|
"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir.
Artık onlardan korkmayın, benden korkun." Bu ayet,
bulunduğu yer ve içerdiği anlama açıklık getirme açısından
ilginçtir. Çünkü ayetin baş tarafını yani,
"Size (şunlar) haram
kılındı: Leş, kan, domuz eti... Bunlar yoldan çıkmaktır."
kısmını incelediğin ve buna son kısmını, yani
"O hâlde kim (istekle)
günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan
yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah, bağışlayan ve
esirgeyendir." ifadesini eklediğin zaman, bunun
eksiksiz bir ifade olduğunu görürsün; anlamının tamamlığının
ve maksadının anlaşılırlığının,
"Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ifadesine
bağlı olmadığını gözlemlersin ve bu ifadenin tam bir ayet
olduğunu, daha önce nazil olan En'âm, Nahl ve Bakara
surelerinde haram yiyecekleri açıklayan ayetlere benzediğini
görürsün. Örneğin, Bakara suresindeki ilgili ayette şöyle
buyruluyor:
"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına
kesileni kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve
sınırı aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü,
Allah bağışlayandır, esirgeyendir."
(Bakara, 173) En'âm ve
Nahl surelerindeki ilgili ayetler de bunun benzeridir.
Buradan şu sonuç çıkıyor:
"Bugün inkâr edenler...
umudu kesmişlerdir..." ifadesi, bir ara söz
niteliğindedir ve ayetin ortasına yerleştirilmiştir. Ayetin
kanıtsallık ve açıklık bakımından bu ara söze bağlılığı yoktur.
Artık bundan sonra dilersek şunu söyleyebiliriz: Bu ara söz,
ilk baştan bu ayetin ortasında nazil olmuştur ve indiği andan
itibaren bu ayetle birlikte inmiştir. Ya da şöyle diyebiliriz:
Bunlar iki ayrı ayettiler ve farklı zamanlarda nazil
olmuşlardı. Birini diğerinin ortasına yerleştirmeyi Hz.
Peygamber (s.a.a) vahiy katiplerine emretti. Ya da şöyle deriz:
Bu ifade, ayetin geneliyle aynı zamanda inmediği hâlde,
Mushaf'ın cemi esnasında ayetin bir parçası olarak yazıldı. Bu
ihtimallerin hangisi doğru olursa olsun, "ayetin başı ile son
kısmını birlikte mütalâa ettiğimiz zaman, ifade bir ara söz
gibi belirginleşiyor" şeklindeki değerlendirmemiz üzerinde bir
etkisi söz konusu olmaz.
Bu çıkarsamamızı destekleyen bir diğer
husus da, -büyük bir yekûn tutan rivayetlerin tamamı olmasa
bile- nüzul sebebine ilişkin rivayetlerin büyük bir kısmının
özel olarak, "Bugün
inkâr edenler..." ifadesini esas almaları ve ayetin
aslını yani, "Size (şunlar)
haram kılındı..." diye başlayan kısmını esas
almamalarıdır. Buradan şu sonuç çıkıyor:
"Bugün... umudu
kesmişlerdir..." kısmı, ayetin başından ve sonundan
ayrı ve bağımsız olarak nazil olmuştur. Bu ifadenin, ayetin
ortasında yer alması ya Peygamberimizin (s.a.a)
direktifleriyle ya da Mushaf'ın cemi esnasında gerçekleşmiştir.
ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Abd b.
Hamid kanalıyla Şa'bi'den aktarılan rivayet de bu yaklaşımı
destekler mahiyettedir: "Peygamberimiz (s.a.a) Arefe'de
bulunduğu sırada ona şu ayet indi:
'Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım.' Bazı ayetler Peygamberin (s.a.a)
ilgisini çektiğinde onu surenin baş tarafında koyardı." Daha
sonra Şa'bî şöyle ekledi: "Ona hac ibadetlerini nasıl
yapacağını Cebrail öğretiyordu."
Öte yandan,
"Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir." cümlesi ile,
"Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım." cümlesi, içerik bakımından
birbirine yakındır ve anlam itibariyle birbiriyle irtibatlı
oldukları da kuşku götürmez. Çünkü kâfirlerin Müslümanların
dinlerinden umudu kesmiş olmaları ile Müslümanların dinlerinin
olgunlaştırılmış, kemale erdirilmiş olması arasındaki bağıntı
açıktır. Ayrıca her iki cümlenin içerikleri iç içe geçebilir
ve parçaları birbiriyle ilintili, birbiriyle bütünleşmiş tek
bir içerik hâline gelebilir. Kaldı ki, iki cümle arasında
belirgin bir akış birliği de göze çarpmaktadır.
Bunu destekleyen bir diğer unsur da
sahabe ve tâbiin kuşaklarının ilk ve son dönem müfessirleri
ile sonradan gelen tefsir bilginlerinden günümüze kadar ortaya
çıkan tefsir âlimlerinin bu iki cümleyi birbirini bütünleyen
bitişik iki cümle olarak ele almalarıdır. Bunun tek nedeni,
söz konusu iki cümleden bizim anladığımız şeyi anlamış
olmaları, iki cümlenin birlikte indiğini ve aynı anlama
delâlet etme noktasında birleşmelerini esas almış olmalarıdır.
Bundan da şu sonuç çıkar: Ayetin akışı
içinde bir ara söz olarak yer alan,
"Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a razı
oldum." ifadesi, parçaları birbiriyle bütünlük arz
eden tek bir sözdür ve tek bir hedefi vurgulamaya yöneliktir.
Arada bir farklılık olmaksızın iki cümle bütünlük içinde bu
hedefe işaret etmektedir. Bu açıdan, bu iki cümleyi de içeren
ayetle irtibatlı olduğunu söyleyip söylememiz arasında
herhangi bir fark yoktur. Çünkü bu, söz konusu ifadenin bir
söz oluşunu olumsuz yönde etkilemez. Bu bir ara sözdür. İki
ayrı hedefe yönelik iki ayrı söz değil. Yine,
"Bugün inkâr edenler..."
ve "Bugün sizin
dininizi..." ifadelerinde tekrarlanan "gün"le,
kâfirlerin umut kestikleri ve dinin olgunlaştığı bir tek gün
kastediliyor.
Acaba,
"Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın."
ifadesinde geçen "gün"le ne kastediliyor? Peygamberin (s.a.a)
gönderilişi ve davete başlaması ile birlikte İslâm'ın ortaya
çıkış zamanı mı? Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz:
"Allah size İslâm'ı gönderdi. Böylece dininizi olgunlaştırdı,
üzerinizdeki nimeti tamamladı ve kâfirleri sizin dininizden
umutsuz kıldı."
Fakat böyle bir sonuç elde etmenin imkânı
yoktur. Çünkü ayetin zahirî akışı gösteriyor ki, onların bir
dinleri vardı ve kâfirler bu dini yok etmeyi veya değiştirmeyi
umuyorlardı. Müslümanlar da dinlerinden dolayı onlardan
korkuyorlardı. Ancak şimdi yüce Allah, kâfirleri beklentileri
noktasında umutsuzluğa düşürdü ve Müslümanlara bu açıdan
güvence verdi. Yine anlaşılıyor ki, bu güne kadar din eksikti,
Allah onu kemale erdirdi ve üzerinizdeki nimetini tamamladı.
Oysa, onların İslâm'dan önce bir dinleri yoktu ki, kâfirler
onu yok etmeyi kursunlar ya da yüce Allah onu kemale erdirsin,
böylece üzerlerindeki nimetini tamamlasın.
Kaldı ki, yukarı da ileri sürülen bir
anlam elde etmek için, ifadenin akışında bir değişikliğin
yapılması ve "Bugün
sizin dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin,
"Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir." ifadesinden
önce yer alması gerekir ki, söz dizimi böyle bir anlama uygun
hâle gelsin.
Acaba "gün"den maksat, Mekke fethinden
sonraki dönem midir? Ki yüce Allah o gün Kureyş müşriklerinin
plânlarını boşa çıkarmış, tuzaklarını başlarına geçirmiştir;
müşriklerin etkinliklerini yok etmiştir. O gün dinlerinin
temeli yıkılmış, putları parçalanmış, artık dizlerinin üstüne
dikilmekten umutlarını kesmişlerdir. İslâm'a karşı koyacak,
egemenliğini ve yayılmasını önleyecek güçleri kalmamıştır.
Acaba bu mudur kastedilen?
Ayetten hareketle böyle bir sonuca varmak
da mümkün değildir. Çünkü ayette dinin kemale erdirilmesinden
ve nimetin tamamlanmasından söz ediliyor. Oysa, hicretin
sekizinci yılında gerçekleşen Mekke fethiyle din kemale
erdirilmiş değildir. Bundan sonra nice farzlar nazil olmuştur.
Bugünden Peygamberin (s.a.a) vefatına kadar geçen süre içinde
nice helâller ve haramlar hükme bağlanmıştır.
Kaldı ki,
"İnkâr edenler..."
(kâfirler) ifadesi geneldir; bütün Arap müşriklerini kapsar,
ki müşriklerin tümü Müslümanların dinini yok etmekten
ümitlerini kesmiş değillerdi. Bunun bir kanıtı da müşriklerin
İslâm'a karşı saldırgan tutumlarını sürdürmeleri ve kimi
taraflar arası saldırmazlık anlaşmalarının yürürlükte
kalmalarıdır. Müşrikler, müşrik geleneklere uygun olarak hac
ziyaretinde bulunuyor, müşrik kadınlar çıplak hâlde tavaf
yapabiliyorlardı. Bu durum, Resulullah efendimizin (s.a.a) Hz.
Ali'yi (a.s) Tevbe suresindeki ilgili ayetleri okumak üzere
gönderip cahiliye geleneklerinin kalıntılarını geçersiz
kılıncaya kadar sürdü.
Acaba, ayette geçen "gün"den maksat,
Tevbe suresinin inişinden sonraki bir dönem midir? Çünkü Tevbe
suresinin inişinin ardından İslâm, yaklaşık olarak bütün Arap
yarımadasına yayılmıştı. Şirkin izleri silinmiş, cahiliye
gelenekleri ölmüştü. Müslümanlar dinî ayinlerde ve hac
ibadetinde bir tek müşrike rastlamaz olmuşlardı. İş
Müslümanlar için netlik kazanmıştı. Allah, korkularını güvene
dönüştürmüştü. O'na kulluk ediyor ve hiçbir şeyi O'na ortak
koşmuyorlardı. Acaba bu dönem midir kastedilen?
Ayetten böyle bir sonuç çıkarmanın imkânı
yoktur. Çünkü Arap müşrikleri, Tevbe suresindeki ilgili
ayetlerin inişi, şirkin yarımadadan silinişi ve cahilî
geleneklerin ortadan kalkışı karşısında Müslümanların
dinlerini yok etmekten umut kesmişlerdi; ancak din henüz
kemale erdirilmemişti. Çünkü bundan sonra da çeşitli farzlar
ve hükümler içeren ayetler inmişti. Bunlardan biri de Mâide
suresinde yer alan kimi ayetlerdir. Mâide suresinin
Peygamberimizin (s.a.a) son dönemlerinde indiği hususunda
âlimler arasında görüş birliği vardır. Bu surede helâl, haram,
hadler ve kısas gibi meselelere ilişkin birçok hüküm vardır.
