tâbiîn tatbikatlarıyla “müt’a”
nikâhının câiz olduğunu ispatladık. Üçüncü bölümde;
“müt’a” nikâhına “haramdır” diyenlerin delillerine yer
verdik ve onlara gerekli cevapları verdik. Dördüncü ve son
bölümde ise; “müt’a” nikâhına bir türlü “helâldir”
diyemeyenlerin düştüğü içler acısı durumlardan, onların
“müt’a” nikâhını bile aratacak fetva ve ictihadlarından
bahsettik. Ve bütün bunları yine Ehl-i Sünnet
kardeşlerimizin kabul ettikleri eleştiri kriterlerini
kullanarak yaptık.
Bütün bu dokümanlardan şu anlaşılıyor:
1. “Müt’a” nikâhı etrafında koparılan
fırtınalar, “kör dövüşü”nden başka bir şey değil! Kavram
kargaşasından bir türlü kurtulamadığımız zaman, karşı
tarafı haksız yere suçlayabiliriz. Bu konuda da aynı durum
yaşanmış!
2. Ehl-i Sünnet kardeşlerimiz
İmâmiyye’yi dinleyip anlamadan, kendi kafalarında bir tür
“müt’a” canlandırmış ve onları o nikâha “cevaz” vermekle
suçlamışlardır. Oysa onların kabul ettiği “müt’a” ile
Ehl-i Sünnet’in hayalinde canlandırıp reddettiği “müt’a”
birbirlerinden tamamen farklıdır. Ehl-i Sünnet mektebinin
reddettiği “müt’a”yı, İmâmiyye mektebi de asla kabul etmez!
3. Ehl-i Beyt (İmâmiyye) mektebinde “müt’a”,
öyle sanıldığı gibi başı boş bir fuhuş aracı değildir. Bu
nikâhın da pek çok hukûkî düzenlemesi vardır.
4. Ayetler ve en sahih hadisler, müt’a
nikâhının câiz ve meşrû olduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Aleyhteki deliller ise, ilim adına hiçbir değer ifade
etmiyor!
5. Müt’a nikâhını nesheden hiçbir delil
yoktur. Bu nikâhı yasaklayan, iddia edilip sanıldığı gibi,
Allah'ın Rasûlü (s) değil, II. Halife Ömer b. Hattâb’tır.
6. Sahâbe ve Tâbiîn dönemlerinde müt’a
nikâhına bol bol fetvalar verilmiş, bizzat uygulanmıştır.
7. Müt’a nikâhının meşrû olmadığını
ortaya koyacak hiçbir aklî ve sosyolojik delil yoktur.
Aksine, aklî ve sosyolojik deliller onun meşrû ve
kaçınılmaz olduğunu ortaya koyuyor.
8. Müt’a nikâhının haramlığına dair
“icmâ”nın aslı esası yoktur. Bu tamamen kuru bir iddiadan
ibarettir.
9. Müt’a nikâhına “zinâ” ve “sifâh”
gözüyle bakmak ve onu bir tür “fuhuş” saymak; öncelikle
Allah’a ve Rasûlü’ne korkunç bir iftiradır! Söz konusu
nikâhı böyle değerlendirenler, ne büyük bir bataklığa
saplandıklarının farkında değiller!
10. “Müt’a” nikâhına ol görüp “helal”
diyemeyenler, nitelik bakımından müt’aya benzeyen, hatta
müt’ayı bile aratan bir takım ictihadlarda bulunmak,
ilginç fetvalar vermek zorunda kalmışlardır!
Böylece “müt’a” nikâhının, bir
profesörün(!) iddia ettiği gibi, “namus fitnesi”
olmadığını; evrensel İslâm kardeşliğini engellemeye ve bu
uğurda yapılan çalışmaları baltalamaya çalıştığı için,
asıl fitnenin “kendisi” olduğunu anlıyoruz. Hadis dalında
çalışan bu profesörün, kendi alanına ne kadar hâkim olduğu;
dolayısıyla hadisleri ne kadar ve nasıl bildiği de gün
ışığına çıkmış bulunuyor!