Bundan şu sonuç çıkıyor: Ayette geçen "gün"
kelimesiyle ilk bakışta ayetin anlamıyla uyum sağlayacak
örneğin, İslâm davetinin ortaya çıktığı zaman veya Mekke
fethinden sonraki zaman ya da Tevbe suresindeki ilgili
ayetlerin indiği dönemden sonraki günler gibi günün geniş
anlamının [dönem] kastedilmiş olmasına imkân yoktur.
Dolayısıyla şunu söylemekten başka seçeneğimiz yoktur: Ayette
geçen "gün"den maksat, ayetin indiği gündür. Bu da bizzat
surenin indiği gündür de. Bunun için de,
"Bugün inkâr edenler...
umudu kesmişlerdir." ifadesinin anlam itibariyle
kendisini kuşatan ayetle irtibatlı bir ara cümle olarak
algılanması gerekir. Ya da Peygamber efendimizin (s.a.a) son
zamanlarında ve Mâide suresinden sonra inmiş olması lazım
gelir. "Bugün sizin
dininizi olgunlaştırdım." ifadesi bunu
gerektirmektedir.
Acaba belirli günlerle, bizzat Mekke'nin
fethedildiği gün mü kastedilmiştir? Yoksa Tevbe suresinin
ilgili ayetlerinin indiği gün mü? Bu yaklaşımın yanlışlığını
göstermek bakımından, önceki ikinci ve üçüncü ihtimale ilişkin
olarak gündeme getirdiğimiz müşküller yeterlidir.
Bazı müfessirlerin savunduğu ve çeşitli
rivayetlerde işaret edildiği gibi, kastedilen gün, veda
haccındaki Arefe günü müdür? Şu hâlde, o gün Müslümanların
dinlerini yok etmekten umudu kesenlerden kimler ve ne
kastedilmiştir? Şayet umutsuzluktan maksat, Kureyş
müşriklerinin, Müslümanların dinlerine üstünlük sağlamaktan
ümit kesmeleriyse, bu, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen
Mekke'nin fethedildiği gün ortaya çıkan bir durumdur, onuncu
yılın Arafe günü değil. Eğer kastedilen tüm Arap müşriklerinin
bu konuda ümitsizliğe düşmeleriyse, bu da Tevbe suresinin
inişinden sonraki dönemde, yani hicretin dokuzuncu yılında
ortaya çıkan bir durumdur. Eğer maksat, Yahudi'si,
Hıristiyan'ı ve Mecusî'siyle bütün kâfirlerse -ki
"İnkâr edenler..."
şeklindeki mutlak ifade bunu gerektirir- bunlar henüz İslâm'ı
yenilgiye uğratmaktan umutlarını kesmemişlerdi ve henüz İslâm,
Arap yarımadasının dışında üstünlük, egemenlik, güç ve
caydırıcılık kazanmamıştı.
Öte yandan -Hicretin onuncu yılının
zilhicce ayının dokuzuna denk düşen- bu günün,
"Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım."
ifadesine uygun düşecek özelliğini, ayrıcalığını düşünüp
üzerinde durmamız gerekir.
Denebilir ki: Bununla, Peygamber
efendimizin (s.a.a) bizzat katılarak hac merasimini kemale
erdirmesi sözlü öğreticiliğinin yanı sıra, fiilî olarak da
insanlara hac ibadetinin nasıl yerine getirileceğini öğretmesi
kastedilmiştir.
Ne var ki: Sırf Peygamberimizin (s.a.a)
hac merasimini öğretmesinin -insanlara temettü haccını
öğrettiği hâlde, kulak ardı edilişi somut bir örnek olarak
ortadayken ve ondan önce de namaz, oruç, hac, zekât ve cihat
gibi dinî farzlar hükme bağlanmışken- dinin kemale erdirilmesi
olarak isimlendirilmesi doğru olmaz. Dinin gereklerinden bir
vacibin öğretilmesi, o vacibin tamamlanması ve kemale
erdirilmesi olarak isimlendirilebilir mi? Bu bile olmazken,
dinin bir vacibinin öğretilmesi dinin tümünün kemale
erdirilmesi olarak nasıl kabul edilebilir?
Kaldı ki bu ihtimal,
"Bugün inkâr edenler...
umudu kesmişlerdir." cümlesi ile,
"Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım." cümlesi arasındaki bağıntının
kesilmesini gerektirir. Resulullah'ın (s.a.a) insanlara
temettü haccını öğretmesi ile kâfirlerin dinden ümitlerini
kesmeleri arasında ne gibi bir bağlantı vardır?
Bazılarının şöyle demeleri de mümkündür:
Bundan maksat, söz konusu günde, Mâide suresinde yer alan
diğer helâl ve haramlara ilişkin hükümlerin indirilerek dinin
kemale erdirilmesidir. Çünkü bundan öte helâl ve haram yoktur.
Dinin bu şekilde kemale erdirilmesiyle kâfirlerin kalplerini
ümitsizlik kaplamıştır. Bu ümitsizliğin ve karamsarlılığın
belirtileri yüzlerine yansımıştır.
Fakat, bu takdirde ayette
"inkâr edenler"
şeklinde ifade edilen bu kâfirleri belirlemede titiz
davranmamız gerekir. Kim bunlar? Eğer Arap kâfirler
kastediliyorsa, o gün İslâm onları kaplamıştır, hiç kimse
İslâm'dan başka bir görünümle ortaya çıkamıyordu, ki bu da
gerçek İslâm'ın aynısıydı. [Çünkü gerçek İslâm, zahirî
teslimden başka bir şey değildir.] Şu hâlde ümitleri kırılan
kâfirler kimlerdir?
Eğer bunların dışında, Arap olmayan diğer
kâfir topluluklar ve kuşaklar kastedilmişse, az önce işaret
ettiğimiz gibi, onlar henüz Müslümanlara üstünlük kurmaktan
ümitlerini kesmemişlerdi.
Sonra, Mâide suresinin inişi ve Arefe
gününün sona erişiyle birlikte hüküm koyma işleminin sona
erdiği meselesini irdeliyoruz ve görüyoruz ki, elde birçok
rivayet vardır ve azımsanmayacak bir yekûn tutan bu
rivayetlerde, bu günden sonra da birçok hüküm ve farzın
indirildiğine işaret ediliyor. "Sayf Ayeti" [=Yaz
Ayeti] diye adlandırılan ayeti
ve faiz ayetlerini buna örnek gösterebiliriz. Nitekim Ömer'in
yaptığı bir konuşmada şöyle dediği rivayet edilir: "Kur'ân'ın
en son inen ayeti faiz ayetidir. Resulullah (s.a.a) bu ayeti
bize açıklamadan vefat etti. Dolayısıyla bu hususta kuşku
duyduğunuz şeylerden kaçının ve kuşku duymadıklarınızı
uygulayın..." Buharî, Sahih'inde İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini
rivayet eder: "Resulullah'a (s.a.a) inen en son ayet faiz
ayetidir." Bunun gibi daha birçok rivayet örnek gösterilebilir.
O hâlde hiç bir araştırmacı, bu
rivayetleri zayıf kabul ederek, ayete öncelik tanıyamaz. Çünkü
ayet söz konusu günle, falan günün kastedildiği hususunda
kesin ve açık bir ifadeye sahip değildir. Bilâkis bu, verilen
ihtimallerden sadece biridir. Bunun kesinlik kazanması için
bununla bağdaşmayan ihtimallerin olumsuzlanması gerekir. Bu
rivayetlerinse, hiçbir dayanağı olmayan diğer ihtimallerden
eksik bir yanı yoktur.
Ayetle ilgili olarak şöyle de
denebilir: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, Kâbe'nin
kâfirlerden temizlenmesi, müşriklerin oradan
uzaklaştırılmasıdır. Böylece Müslümanlar, aralarına müşrikler
karışmadan haccettiler.
Bu ihtimale karşı şunu diyebiliriz:
Söz konusu iş bundan bir yıl önce Müslümanlar için netlik
kazanmıştı ve sadece Müslümanlar haccediyorlardı. Dolayısıyla
bunu, "Bugün sizin için
dininizi olgunlaştırdım." ifadesinde geçen "bugün"
sözcüğüyle sınırlandırmanın anlamı nedir acaba?
Kaldı ki, Beytullah'ın sadece
Müslümanlara has kılınışı ve müşriklerden arınması, nimetin
tamamlanması olarak değerlendirilse bile, dinin kemale
erdirilmesi olarak değerlendirilmesi kabul edilmez. Kâbe'nin
şirk kalıntılarından ayıklanmasının, dinin kemale erdirilmesi
olarak nitelendirilmesi ne anlam ifade ediyor? Değil mi ki din,
inançlar ve hükümler toplamıdır. Dolayısıyla dinin kemale
erdirilmesi, parçalarının ve kısımlarının sayısına başka
sayıların eklenmesi anlamını ifade eder. Ortamın dinin
uygulanmasına uygun hâle getirilmesi, dinî pratiğin önündeki
engellerin ve barikatların kaldırılması ise, kesinlikle dinin
kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmez. Kaldı ki,
kâfirlerin dini yok etmekten yana umutsuzluğa düşmeleri
problemi de olduğu gibi duruyor.
Ayetle ilgili olarak şöyle bir
değerlendirmenin söylenmesi de mümkündür: Dinin kemale
erdirilmesinden maksat, söz konusu haramların ayrıntılı bir
şekilde açıklanmasıdır. Bundan maksat da Müslümanların
açıklamaları dikkate alıp haramlardan kaçınmaları ve bu konuda
kâfirlerden korkmamalarıdır. Çünkü kâfirler, Müslümanların
dinlerini yok etmekten ümit kesmiş bulunuyorlardı. Bu,
Allah'ın Müslümanları desteklemesi, dinlerini üstün kılması ve
onları kâfirler karşısında galip getirmesi sayesinde
gerçekleşmiştir.
Konuyu biraz daha açacak olursak: İlâhî
hikmet, İslâm'ın ilk dönemlerinde dört temel haramdan, yani
leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına
kesilenlerden bazı Mekke inişli surelerde genel olarak söz
edilmesini yeterli görmüştür. Bu surelerde ayrıntıya baş
vurulmamıştır. İslâm'ın Müslümanlar açısından uygun görmediği
daha başka detaylar bu ayrıntıların kapsamında peyderpey
açıklanmak üzere terk edilmiştir. Mekke'nin fethinden sonra,
tefsiri sunulan ayetin kapsamında ayrıntıya baş vurulmuştur.
Bu, söz konusu pisliklerin haramlılığına yönelik aşamalı bir
yasaklama ve zorlaştırmadır.
Nitekim aynı yöntem, şarabın haram
kılınışında da uygulanmıştır. Bununla güdülen amaç, Arapların
İslâm'dan kaçmamalarıdır. İslâm'da zorluk görüp de inanan
yoksulların geri döneceği ümidine kapılmamalarıdır. Ki ilk
Müslümanların büyük çoğunluğunu yoksullar oluşturuyordu.
Fakat İslâm güçlendikten sonra, bu
haramların ayrıntılı açıklamasına baş vuruldu. Artık Allah
Müslümanlara bolluk bahşetmişti, onları güçlendirmişti.
Müşrikler de Müslümanların dinlerinden kaçıp uzaklaşmalarından
ümitlerini kesmişlerdi. Müslümanları yenilgiye uğratacaklarına
ve caydırıcı, ezici bir güç toplayıp İslâm'ı ortadan
kaldırmalarına dair bir duygu taşımaz olmuşlardı. Dolayısıyla
artık müminlere onları dikkate almaları, dinlerinden ve
canlarından yana onlardan korku duymaları yakışırdı.
Şu hâlde ayette geçen "gün"den maksat,
Veda Haccı yılının Arefe günüdür. Geri kalan hükümleri
açıklayan bu ayet o günde inmiştir. Bu hükümlerle yüce Allah
cahiliyenin basit anlayışlarının, pisliklerinin ve asılsız
kuruntularının kalıntılarını da geçersiz kılıp ortadan
kaldırdı. Bu ayet, Müslümanların müşriklere tam anlamıyla
üstünlük sağlamalarının müjdesiydi. Artık müşrikler İslâm'ın
yok olacağını umacak durumda değildiler. Bundan sonra onlarla
hoş geçinmeye bakmanın, onlardan korkmanın, sonuçtan endişe
etmenin gereği yoktu.
Dolayısıyla yüce Allah, bu ayette
Müslümanlara, kâfirlerin onların dinlerini yok etmekten umut
kestiklerini haber vermektedir. Şu hâlde -zayıflıkları güce,
korkuları güvene ve yoksullukları zenginliğe dönüştüğü bu
süreçte- Allah'tan başkasından korkmamaları gerekmektedir.
Ayette ayrıntılı biçimde açıklanan haramlardan uzak durmaları
lazım gelir. Bu, dinlerinin kemale ermesi anlamını ifade eder.
İşte bazıları özet olarak sunulan bu alıntı şeklinde, ayet
hakkında bir görüş ileri sürmüşlerdir.
Yukarıdaki yoruma ilişkin açıklamamız
şudur: Bu değerlendirmeyi yapan kişi, sözü edilen
ihtimallerden birkaçını birleştirmek, böylece her ihtimal ile
bir başka ihtimalin karşılaştığı problemi savmak amacındadır.
Bunu yaparken bütünüyle bir çıkmaza girmekte ve hem ayetin
anlamını, hem de lafzını bozmaktadır.
Şunun farkında değildir: Eğer umutsuzluğa
düşmekten maksat, Mekke'nin fethiyle veya Tevbe suresindeki
ilgili ayetlerin inmesiyle birlikte İslâm'ın üstünlük
sağlaması ve güçlenmesi, dolayısıyla kâfirlerin içine
düştükleri karamsarlıksa, bunun hicretin onuncu yılının Arefe
gününde gerçekleştiğini söylemek doğru olmaz.
"Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir." Oysa kâfirler,
bu bağlamda bundan bir veya iki yıl önce ümitlerini
kesmişlerdi zaten. Bu konuda adı geçen zatın da ayetle ilgili
değerlendirme yaparken belirttiği gibi, zamanını belirten "ümitsizliğe
düşmüşlerdi" veyahut [zamanı belirtmeyecek örneğin] "onlar
şüphesiz ümitsiz olanlardırlar" şeklinde tabirler kullanılması
gerekirdi.
Yine, bazı yiyeceklerin haram kılınışının
aşamalı olduğunu söyleyip içkinin haram kılınışıyla mukayese
ederken de yanılmaktadır. Eğer aşamalılıktan kastı, bazı
maddelerin bazı maddelerden sonra haram kılınmış olması ise,
bilindiği gibi ayet, kendinden önce inen Bakara, En'âm ve Nahl
surelerindeki ilgili ayetlerin içerdikleri maddelerden
fazlasını içermiyor ve bu ayette söz konusu edilen boğulmuş,
vurulmuş... gibi maddeler, bu surelerde zikredilen kavramlara
giren hususlardır.
Şayet aşamalılıktan kastı, insanların
kabul etmekten kaçınacakları korkusuyla baş vurulan icmalî,
sonra ayrıntılı açıklama ise, bu, yersiz bir değerlendirmedir.
Çünkü Mâide suresinin inişinden önce, haram oldukları açıkça
belirtilen leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına
kesilen hayvanlar nesnel karşılıkları itibariyle daha
belirgin, daha ağır gelen ve boğulmuş ya da vurulmuş
hayvanlara göre daha etkileyicidir. Bunlarsa az rastlanan ve
nadiren yaşanan olgulardır. Şu hâlde, nasıl oluyor da daha
önemli ve daha etkileyici olan bu dört maddenin haram olduğu,
en ufak bir korku duyulmadan açıklanıyor da, bunlara göre pek
önemli olmayan bu maddelerin gündeme getirilişinden korku
duyuluyor, haram oluşları aşamalı olarak açıklanıyor, açıkça
belirtme hususunda insanlardan korku duyuluyor?
Kaldı ki, böyle bir şey olmuş olsa bile
bu, dinin kemale erdirilmesi anlamına gelmez. Hükümlerin
yasalaştırılması din olarak adlandırılabilir mi ki, bunların
tebliğ edilişi ve açıklanışı dinin kemale erdirilmesi olarak
adlandırılsın? Bu, doğru kabul edilse bile, ancak dinin bir
kısmının kemale erdirilmesi ve nimetin bazısının tamamlanması
anlamına gelir; tamamının ve bütünün değil. Oysa yüce Allah,
"Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım."
buyurmuştur. Yani hiçbir kayıt belirtmeksizin, sözü mutlak
tutmuştur.
Kaldı ki, yüce Allah, daha birçok günde
birçok hüküm açıklamıştır. Öyleyse bu günde açıklanan hükmün
ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah onu veya ayrıntılı
açıklamasını dinin kemale erdirilmesi ve nimetin tamamlanması
olarak isimlendirmiştir?
Yoksa, dinin kemale erdirilmesinden
maksat, haram yiyecekleri ayrıntılı bir şekilde açıklayan bu
ayetin inişinden sonra yasama kapısının kapanması şeklindeki
tamamlanışı mıdır? Bu durumda Mâide suresinin inişi ile
Peygamberin (s.a.a) bu dünyadan göç edişi arasında inen
hükümlerin durumu ne olacaktır? Hatta bizzat Mâide suresinin
içinde bulunup da bu ayetten sonra inen öteki hükümler için ne
diyeceğiz? Varın siz düşünün!
Bütün bunlardan sonra, eğer maksat hicrî
onuncu yılın Arefe gününde inen ayetin kapsadığı haramların
zikredilişinden dolayı yapılan iyiliği anmaksa,
"size din olarak İslâm'a
razı oldum." (ki cümlenin takdiri, "Bugün razı
oldum"dur) ne anlam ifade ediyor? Bu günün ayrıcalığı nedir
ki, yüce Allah özellikle o günde din olarak İslâm'dan razı
olsun? Ki bu razı oluşa uygun düşecek nitelikte bu güne özgü
bir durum da söz konusu değildir?!
Bundan önceki yaklaşımlar için ileri
sürülen problemlerin birçoğu ya da çoğunluğa yakın miktarı
bunun için de söylenebilir. Fakat biz onları tekrarlayarak
sözü uzatmak istemiyoruz.
Acaba, ayette geçen "gün"den maksat,
Arefe günü ile Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye vardığı gün
arasındaki herhangi bir gün müdür, demek isteniyor? Nitekim
kâfirlerin ümitsizliğe düşmeleri ve dinin kemale erdirilişi
bazılarınca bu şekilde yorumlanmıştır!
Bundan önceki yaklaşımlara ilişkin
problemler, aynı detayıyla bunun için de geçerlidir.
Şimdiye kadar ayetin anlamını belirleme
yolunda sunduğumuz araştırma, ayetin anlamı ile ilgili olarak
söylenenler veya söylenebilecek şeyler üzerine yapılan
değerlendirmelerdir, ki bu bizim ayetle ilgili araştırmamızın
bir kısmıdır sadece. Şimdi tefsirimizin kendine özgü araştırma
yöntemine uygun olarak diğer kısmına bakalım.
"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir.
Artık onlardan korkmayın." Ayette geçen "ye's=umutsuz-luk"
kelimesi, "recâ=umut"
kelimesinin karşıtıdır. Din ise, Allah katından peyderpey
inmiştir. Buna göre bu ifade gösteriyor ki, kâfirler,
Müslümanların dini olan İslâm'dan yana olumsuz bir beklenti
içindeydiler. Uzun süreden beri onun bir şekilde ortadan
kalkmasını umuyorlardı. Onların bu tavırları, zaman zaman
İslâm için de bir tehdit oluşturuyordu. Din onlardan yana gün
be gün tehditle karşı karşıya kalıyordu. Bu da müminleri
sakınmaya ve korku duymaya iten bir durum olmalıydı zaten.
Buna göre,
"Artık onlardan
korkmayın." ifadesi, yüce Allah'tan müminlere,
karşı karşıya bulundukları tehlikeye ve içlerinde biriken
korkuya karşı bir güvence niteliğindedir. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"Ehlikitap'tan bir grup sizi şaşırtıp saptırmayı arzuladı."
(Âl-i İmrân, 69)
"Ehlikitap'tan çoğu,
gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki
kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek
isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün.
Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir."
(Bakara, 109)
Kâfirlerin, Müslümanların başlarına çorap
örmek için fırsat kollamaları, Müslümanların dinlerine
duydukları hınçtan kaynaklanıyordu. İslâm dini karşısında
göğüslerinin daralması, kalplerinin sıkışmasının tek nedeni
İslâm'ın onların zorba egemenliklerine son vermesi,
haksızlıklarla elde ettikleri onurlu görüntünün sahteliğini
ortaya çıkarmasıdır. Canlarının istediğini yapmalarına engel
olmasıdır. Nefislerinin alışkanlıklarına son noktayı
koymasıdır. Her istediklerini hiçbir koşula ve kayda bağlı
kalmaksızın yapmalarına izin vermemesidir.
Onların öfkeleri dinin kendisine
yönelikti, dinin inananlarına yönelik öfkeleri hak dinlerinden
dolayıydı. Onların amacı bütün Müslümanları öldürmek,
yeryüzünde bir tek Müslüman bırakmamak değildi. Aksine onların
amacı, Allah'ın nurunu söndürmek ve sarsılan ve yılmaya yüz
tutan şirkin temellerini sağlamlaştırmak, müminleri yeniden
küfre döndürmekti. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz ayette de
buna işaret edilmiştir:
"Sizi küfre döndürmek
isterler." Bir diğer ayette şöyle buyruluyor:
"Ağızlarıyla Allah'ın
nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da
Allah, nurunu tamamlayacaktır. O, Elçisini, hidayet ve hak din
ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da onu, bütün dinlere
üstün getirsin."
(Saff, 8-9)
"Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a hâlis
kılarak O'na yalvarın."
(Mü'min, 14)
Bu yüzden kâfirlerin tek derdi, bu güzel
ağacı kökünden kesmekti. Müminlere dinden döndürme amaçlı
baskılar uygulayarak, topluluklarına nifak tohumlarını
saçarak, dini bozmaya dönük kuşku ve hurafeler yayarak bu
görkemli yapıyı temelinden yıkmaktı.
İlk etapta Hz. Peygamberin (s.a.a)
moralini bozup kararlılığını kırmaya, mal ile, mevki ile o
zatın dinî davetine ilişkin azmini boş ve sonuçsuz göstermeye
dönük faaliyetlere giriştiler. Nitekim yüce Allah buna şu
şekilde işaret etmiştir:
"Onlardan bir grup
fırladı; yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın. Çünkü bu, arzu
edilen bir şeydir."
(Sâd, 6) Aralarına sızıp yağcılık yaparak bu işi
yapmayı düşündüler. Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir:
"istediler ki, sen
yağcılık yapasın da onlar da yağcılık yapsınlar."