Müt’a nikâhına olumsuz yaklaşanlardan,
bilhassa Ehl-i Sünnet kardeşlerimizden istirhamımız şudur:
Müt’a nikâhı vb. hassas ve eskiden beri zaten tartışmalı
konuları öne sürerek bir kısım müslümanları hedef
almayalım. Bu tür konular aramızı açmasın. Ümmetin vahdete
ve ortak dünya siyaseti belirleyip uygulamaya her
zamankinden daha çok muhtaç olduğu bir dönemde yaşıyoruz.
Böyle bir dönemde bu gibi nazik konularla uğraşmak, acaba
kime ne kazandırır? Bununla, zaten müslümanları birbirine
düşürüp kırdırmak için fırsat kollayan ve bunun için sun’î
gündemler oluşturan şeytânî güçlerin ekmeğine yağ sürmüş
olmaz mıyız? İslâm düşmanlarının aradığı fırsat değil mi
bu gibi şeyler?
Şeytanlar böyle sun’î bir gündem
maddesiyle ümmet arasında kavga çıkarmaya, bizi
birbirimize düşürmeye çalıştığında; “Bunlar sizin değil,
bizim iç sorunumuz; dolayısıyla sizi ilgilendirmez! Biz
bunları gerekirse bir araya gelir tartışırız. Farklı
görüşlere de inanabiliriz. Ama bunlar İslâm kardeşliğimizi
bozamaz. Siz işinize bakın!” diyemez miyiz? Bu sözlerle
onları en zayıf noktalarından vuramaz mıyız? Bu çok mu zor?
Allah Teâlâ “Hiç kuşku yok; bütün
mü’minler kardeştir.” buyuruyor. [Hucurât : 10] Bu
evrensel İslâm kardeşliğini hangi şey bozabilir?
En azından bunun da ictihâdî bir
konu olduğunu düşünerek, farklı yaklaşanları doğal
karşılayamaz mıyız? En önde gelen İslâm alimleri, İslâmî
konuları “kat’î – zannî”, “usûlî – amelî” ayrımına tâbi
tutmaksızın,
genel olarak; nasslardan hareketle ictihad eden ve
ictihadında yanılan, “doğru”yu bulamayan herkesin mazur
olacağını ve üstelik buna karşılık “bir ecir” alacağını
söylüyorlar. Ebû Hanîfe, Şâfiî, Süfyân es-Sevrî, İbn Ebî
Leylâ, Davud ez-Zâhirî, İbn Hazm, İbn Teymiyye ve Emîr
es-San’ânî bu görüşteler.
Ubeydullah b. Hasen el-Anberî,
İbn Daqîq el-Iyd,
el-Ğazzâlî,
el-Âmidî,
Qâdî el-Beydâvî ile el-İsnevî,
el-Merğînânî,
Zekeriyyâ el-Ensârî,
Alâüddîn el-Haskefî ile Dâmâd Efendi
de aynı görüşü paylaşıyor.
Kardeşlerimiz, en azından “Bu
konuda bizim görüşümüz doğru; ama hatalı olabilir.
Sizlerinki ise yanlış; ama doğru olabilir!”
diyerek evrensel İslâm kardeşliğini tesis edebilirler.
Bizim arzu ve isteğimiz budur.
Eski dönem siyâsîlerinin aramıza
koydukları “utanç duvarlarını” yıkması, mevcut İslâm
mezheblerini birbirine daha da yakınlaştırması (taqrîb =
yakınlaştırma ruhunun canlanması) ve evrensel İslâm
kardeşliğini tesis etmesi... dileğiyle bu âcizâne
çalışmama son veriyor, hayırlara ve güzelliklere vesîle
kılmasını... Yüce Rabbımızdan niyâz ediyorum. Hamd sürekli
O’na, salât ve selâm ise O’nun sevgili peygamberi
Muhammed’e, pâk Ehl-i Beytine, seçkin ashâbına ve onların
yolunu izleyenlere olsun!
el-İhkâm:IV,411,412’deki
ifadelerinden anlaşılan o.
Minhâc’ül-Vusûl ve
şerhindeki (III,313~324) genel ifadelerinden o anlaşılıyor.
el-Hidâye:VII,416 adlı
esrine bakın.
Ğâyet’ül-Vusûl:126;
Feth’ul-Vehhâb:II,153
el-Mülteqâ üzerine
yazdıkları şerhlere (II,200) bakın.
Bu esnek yaklaşım için bk.
İbn Nüceym,207; Ali el-Qârî, Şerhu Ayn’il-Ilm:I,37 |