(Kalem, 9)
"Eğer biz seni
sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın."
(İsrâ, 74)
"De ki: Ey kâfirler! Ben
sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma
tapmazsınız."
(Kâfirûn, 1-3) Bu ayetlerde, nüzul sebebiyle ilgili
rivayetlerde açıklanan iniş sebeplerine göre bu hususlara
işaret edilmektedir.
Bu dinin son bulmasıyla ilgili son
beklentileri şuydu: "Bu misyonu yerine getiren şahsın erkek
çocuğu yoktur. Dolayısıyla onun ölümüyle birlikte bu hak
çağrısı da son bulacaktır." Onlara göre Hz. Muhammed (s.a.a)
peygamber kılığında bir kraldı, çağrısı da risalet kalıbı
içinde sunulan bir saltanat davasıydı. Eğer o ölür veya
öldürülürse, arkasından onun da, dininin de adı sanı unutulur
gider. Sultanların ve Tiranların yaşamında gözlemlenen bir
durumdur bu. İktidarları ne kadar görkemli, zorbalıkları ne
denli kapsayıcı olursa olsun, insanları hangi düzeyde boyun
eğdirmiş olurlarsa olsunlar, ölümleriyle birlikte adları,
sanları da unutulur. İnsanların hayatlarına egemen kıldıkları
yasaları ve kuralları da kendileriyle birlikte mezara gömülür.
İşte kâfirlerin bu beklentilerine şu şekilde işaret
edilmiştir: "Asıl sonu
kesik olan, sana kin duyandır."
(Kevser, 3) Nüzul
sebebine ilişkin rivayetlerde, ayetin kâfirlerin bu tür
beklentilerine cevap olarak indiği ifade edilir.
Bu ve benzeri duygular, kâfirlerin
ruhlarına sinmiş beklentilerdi. Böylece Allah'ın dininin
nurunu söndürmeyi umuyorlardı. Bir kuruntu olarak, bu tertemiz
davetin bir türedi hareket olduğunu ve gelişmelerin onu
yalancı çıkaracağını, işini bitireceğini, günlerin ve
gecelerin geçmesiyle birlikte etkisinin geçeceğini
düşünüyorlardı. Ancak İslâm'ın peyderpey ulaştığı bölgelerde
halkına ve halkının dinine üstünlük kurması, sesinin gitgide
yayılması, mesajının güç ve etkinlik kazanması kâfirlerin bu
tür beklentilerini boşa çıkardı. Bu yüzden kâfirler
Peygamberin (s.a.a) kararlılığını kırmaktan yana umutsuzluğa
düştüler. Mal ve mevki vaadiyle hedeflerinden alıkoyacaklarına
ilişkin ümitlerini suya düştü.
İslâm'ın ulaştığı güç ve caydırıcı
egemenlik, biri hariç diğer tüm beklentilerden yana onları
karamsarlığa itti. Ümit bağladıkları diğer neden ise,
Peygamberin (s.a.a) erkek çocuğunun olmaması, ondan sonra
misyonunu yürütecek, onun yerine geçip dinsel daveti yürütecek
birinin bulunmamasıydı. Şu hâlde, onun ölümüyle birlikte dini
de ölecekti. Hiç kuşkusuz, hükümler ve bilgiler bağlamında
dinsel kemale eriş ne düzeyde olursa olsun, dinin kendini
koruması açısından tek başına yeterli bir unsur değildir. İcat
edilen yasalar ve insanlarca tâbi olunan dinler, ne kendi
kendilerini ve ne de yayılmalarıyla, bağlılarının çokluğuyla
varlıklarını ve orijinalliklerini koruyamazlar. Aynı şekilde,
dinler ve yasa sistemleri baskıyla, zorbalıkla, diktacı
uygulamalarla, tehditle, dinden döndürme amaçlı baskı ve
işkenceyle silinip gitmezler. Ancak taşıyıcılarının,
koruyucularının yok olmalarıyla, yöneticilerinin
bulunmamasıyla tarih sahnesinden silinirler.
Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu
sonuç ortaya çıkıyor: Kâfirlerin dini yok etmekten ümitlerini
kesmeleri şu realiteden ileri geliyordu: Yüce Allah, dini
koruyacak, hareketini yönlendirecek ve dine inanan ümmete yol
gösterecek birini Peygamberin (s.a.a) yerine tayin etmiştir.
Bunun üzerine kâfirler, Müslümanların dinlerini ortadan
kaldırmaktan yana ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlar dinin
kişisel taşıyıcı aşamasından, tüzel taşıyıcı aşamasına adım
attığını gözlemliyorlardı. İşte dinin kemale ermesi buydu.
Oluşum aşamasından, kalıcılık aşamasına geçiş yani. Bunun
anlamı, nimetin tamamlanmasıydı.
Dolayısıyla,
"Ehlikitap'tan çoğu, gerçek kendilerine besbelli
olduktan sonra, sırf
içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre
döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin,
hoş görün. Şüphesiz Allah,
her şeye gücü yetendir."
(Bakara, 109)
ayetinde geçen, "Allah
emrini getirinceye kadar..." ifadesiyle buna işaret
edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.
Bu değerlendirme, ayetin Gadir-i Hum
günü, yani hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on
sekizinde Hz. Ali'nin (a.s) velayeti ile ilgili olarak
indiğine ilişkin rivayetleri destekleyen bir açıklamadır. Bunu
esas almamız durumunda, ayetin iki bölümü arasında net bir
irtibat kurulmuş ve yukarıda işaret ettiğimiz problemler
bertaraf edilmiş olur.
Ayette geçen "umutsuzluk" ifadesinin
anlamını öğrendiğine göre,
"Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir." ifadesinde
geçen "bugün" kelimesinin "umudu kesmişlerdir" ifadesiyle
ilintili zarf olduğunu ve cümlenin akışı içindeki takdimin
[yani "el-yevm=bugün"
ifadesinin ilintili olduğu "yeise=umudu
kesmişlerdir" ifadesinden öne geçirilmesi] günün önemini ve
büyüklüğünü vurgulamaya yönelik olduğunu bilirsin. Çünkü o
günde din, kişisel denetçiyle ayakta durma aşamasından tüzel
denetçi kontrolünde ayakta durma aşamasına, ortaya çıkış ve
doğuş aşamasından kalıcılık ve süreklilik aşamasına adım
atmıştır.
Bu ayeti, bundan sonra yer alan
"Bugün size temiz şeyler
helâl kılındı" ayetiyle karşılaştırmak doğru
değildir. Çünkü her iki ayet farklı akışlara sahiptirler.
"Bugün... umudu
kesmişlerdir." ifadesi, bir ara söz,
"Bugün... helâl kılındı."
ifadesi ise, konuya yeni bir başlangıç konumundadır. Ayrıca,
her iki ifadenin hükmü de farklıdır. Birinci ifadenin hükmü,
tekvinî=varoluşsaldır; bir
yandan müjde, bir yandan da uyarı ifade etmektedir.
[Kâfirlerin umutsuzluğa kapılması, tekvinî bir olgu olup
Müslümanlar için müjde ve kâfirler için tehdittir.] İkinci
ifadenin hükmü ise, teşriî=yasamasaldır;
kurallara yönelik ilâhî lütfu vurgulamaya yöneliktir. Buna
göre, "Bugün... umudu
kesmişlerdir." ifadesi, o günün büyük önemini
göstermektedir. O gün, büyük ve önemli bir hayrın
gerçekleştiği gündür. Kâfirlerin müminlerin dinlerini yok
etmekten umudu kesmeleri yani... Daha önce de söylediğimiz
gibi, ayette geçen "kâfirler"den maksat, Putperesti, Yahudisi
ve Hıristiyanıyla bütün kâfirlerdir. Bu sonucu, ifadenin
mutlaklığından çıkarıyoruz.
"Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi,
yol gösterici bir tavsiyedir, yaptırım gerektirici bir buyruk
değildir. Bunun anlamı şudur: Daha önce sizin için tehlike
oluşturan kâfirlerin umutsuzluğa düşmelerinden sonra
korkmanızı gerektirecek bir şey yoktur. -Bilindiği gibi insan,
bütünüyle ümitsizliğe düşmüş olduğu işe yönelmez; tüm
çabasının boşa gideceğinden emin olduğu işte çaba sarf etmez.
Dolayısıyla siz kâfirlerden yana güvendesiniz. Bundan sonra
dininiz için onlardan
korkmanız gerekmez. Artık onlardan korkmayın; benden korkun.
Bundan da anlaşılıyor ki, ayetin akışının
oluşturduğu atmosferin de desteğiyle,
"benden korkun."
ifadesiyle şu anlam kastediliyor: Kâfirlerin umudu kesmemeleri
durumunda onlardan yana korkuya kapılacağınız hususta, yani
dininiz ve onun elinizden alınması hususunda şimdi benden
korkmalısınız. Görüldüğü gibi bu, Müslümanlara yönelik bir tür
tehdittir. Bu yüzden ayeti, lütfün vurgulanışı esasına göre
yorumlamadık.
Söylediklerimizi destekleyen bir husus da
şudur: Allah'tan korkmak her hâlükârda bir zorunluluktur. Bir
durumdan diğerine, bir koşuldan diğerine göre değişmez.
Dolayısıyla, eğer burada söz edilen korkudan özel bir alanda
korkma anlamı kastedilmezse,
"Artık onlardan korkmayın"
ifadesinden "benden
korkun." ifadesine vurgulu geçiş yapmanın anlamı
olmazdı.
Bu ayeti,
"Eğer inanmış kimseler
iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun."
(Âl-i İmrân, 175)
ayetiyle karşılaştırmak yanlıştır. Çünkü Âl-i İmrân suresinin
ilgili ayetinde işaret edilen "havf=korku"
iman koşuluna bağlı olduğu gibi, ayetteki hitap da mevlevî
buyruksaldır. Dolaysıyla şu anlamı ifade eder: Müminlerin,
kendileri için kâfirlerden korkmaları caiz değildir. Bilâkis
yalnızca yüce Allah'tan korkmaları gerekir.
Bundan da anlaşılıyor ki, ayet
kâfirlerden duydukları, kendi nefisleri açısından
hissettikleri gereksiz bir korkuyu yasaklıyor. Bu açıdan
Allah'tan korkmalarının emredilip emredilmemesi arasında fark
yoktur. Bu yüzden Allah'tan korkmaya ilişkin emir ikinci kez,
illeti çağrıştıran bir kayıtla gerekçelendiriliyor. Bununla,
"eğer inanıyorsanız."
sözünü kastediyoruz. Ama
"Artık onlardan korkmayın,
benden korkun." ifadesi açısından farklı bir durum
geçerlidir. Çünkü müminlerin duydukları bu korku, dinleri
açısından hissettikleri bir endişeden kaynaklanıyordu. Böyle
bir korku da Allah'ın gazabını gerektirmez. Çünkü bu korku
gerçekte Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya dönüktür. Bu yasak,
korkuyu gerektiren sebebin -kâfirlerin umudu kesmemiş
olmaları- ortadan kalkmış olmasından, etkisinin
giderilmesinden kaynaklanıyor.
Şu hâlde yasak, irşadî yani, yol gösterme
ve öğüt niteliklidir. Yüce Allah'ın kendisinden korkmalarını
emretmesi de yol gösterme amaçlıdır. Bundan şu sonuç çıkıyor:
"Din konusunda endişeye kapılıp korkmanız gereklidir. Fakat,
korkunun sebebi bu güne kadar kâfirlerden kaynaklanıyordu.
Siz, onların sizin dininizle ilgili kötü emeller
beslemelerinden dolayı onlardan korkuyordunuz. Ama bu gün
onların umudu kesilmiştir. Sebep artık Allah'ın katındaki
gerekçelere bağlanmıştır. Şu hâlde yalnızca O'ndan korkun."
Okuyucu bu hususta iyice düşünmelidir.
Dolayısıyla,
"Artık onlardan korkmayın,
benden korkun." ifadesini içermesinden dolayı,
ayetin tehdit ve sakındırma, uyarma niteliği de vardır. Çünkü
müminler için her takdirde ve her durumda zorunlu olan genel
korku yerine, özel bir korku duymaları emrediliyor. Öyleyse,
bu korkunun özelliği üzerinde durmamız, onu gerektiren ve
emredilmesini sağlayan sebebi irdelememiz gerekir.
Şunda kuşku yoktur ki,
"Bugün... umudu
kesmişlerdir." cümlesi ve
"Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." cümlesi,
ayet içinde birbiriyle bağlantılı ve bir hedefe yöneliktir.
Daha önce bu hususu açıkladık. Dolayısıyla Allah'ın bugün
kemale erdirdiği ve bugün tamamlamış olduğu nimet -ki gerçekte
bu ikisi aynı şeydir- kâfirlerin daha önce beklentiye
düştükleri ve müminlerin onlardan korktukları husustur. Fakat
yüce Allah, kâfirleri bu hususta umutsuzluğa düşürdü. Dinini
kemale erdirdi, nimetini tamamladı. Müminlerin bu konuda
kâfirlerden korkmalarını yasakladı. Dolayısıyla kendisinden
korkmalarını istediği şey de, kâfirlerden korkmalarına neden
olan şeyin kendisidir. O da yüce Allah'ın dini ellerinden
çekip çıkarması ve bu bahşedilmiş nimeti gidermesidir.
Yüce Allah, nimeti gidermenin tek
sebebinin nankörlük olduğunu belirtmiş ve nankörleri son
derece sert ifadelerle tehdit etmiştir. Nitekim şöyle
buyurmuştur: "Bu
böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunan nimeti
değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah
işitendir, bilendir."
(Enfâl, 53)
"Kim, Allah'ın kendisine
gelen nimetini değiştirirse, şüphesiz, Allah'ın cezası
çetindir." (Bakara,
211) Ayrıca yüce Allah, bahşettiği nimetlere ve bu
nimetleri inkâr edenlerin akıbetlerine ilişkin bütünsel bir
örnek vermektedir:
"Allah şöyle bir kenti örnek olarak anlattı: Güven, huzur
içinde idi, her yerden rızkı bol bol kendisine geliyordu.
Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, bunun üzerine
yaptıklarından ötürü Allah ona açlık ve korku elbisesi
tattırdı." (Nahl,
112)
Buna göre,
"Bugün... umudu
kesmişlerdir... din olarak İslâm'a razı oldum."
ifadesi, Müslümanların dinlerinin kâfirlerden yana güvende
olduğunu, kâfirler tarafından gelecek bir tehlike karşısında
koruma altında olduğunu duyurmaktadır. Bu demektir ki,
kâfirler bu dini bozmaya ve yok etmeye yönelik bir yol
bulamayacaklardır. Olsa olsa bu, bizzat Müslümanların elinden
olacaktır. Yani, bu eksiksiz nimeti inkâr etmeleri, bu razı
olunmuş dini reddetmeleri ile dinin yok olması söz konusu
olabilir. Bunu yaptıkları gün, yüce Allah nimeti ellerinden
alacak ve onu ceza ile değiştirecektir. Onlara açlık ve korku
elbisesini tattıracaktır. Nitekim Müslüman halklar İslâm
dinini kulak ardı ettiler, Allah da onlara açlık ve korku
elbisesini giydirdi.
Bu ayetin,
"Artık onlardan korkmayın,
benden korkun." cümlesinin içerdiği geleceğe dair
gaybî haberin ne ölçüde doğru olduğunu somut örnekleriyle
kavramak isteyenler, bugün İslâm âleminin içinde bulunduğu
pratik durumu gözlemlesinler, sonra tarihsel olayları analiz
ederek geriye doğru gitsinler ve problemlerin temellerine ve
tarihsel arka plânlarına ulaşsınlar.
Kur'ân'da "velayet"le ilgili olarak yer
alan ayetlerin, tefsirini sunduğumuz ayetin içerdiği uyarı ve
azap tehdidi ile tam bir bağlantısı vardır. Yüce Allah,
kitabında sadece "velayet" konusunda kullarını kendisinden
sakındırmıştır. Bu konuda defalarca,
"Allah sizi kendisinden
sakındırır." (Âl-i
İmrân, 28, 30) buyurmuştur. Bu konuyu etraflıca ele
alırsak, kitabımızın tefsir yönteminin dışına çıkmış oluruz.
"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslâm'a razı oldum." "İkmal=ol-gunlaştırma"
ve "itmam=tamamlama"
kelimeleri, anlam itibariyle birbirlerine yakın kavramlardır.
Ragıp el-İsfahanî der ki: "Bir şeyin kema-le ermesi
(olgunlaşması), o şeyle güdülen amacın gerçekleşmesi
demektir." Ve yine şöyle der: "Bir şeyin tamamlanması da,
kendisi dışındaki bir şeye ihtiyaç duymayacağı bir sınıra
gelmesidir. Eksik, kendisi dışındaki bir şeye ihtiyacı olan
demektir."
Bu iki kavramın anlamını başka bir
yöntemle de belirginleştirebiliriz. Şöyle ki: Etkinlik
gösteren şeylerin etkileri iki kısımda incelenebilir. Bunların
bir kısmı, -şayet cüzleri varsa- bütün cüzlerinin var olması
durumunda o şeye terettüp ederler. Şöyle ki, bu cüzlerden veya
koşullardan biri ortadan kalkarsa, bu olgular ona terettüp
etmeyeceklerdir. Oruç ibadetini buna örnek gösterebiliriz.
Çünkü oruç, gündüzün bir vaktinde, bir şeyler yemekle bozulur.
Bu şeyin bu nitelikte olmasına tamamlama denir. Yüce Allah
şöyle buyuruyor: "Ta
gece oluncaya dek orucu tamamlayın."
(Bakara, 187)
"Rabbinin sözü hem
doğruluk, hem de adalet bakımından tamamlanmıştır."
(En'âm, 115)
Diğer kısmı ise, bir şeyin bütün
cüzlerinin oluşmasına bağlı olmaksızın ona terettüp eden
etkiler, sonuçlardır. Dolayısıyla bütünün etkisi, cüzlerin
etkilerinin toplamı hükmündedir. Bir cüz var oldukça, ona özgü
olan sonuçlar ve etkiler de ona terettüp ederler. Bütün cüzler
var olursa, onlara da istenen bütün etkiler terettüp eder.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Kurbanı bulamayan kimseye
üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüzde oruç vardır. İşte bu,
kamil=tam
on gündür." (Bakara,
196) "Bu, sayıyı
kamil etmeniz=tamamlamanız
içindir." (Bakara,
185) Çünkü bu sayının bütününe terettüp ettiği gibi,
bir kısmına da sonuç terettüp eder. Araplar derler ki: "Temme
li-fulanin emruhu ve kemule akluhu=falanın
işi tamamlandı, aklı olgunlaştı." Ama, "İşi olgunlaştı, aklı
tamamlandı." demezler.
Kemale erdirme, olgunlaştırma anlamına
gelen "ikmal" ile "tekmil" ve tamamlama anlamına gelen "itmam"
ile "tetmim" kelimeleri arasındaki fark, if'al ve tef'il
kalıplarının ifade ettikleri anlamlar arasındaki farktan
kaynaklanır. Çünkü if'al kalıbı, köken itibariyle eylemin bir
defada oluşuna, tef'il kalıbı da peyderpey oluşuna delâlet
eder. Ancak konuşma sanatındaki gelişmeler ve dilin
kapasitesinin genişlemesi bu iki kalıbın kökeni üzerinde
etkinlikte bulunmuş, kalıpları bir ölçüde kökünün mecrasından
ya da asıl anlamından uzaklaştırmıştır. İhsan [iyilikte
bulunmak] ve tahsin [diğerini övmek], isdak [mehir vermek] ve
tasdik [onaylamak], imdad [yardıma koşmak] ve temdid (süreyi
uzatmak], ifrat ve tefrit kelimelerini buna örnek
gösterebiliriz. Bunlar, kullanıldıkları konuların özelliği
doğrultusunda ortaya çıkan sonra da kullanım dolayısıyla
lafızda yerleşen anlamlardır.
Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu
sonuç çıkıyor: "Bugün
sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım."
ifadesi gösteriyor ki, "din" kelimesiyle bütün bilgiler ve
yasalaştırılan tüm hükümler kastediliyor. Bu gün de bunların
sayısına başka bir şey eklenmiştir. Ve nimet ne kastedilirse
kastedilsin, tek bir manevî olguydu. Eksik ve etkisi yoktu. Bu
gün söz konusu nimet tamamlandı ve ondan beklenen etki
terettüp etti.
"Nimet" kavramı türe işaret eden bir
kalıp ve köktür. Bununla, şeyin öz doğasıyla uyum içerisinde
olup doğasının onu kendisinden itmediği şey kastedilir.
Varlıklar, düzen içinde olmaları açısından bitişik ve
bağlantılıdırlar, birbirleriyle uyum içerisindedirler;
bunların büyük kısmı veya tüm varsayılan başka bir şeye izafe
edildiğinde nimet niteliğini kazanırlar. Nitekim yüce Allah
şöyle buyurmuştur:
"Eğer Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız."
(İbrâhim, 34)
"Size zahir ve batın
nimetlerini bol bol verdi."
(Lokmân, 20)
Fakat yüce Allah varlıkların bir kısmını
kötülük, basitlik, oyun, eğlence vb. övgü ifade etmeyen
olumsuz vasıflarla nitelendirmiştir:
"İnkâr edenler sanmasınlar
ki, kendilerine mühlet ve fırsat vermemiz, onlar için daha
hayırlıdır. Onlara sırf suçlarını arttırmaları için fırsat
veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır."
(Âl-i İmrân, 178)
"Bu dünya hayatı, eğlence
ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu, işte asıl
hayat odur."
(Ankebût, 64)
"İnkâr edenlerin, (zevk içinde) diyar diyar gezip dolaşmaları
sakın seni aldatmasın! Azıcık bir faydalanmadır bu. Sonra
varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yurttur,
yataktır!" (Âl-i
İmrân, 196-197) Bunun gibi daha birçok ayet örnek
gösterilebilir.
Bu ayetler gösteriyor ki, nimet olarak
sayılan şeyler insan için yaratılışlarının gerisindeki ilâhî
amaçla örtüştüklerinde nimet kategorisine girerler. Çünkü
bunlar, insanlara yönelik ilâhî bir yardım olarak
yaratılmışlardır. Ki insanlar kendi gerçek mutlulukları
yolunda onlar üzerinde tasarrufta bulunsun. İnsanın gerçek
mutluluğu da kulluk sunmak ve Rabbani otoritesine boyun eğmek
suretiyle her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'a
yaklaşmasıdır. Konuya ilişkin olarak yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Ben
cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye
yarattın." (Zâriyât,
56)
Şu hâlde insanın Allah'ın huzuruna
yaklaşmak ve hoşnutluğunu elde etmek amacıyla üzerinde
tasarrufta bulunduğu her şey nimettir. Aksi takdirde bu nimet
onun hakkında azaba dönüşür. Buna göre, varlıklar kendi
başlarına nötrdürler. Ama kulluk ruhunu kapsadıkları zaman, bu
tasarruf açısından Allah'ın velayeti altında oldukları zaman
nimet niteliğini kazanırlar. Allah'ın velayeti ise, yüce
Allah'ın kulların işlerini rubûbiyetiyle düzenlemesi demektir.
Bu da gösteriyor ki gerçek nimet Allah'ın velayetidir. Bir
şey, Allah'ın velayetinden etkilendiği takdirde nimet sayılır.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Allah, inananların
dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır."
(Bakara, 257)
"Bu böyledir, çünkü Allah
inananların velisidir. Kâfirlerin ise velileri yoktur."
(Muhammed, 11) Yüce
Allah Elçisi hakkında da şöyle buyuruyor:
"Hayır, Rabbine andolsun
ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem
kılıp, sonra da verdiğin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı
duymaksızın, tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar."
(Nisâ, 65)
Bunun gibi birçok ayet örnek gösterilebilir.
Şu hâlde İslâm, kulları O'nun kuralları
doğrultusunda ibadet etsinler diye Allah katından indirilen
hükümlerin toplamı olması açısından dindir. Amelde esas
alınması koşuluyla, Allah'ın, Elçisinin ve ondan sonra
ululemrin velayetini kapsaması açısından da nimettir.
Allah'ın velayeti, yani din aracılığıyla
kullarının hayatını yönetmesi, ancak Elçisinin velayeti
aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin velayeti de, ondan sonra
ululemr aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin ve ondan sonra
ululemrin velayeti, Allah'ın izniyle ümmetin dinsel işlerini
yönetmeleri anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Ey inananlar! Allah'a
itaat edin, Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin."
(Nisâ, 59) Bu
ayetin ifade ettiği anlam üzerinde daha önce durduk. Bir diğer
ayette de şöyle buyruluyor:
"Sizin veliniz ancak
Allah, O'nun elçisi ve namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren
müminlerdir." (Mâide,
55) İnşallah bu ayetin ifade ettiği anlam üzerinde
etraflıca duracağız.
Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz ayetin
anlamı gelip şu noktaya dayanıyor: Bu gün -yani kâfirlerin
sizin dininizi yok etmekten umutlarını kestikleri gün-
velayeti farz kılmak suretiyle, size indirmiş bulunduğum dinî
bilgileri kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım.
Bu nimet, dinsel işlerin ilâhî bir tarzda yönetilip
yönlendirilmesi anlamına gelen velayettir. Bu güne kadar Allah
ve Resulünün velayeti şeklindeydi ve vahiy indiği sürece bu
yetiyordu. Fakat bundan sonra, vahyin iniş zamanının sona
erişiyle ve Allah'ın dininin hamisi ve koruyucusu konumundaki
Resulün insanların arasından ayrılışıyla birlikte bu velayet
yetmez. Bu yüzden bu misyonu yürütecek kimsenin tayin edilmesi
bir zorunluluktur. O, Resulullah'tan (s.a.a) sonra dini ve
ümmetin yönetimini üstlenecek veliyy-i emr (emir
sahibi-yönetici)dir.
Buna göre, velayet bir tek meşru
(yasalaştırılmış olgu) idi, Resu-lullah'tan sonra veliyy-i
emrin tayinine kadar eksikti, tam değildi.
Dinin yasaması kemale erip velayet nimeti
tamamlanınca, din olarak sizin için İslâm'dan razı oldum. Ki
İslâm, tevhid dinidir; bu dine göre sırf Allah'a kulluk
edilir, itaat (itaat ibadet demektir) O'na ve itaatini
emrettiği Resule veya veliyye edilir ancak.
Bu açıdan ayet, müminlerin bu gün
korkudan kurtuluş ve güvene kavuştuklarını, yüce Allah'ın,
tevhit dini olan İslâm'a göre hayatlarını düzenlemelerinden
razı olduğunu haber vermektedir. Öyleyse onların Allah'a
ibadet etmeleri, Allah'tan başkasına ve Allah'ın itaat
edilmesi gerektiğini açıkladığı kimseden başkasına itaat etmek
suretiyle O'na herhangi bir şeyi ortak etmemeleri gerekir.
"Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir.
Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da
yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının
ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Bana kulluk
edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Ama kim
bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar yoldan çıkanlardır."
(Nûr, 55)
ayetini düşünüp cümleleri,
"Bugün inkâr edenler,
sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ayetiyle
karşılaştırdığın zaman, Mâide suresindeki ayetin, Nûr
suresinin ilgili ayetinin içerdiği vaadin gerçekleştiğinin
somut ifadesi olduğunu göreceksin. Çünkü bize göre,
"Bana kulluk edecekler ve
bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." ifadesi,
amaç bildirir niteliktedir. Nitekim,
"Kim bundan sonra da inkâr
ederse, işte onlar yoldan çıkanlardır." ifadesi de
bunu ima ediyor.
Nûr suresi, İfk Kıssası'nı, zina
cezasını, örtü vb. hükümleri içerme-sinin de gösterdiği gibi
Mâide suresinden önce nazil olmuştur.
Gadir-i hum ayetinin hadisler
ışığında açıklaması
Gayet-ul Meram adlı eserde şöyle bir
rivayet yer alır: Ebu-l Muey-yed Muvaffak b. Ahmed "Fazail-u
Ali" kitabında der ki: Bana Seyyid-ul Huffaz Şehrdar b.
Şireveyh b. Şehrdar ed-Deylemi Hemedan'dan tarafıma yazdığı
bir mektupta anlattı. Ona da Ebul Feth Abdus b. Abdullah b.
Abdus el-Hemedani bir mektupta aktarmış. O da Abdullah b.
İshak el-Bağavi'den duymuş, ona Hüseyin b. Uleyl el-Ganavî
anlatmış, o Muhammed b. Abdurrahman ez-Zarra'dan duymuş, ona
Kays b. Hafs bildirmiş, o da Ali b. Hüseyin'den haber almış,
ona da Ebu Said el-Hudrî'den naklen Ebu Hüreyre aktarmış:
Resulullah (s.a.a) halkı Gadir-i Hum'a
çağırdığı gün, orda bulunan bir ağacın altındaki dikenleri ve
çerçöpü toplayıp atmalarını emretti; bunun üzerine ağacın altı
temizlendi. O gün Perşembe günüydü; Peygamberin insanları
Ali'ye çağırdığı gündü. Ali'nin kolundan tutup kaldırdı. Öyle
ki, insanlar koltuk altının beyazlığını görebiliyorlardı. Daha
birbirlerinden ayrılmamıştılar ki,
"Bugün sizin için dininizi
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak
İslâm'a razı oldum." ayeti indi. Bunun üzerine
Resulullah (s.a.a), dinin kemale erişinden, nimetin
tamamlanmasından, Rabbinin risaletinden ve Ali'nin
velayetinden razı oluşundan dolayı "Allah-u Ekber." dedi.
Sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım! Onu veli edinenin velisi ol.
Ona düşman olanın düşmanı ol. Ona yardım edene yardımcı ol.
Onu terk edeni sen de yüz üstü bırak."
Hassan b. Sabit, "Ya Resulullah, birkaç
beyit söylememe izin veriyor musun?" dedi. Resulullah, "Söyle,
onu Allah kalbine ilham eder." buyurdu. Hassan şu beyitleri
okudu:
"Gadir günü Peygamberleri haykırıyordu
onlara
Hum mıntıkasında ve nebi ne değerli
haykırıcı idi!
'Ben sizin mevlanız ve velinizim öyle
mi?' derken.
Onlar hiç çekinmeden
şöyle dediler:
'Senin ilâhın
mevlamız, sen de velimizsin
İnsanlar içinde buna
isyan eden kimse bulamazsın.'
Dedi ki ona: Kalk ey
Ali, çünkü ben,
benden sonra imam ve
yol gösterici olarak sana razı oldum."
Gayet-ul Meram'da
Hafız Ebu Nuaym'ın "Ma Nezele Min-el Kur'-ân Fî Aliyyin
Emir-il Mü'minin=Ali
b. Ebu Talib hakkında inen Kur'ân ayetleri" adlı eserinden
merfu olarak [rivayet zincirine yer vermeksizin] Kays b.
Rebi'den, o da Ebu Harun el-Abdi'den, o da Ebu Said
el-Hudri'den aynı rivayeti nakleder; ancak beyitlerin sonunda
şu ifadelerin de yer aldığını belirtir:
"Ben kimin mevlasıysam, bu da onun
velisidir.
Veli edinerek onun sadık yardımcıları
olun.
İşte burada dua etti ki: Allah'ım, ona
dost olanın dostu ol.
Ali'ye düşman olanın da düşmanı ol."
Yine Gayet-ul Meram'da, "Ma Nezele Minel
Kur'ân..." adlı eserde şöyle nakledilir: Müellif merfu olarak
Ali b. Amir'den, o da Ebul Haccaf'tan, o da A'maş'tan, o da
Udda'dan şöyle rivayet eder: Şu ayet Ali b. Ebu Talip'le
ilgili olarak Resulullah'a (s.a.a) inmiştir:
"Ey Resul! Rabbinden sana
indirileni duyur."
[Mâide, 67] Yüce Allah şöyle de buyurmuştur:
"Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak
İslâm'a razı oldum."
Gayet-ul Meram'da İbrahim b. Muhammed
el-Hameveyni'den şöyle rivayet edilir: Bize Şeyh Taceddin Ebu
Talib Ali b. Hüseyin b. Osman b. Abdullah el-Hazin anlattı.
Ona İmam Burhaneddin Nasır b. Ebul Mekarim el-Mutarrizi
anlatmış ve ona nakil izni de verilmiş. Ona da İmam Ahtab
Harezm Ebul Müeyyed Muvaffak b. Ahmed el-Mekki el-Harezmi
anlatmış. Ona da Seyyid-ul Huffaz Hamedan'dan yazdığı bir
mektupla bildirmiş, ona da bir yazıyla er-Reis Ebul Feth haber
vermiş, ona Abdullah b. İshak el-Bağavi haber vermiş. Ona da
Hasan b. Akil el-Ganavi bildirmiş, o da Muhammed b. Abdullah
ez-Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs anlatmış, ona Ali b.
Hasan el-Abdi, Ebu Harun el-Abdi'den, Ebu Said el-Hudri'den
naklen ilk hadisin benzerini rivayet etmiştir.
Yine Hameveynî'den, o da Seyyid-il Huffaz
ve Ebu Mansur Şehr-dar b. Şireveyhi b. Şehrdar ed-Deylemi'den
rivayet etmiştir ki: Bize Hasan b. Ahmed b. Hasan el-Haddad
el-Mukri el-Hafız, Ahmed b. Abdullah b. Ahmed'den, o da
Muhammed b. Ahmed b. Ali'den rivayet etti. Onlara Muhammed b.
Osman b. Ebu Şeybe aktarmış. O da Yahya el-Himmanî'den duymuş,
ona Kays b. Rebi, Ebu Harun el-Abdi'den, o da Ebu Said
el-Hudri'den ilk hadisin benzerini aktarmıştır.
Gayet-ul Meram'da daha sonra
Hameveynî'nin bu hadisin peşinden şunları eklediği yer alır:
"Bu hadis, değişik birçok kanaldan Ebu Said Sa'd b. Malik
el-Hudri el-Ensari'ye dayanır."
Gayet-ul Meram'da Seyyid Razî'nin (r.a)
"el-Menakib-ul Fahire" adlı eserinde Muhammed b. İshak'tan, o
da İmam Bâkır'dan (a.s), o babasından, o da dedesinden şöyle
rivayet ettiği nakledilir: Resulullah (s.a.a) Veda Haccından
dönünce Davcan adı verilen bir yerde konakladı. Bu sırada,
"Ey elçi! Rabbinden sana
indirileni duyur, eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini
yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur."
[Mâide, 67] ayeti indi.
İnsanlardan korunacağına ilişkin hüküm inince insanlara,
"Namaz için toplanın" diye seslendi. Bunun üzerine
oradakilerin tümü etrafında toplandı. Dedi ki: "Kendi
canlarınıza kendinizden daha fazla tasarruf hakkına sahip olan
kimdir?" Hep birlikte "Allah ve Resulü" diye haykırdılar.
Bunun üzerine Resulullah, Ali b. Ebu
Talib'in elinden tuttu ve "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun
mevlasıdır. Allah'ım ona dost olanın dostu ol, ona düşman
olanın düşmanı ol. Ona yardım edene yardımcı ol. Onu terk
edeni yüz üstü bırak. Çünkü o bendendir, ben de ondanım. O
benim için Harun'un Musa nezdindeki mesabesindedir. Ancak
benden sonra peygamber gelmeyecektir." buyurdu. Bu [Ali'nin
velayeti], yüce Allah'ın Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetine
emrettiği son farzdı. Sonra Peygamberine şu ayeti indirdi:
"Bugün sizin için dininizi
olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak
İslâm'a razı oldum."
İmam Bâkır (a.s) der ki: "Orada
bulunanlar namaz, oruç, zekât ve hacla ilgili Allah'ın
emrettiği bütün farzları kabul ettiler ve Peygamberi bu
hususta da tasdik ettiler."
İbn-i İshak der ki: İmam Bâkır'a sordum:
"Bu olay ne zaman meydana geldi?" Dedi ki: Hicretin onuncu
yılının zilhicce ayının on dokuzuncu
gecesinde, Peygamberimizin Veda Haccından döndüğü sırada
meydana geldi. Bu olay ile Peygamberimizin (s.a.a) vefatı
arasında yüz gün fark vardır. Gadir Hum'da Resulullah'ı on iki
kişi dinlemiştir."
Gayet-ul Meram'da İbn-i Mağazilî'nin
"el-Menakıb" adlı eserinde merfu olarak Ebu Hüreyre'den şöyle
rivayet ettiği aktarılır: "Zilhicce ayının on sekizinci
gününde oruç tutan kimseye Allah, altmış ayın sevabını yazar.
O, Gadir-i Hum günüdür. O gün Allah Resulü Ali b. Ebi Talib
için insanlardan biat almış ve şöyle buyurmuştur: 'Ben kimin
mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana
dost ol, onun düşmanına düşman ol. Ona yardım edene yardımcı
ol.' Bu sözleri duyan Ömer b. Hattab şöyle dedi: 'Kutlu olsun,
kutlu olsun sana ey Ebu Talib'in oğlu, artık benim mevlam ve
bütün mümin erkeklerin ve kadınların da mevlası oldun.'
Ardından yüce Allah,
'Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi
tamamladım.' ayetini indirdi."
Gayet-ul Meram'da İbn-i Mürdeveyh'in
"el-Menakıb" adlı eserinde ve Merzübanî'nin "Serikatuş-Şiir"
adlı eserinde Ebu Said el-Hudri'den, Hatip'ten nakledilen
hadisin benzerini rivayet ettikleri yer alır.
Ben derim ki:
Bu iki hadisi Suyutî ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Ebu Said'den
ve Ebu Hüreyre'den rivayet etmiştir. Bu arada hadislerin
rivayet zincirlerinin zayıf olduğunu belirtmiştir. Birçok
kanaldan sahabeler içerisinden -dikkatle incelenirse- Ömer b.
Hattab, Ali b. Ebu Talib, Muaviye ve Semure'ye dayandırılarak
ayetin Veda Haccının Arefe gününde nazil olduğu ve bu günün
Cuma'ya rastladığı rivayet edilmiştir. Bunlar içinde
güvenileni Ömer'den nakledilen rivayettir. Müellif bunu
Humaydi, Abd b. Hamid, Ahmed, Buharî, Müslim, Tirmizi, Nesai,
İbn-i Cerir, İbn-i Münzir, İbn-i Hibban ve Beyhaki "Sünen"inde
Tarık b. Şihab'dan, o da Ömer'den, yine İbn-i Rahe-veyh'in
"Müsned"inde, Abd b. Hamid Ebu Aliye kanalıyla Ömer'den, İbn-i
Cerir, Kubaysa b. Ebu Zueyb kanalıyla Ömer'den, Bezzaz
kanalıyla İbn-i Abbas'tan rivayet eder. Anlaşıldığı kadarıyla
İbn-i Abbas da Ömer'den rivayet ediyor.
Ben derim ki: Suyuti'nin söz
konusu iki hadisin rivayet zincirlerinin zayıf olduğunu
belirtmesi, metnin de zayıf olmasını gerektirmez. Önceki
açıklamalarda, ayetin içeriğinin, kendisiyle ilgili olarak
dile getirilen ihtimaller ve anlamlar içinde ancak bununla
örtüştüğünü kanıtlarıyla ortaya koyduk. Dolayısıyla söz konusu
iki rivayet ve onlara benzer içerikli rivayetler, ilgili
rivayetlerin içinde Kur'ân'la uyuşan rivayetlerdir. Öyleyse
onların esas alınması lazım gelir.
Kaldı ki ayetin, "velayet meselesi" ile
ilgili olarak indiğine ilişkin açıklamalar içeren -ve Şiî ve
Sünnî kaynaklardaki toplam sayısı yirmiyi aşkın bulunan- bu
hadisler, "Ey
Elçi, Rabbinden sana
indirileni duyur..."
(Mâide, 67) ayetinin iniş sebebi olarak belirtilen
gelişmelerle de ilintilidir. Bu konuyla ilgili hadisler de,
Şiî ve Sünnî kaynaklarda on beşten fazladır. Bunların tümü de
Gadir hadisiyle yani, "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun
mevlasıdır." hadisiyle ilintilidir. Çok sayıda sahabe
tarafından rivayet edilen ve tevatür düzeyine ulaşan bir
hadistir bu. Gerek Sünnî ve gerekse Şiî âlimlerin büyük bir
kısmı söz konusu hadisin mütevatir olduğunu belirtmişlerdir.
Üzerinde görüş birliği sağlanan diğer bir
husus da, olayın Peygamberimizin (s.a.a) Mekke'den Medine'ye
döndüğü sırada meydana geldiğidir. Dolayısıyla velayet de
(şayet önemi kavranır şaka ve boş söz olarak yorumlanmazsa)
tıpkı Kur'ân'ın birçok ayetinde net olarak üzerinde durulan
tevelli (müminleri dost edinmek) ve teberri (müşriklerden
uzaklaşma) gibi bir farzdır. Böyle olduğuna göre, bu farzı
içeren ayetin, "Bugün
sizin dininizi olgunlaştırdım." ayetinden sonra
inmiş olması mantıki değildir. Bu ayet, velayetin farz
kılınmasından sonra inmiştir. Eğer bu çıkarsamamızla çelişen
rivayetler varsa, onlara dayanıp güvenmek yersizdir.
Konuyla ilgili olarak aktarılan rivayetle
ilgili yaklaşımımız biliniyor. Ancak burada bilinmesi gereken
bir hususa dikkat çekmek istiyoruz:
"Ey Elçi! Rabbinden sana
indirileni duyur, eğer bunu yapmazsan, O'nun risaletini yerine
getirmemiş olursun..." ayeti -ki ileride ifade
ettiği anlam üzerinde duracağız- ile,
"Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım." ayeti, bu iki ayetle ilgili olarak
Sünnî ve Şiî kanallarla aktarılan hadisleri ve tevatür
düzeyine ulaşan Gadir-i Hum rivayetleri üzerinde düşünülüp,
Peygamberimizin (s.a.a) döneminin sonlarına doğru İslâm
toplumunun iç durumu incelendiğinde, çok yönlü araştırmalara
tâbi tutulduğunda, kesin olarak görülecektir ki, velayet
hükmünü içeren ayet, Gadir-i Hum gününden birkaç gün önce
inmiştir.
Yine bu tür bir irdelemede anlaşılacaktır
ki, Resulullah (s.a.a) bunu açıklamaktan sakınıyordu, kabul
görmemesinden veya kendisine yönelik bir suikast
düzenlenmesinden, dolayısıyla İslâm devletinin yara almasından
korkuyordu. Bu yüzden, bu emrin tebliğini günden güne
erteliyordu. Nihayet,
"Ey elçi!... duyur." ayeti indi de artık bu farzın
tebliğini ertelemeye izin vermedi.
Buna göre, yüce Allah'ın surenin büyük
kısmını, bu arada
"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ayetini,
beraberinde velayet hükmünü adı geçen Arefe gününde indirmiş
olması, Peygamberimizin (s.a.a) ilgili ayeti Arefe günü
okuduğu, ancak velayet konusunu açıklamayı Gadir-i Hum gününe
kadar ertelemiş olması mümkündür. Bu ayetin Gadir-i Hum günü
nazil olduğunu ifade eden bazı rivayetlere gelince,
Peygamberimizin (s.a.a) tebliğ ettiği meseleyle ilgili ayeti
bu esnada yeniden okumuş olmasından dolayı, ilk kez nazil
olmuş gibi açıklanmış olması, uzak bir ihtimal değildir.
Bu durumda, bu ayetin "velayet" meselesi
ile ilgili olarak indiğini ifade eden rivayetlerle, Ömer, Ali,
Muaviye ve Semure'den aktarılan görüşlerde olduğu gibi aynı
ayetin Arefe günü indiğini ifade eden rivayetler arasında
çelişki yoktur. Çelişki, ancak rivayet gruplarından birinin
ayetin Gadir-i Hum gününde, diğerinin de Arefe gününde
indiğine delâlet etmesi durumunda söz konusu olabilir.
Rivayet gruplarından ikincisinde, ayetin
dinin hac ve benzeri ibadetlerle kemale erdirilmesine işaret
ettiğine ilişkin olarak yer alan değerlendirmeler, ravinin
kişisel görüşüdür. Ne Kur'ân'ın ifadesi ve ne de Peygamber
(s.a.a) tarafından yapılan güvenilir bir açıklama, bu kişisel
görüşle örtüşüyor.
Bu açıklamayı, Ayyâşî'nin kendi
tefsirinde Cafer b. Muhammed b. Muhammed el-Huzai'den, onun da
babasından aktardığı şu rivayetten de algılamak mümkündür:
Ravi der ki, İmam Cafer Sadık'ın (a.s) şöyle buyurduğunu
duydum: "Resulullah (s.a.a) cuma günü Arefe'de konaklayınca
Cebrail geldi ve ona şöyle dedi: Allah sana selam ediyor ve
diyor ki: Ümmetine söyle: Bugün dininizi sizin için Ali b. Ebu
Talib'in velayetiyle kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi
tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'a razı oldum. Bundan
sonra size bir şey indirmeyeceğim, daha önce size namazı,
zekâtı, orucu ve haccı öngören hükümleri indirmiştim. Bu da
(velayet) beşincisidir. Bu adı geçen dört ibadetten sonra
ancak, bu beşincisiyle size yönelirim."
Kaldı ki, ayetin Arefe gününde indiğine
ilişkin olarak Ömer'den nakledilen rivayette bir diğer problem
var. Bu rivayetlere göre, Ehlikitap'tan birisi -bazısında bu
birisinin Ka'b olduğu belirtilir- Ömer'e der ki: Kur'ân'da bir
ayet vardır ki, eğer onun bir benzeri biz Yahudi topluluğuna
inseydi, onun indiği günü bayram ilân ederdik. O şu ayettir:
"Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım..." Ömer ona şu cevabı verir:
"Vallahi, ben o günü biliyorum. Veda Haccının Arefe günüdür."
İbn-i Raheveyh ve Abd b. Hamid'in Ebul
Aliye'den aktardıkları rivayetin metni ise şöyledir: Bir grup
Ömer'in yanında bulunuyordu ve ona bu ayeti söz konusu
ettiler. Bu sırada Ehlikitap'tan bir adam dedi ki: "Eğer bu
ayetin indiği günü bilseydik, o günü bayram ilân ederdik."
Ömer ona şu karşılığı verdi: "Ayetin indiği günü ve ertesi
günü bize bayram kılan Allah'a hamd olsun. Ayet Arefe günü
indi. Ertesi günse Kurban Bayramı'dır. Böylece Allah bizim
için işi kemale erdirdi. Anladık ki, bundan sonra iş eksilme
sürecine girecektir."
Rivayetin son bölümü farklı bir şekilde
de aklarılmıştır. ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, İbn-i Ebi
Şeybe ve İbn-i Cerir'in Antere'den şöyle rivayet ettikleri yer
alır: "Bugün sizin
dininizi olgunlaştırdım." ayeti Hacc-ı Ekber günü
inince, Ömer ağlamaya başladı. Resulullah (s.a.a), "Niye
ağlıyorsun?" dedi. Ömer dedi ki: "Şunun için ağlıyorum: Bugüne
kadar dinimiz bir artış sürecindeydi. Ama bugün kemale ermiş
bulunuyor. Kemale eren hiçbir şey yoktur ki, eksilmesin."
Resulullah (s.a.a), "Doğru söylüyorsun." dedi.
Bu rivayete bir açıdan benzeyen diğer bir
rivayet de yer alır ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde: Ahmed,
Alkame b. Abdullah el- Muze-ni'den şöyle rivayet eder: O demiş
ki: Bana bir adam şunları söyledi: Ömer b. Hattab'ın
meclisinde bulunduğum bir sırada, Ömer meclistekilerden birine
sordu: "Resulullah'ın İslâm'ı ne şekilde nitelendirdiğini
duydun mu?" Adam dedi ki: "Resulullah'ın (s.a.a) şöyle
dediğini duydum: İslâm yeni doğmuş bir deve yavrusu gibi
hayata başladı, sonra iki yaşına, dört yaşına, altı yaşına
girdi, derken en güçlü dönemine girdi." Ömer dedi ki: "Güçlü
ve olgunluk döneminden sonra, sıra eksilmeye gelir."
Görüldüğü gibi, bu rivayetlerin ortak
özellikleri, ayetin Arefe günü inişinin anlamının, insanların
dikkatini dinin egemen oluşuna, hac mevsiminde Mekke'de tek
başına etkin bir güç hâline gelişine çekmek olduğunu
açıklamaya yöneliktir. Bu rivayetlerde dinin kemale erdirilişi
ve nimetin tamamlanışı, Mekke atmosferinin arındırılması, o
gün için sırf Müslümanların yaşadıkları bir ortama dönüşmüş
olması, ondan başka ibadete esas alınacak bir dinin
bulunmayışı, artık düşmanlardan korkup sakınmalarını
gerektirecek bir durumun olmayışı şeklinde yorumlanmıştır.
Diğer bir ifadeyle; dinin kemale
erdirilişinden ve nimetin tamamlanışından maksat, onlara göre,
düşmanların müdahalesinin veya onlardan çekinmelerinin söz
konusu olmadığı bir ortamda ellerinde bulunan şeylere tamamen
amel etmeleridir. Maksat, Allah katından gelen bilgi ve
hükümleri içeren şeriat değil. Yine rivayetlerden anlaşıldığı
kadarıyla, onlara göre İslâm, amel bazında iş gördükleri
İslâm'ın zahiridir. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Dinden
maksat, amellerine yansıyan, gözlemlenebilir dinin şeklidir,
İslâm da öyle... Çünkü artıştan sonra eksiliş ancak bu anlamda
söz konusu olabilir.
Oysa Allah tarafından konulan hüküm ve
O'nun tarafından inzal edilen bilgiler, Ömer'in; "Kemale eren
hiçbir şey yoktur ki eksilmesin." sözüyle anlatmak istediği
türden bir artıştan sonra eksilişi kabul etmez. Kuşkusuz
"artışın ardından eksiliş" evrensel bir yasadır, evrenin
yapısı gereği tarihin ve toplumsal hayatın akışına egemendir.
Din ise, bu tür yasalara tâbi değildir. Sadece, dini diğer
toplumsal düzenler gibi gelişen ve değişen bir sosyal düzen
olarak görenler böyle bir yaklaşım içinde olabilirler.
Bu gerçeği kavradığına göre, bu tür
değerlendirmelerde öncelikle şu şekilde bir tutarsızlığın
olduğunu bilirsin: Daha önce anlamını sunduğumuz
"Bugün sizin için dininizi
olgunlaştırdım." ayeti dinin kemale erdirilişi
olgusuna getirilen açıklamayla örtüşmüyor.
İkincisi: İslâm toplumunda müşriklerden
çok daha zararlı ve yıkıcı unsurların bulunmasıyla birlikte,
sadece yeryüzünün zahiren müşriklerden temizlenmesine,
toplumun zahiren İslâm üzere olup müşrik düşmanlar tarafından
tehdit edilmemesine dayanarak, Yüce Allah'ın dini salt şekli
olarak kemale ermiş sayıp bu durumu kendine nispet ederek
insanlara yönelik bir lütfü olarak nitelendirmesi mümkün
müdür? Müslümanların arasında gizlice toplantılar düzenleyen,
aralarına sızan, bozgunculuk çıkaran, işleri tersine çevirmeye
çalışan, dini ifsat edici çalışmalar yapan, kuşkular yaratan
münafık gruplar vardı. Bilindiği gibi münafıklar sorunu büyük
ve önemliydi. Kur'ân'ın birçok ayetleri bu hususa değinmiştir.
Örneğin, Münafikun suresinin neredeyse tüm ayetleri, Bakara,
Nisâ, Mâide, Enfâl, Tevbe ve Ahzâb surelerinin bir kısmı
onlara ayrılmıştır.
Anlayamıyorum, o gün münafık gruplar
nereye kayboldular? Sesleri, solukları nasıl kesildi? Hileli
düzenleri nasıl bir anda boşa çıktı, batıl zihniyetleri yok
olup gitti? Münafıkların varlıklarına rağmen sırf müşriklerin
Mekke'den uzaklaştırılmasına dayanarak yüce Allah'ın o gün
Müslümanlara, dinin zahirini kemale erdirmesini, nimeti
zahiren tamamlamasını, İslâm'ın zahirine razı oluşunu lütuf
sayması ve bunu bir minnet olarak zikretmiş olması nasıl
mantıklı olabilir? Oysa münafıklar, müşriklerden daha şiddetli
ve yıkıcı düşmandırlar. Nitekim
"Onlar düşmandır,
onlardan sakın."
(Münafikun, 4) ayeti
bu sözümüzü doğruluyor.
Yüce Allah'ın iç yapısı bu şekilde
karmaşık olan bir dinin zahirini kemal olarak nitelendirmesi
yahut iç yapısı bedbaht unsurlar barındırmasına rağmen
nimetini tamamladığını vurgulaması veya bu anlamıyla İslâm'ın
zahirinden razı olduğundan haber verip bunun bir lütuf
olduğunu belirtmiş olması mümkün müdür? Oysa Yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "Yoldan
saptırıcıları yardımcı tutmuş değilim."
(Kehf, 51) Yüce Allah,
münafıklarla ilgili olarak -onların dinini kastederek- şöyle
buyuruyor: "Siz
onlardan razı olsanız bile, Allah yoldan çıkan topluluktan
razı olmaz." (Tevbe,
96) Bütün bunların ötesinde ayetin ifade tarzı
mutlaktır; kemale erme, tamamlama, razı olma, din, İslâm ve
nimet gibi olguları herhangi bir açıdan kayıtlamıyor.
Diyebilirsiniz ki: Bu ayet -daha
önce de işaret edildiği gibi- aşağıdaki ayetin kapsadığı
vadin yerine getirilişinin ifadesidir:
"Allah sizden, inanıp iyi
işler yapanlara vaat etmiştir: Onlardan öncekileri nasıl
hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve
kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine
sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir
güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi
ortak koşmayacaklar."
(Nûr, 55)
Görüldüğü gibi, ayette Müslümanlara
kendileri için razı olunmuş dinlerinin kemale erdirileceği
vadediliyor. Tefsirini sunduğumuz ayette ise, bu vaade şu
ifadeler tekabül ediyor:
"Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım (kemale erdirdim) ve size din olarak İslâm'a
razı oldum." Şu hâlde, razı olunmuş dinlerinin
kemale erdirilişinden maksat, dinin onlar için egemen
kılınışı, onun müşriklerin sıkıştırmalarından kurtarılışıdır.
Münafıklara gelince, onların durumu farklıdır, dini baskı
altında tutup sıkıştırmayla bir ilintileri yoktur. Ayetin
Arefe günü nazil olduğuna ilişkin rivayetlerin işaret
ettikleri anlam da budur. Nitekim bir diğer grup da, burada
dinî amellerin ve bu amelleri yerine getiren Müslümanların
müşriklerin sıkıştırmalarından kurtuluşları kastedilmiştir,
şeklinde görüş belirtmişlerdir.
Size verecek cevabım şudur:
"Bugün... olgunlaştırdım."
ayetinin, "Allah
inananlara vadetmiştir..." ayetinin içerdiği vaadin
somut ifadesi oluşu, keza tefsirini sunduğumuz ayette geçen,
"sizin dininizi
olgunlaştırdım." ifadesinin öteki ayetteki,
"kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak..."
ifadesine tekabül edişi, onun anlamını ifade ediyor oluşu bir
gerçektir ve bunda en ufak bir kuşkuya mahal yoktur.
Ne var ki Nûr suresindeki ayet,
"Allah inananlara ve iyi
işler yapanlara vaat etmiştir" ifadesiyle başlıyor.
Burada Müslümanlar arasında amellerinin içi-dışı bir olan özel
bir grup kastediliyor. Dinin öngördüğü biçimde sergiledikleri
amelleri, Allah katında hükme bağlanan dinî kurallarla
örtüşüyor. Dolayısıyla Allah'ın onlar için razı olduğu
dinlerinin sağlamlaştırılması hoşnut olunan dinin Allah'ın
ilmi ve iradesi kapsamındaki kısmının yasa kalıplarına
dökülerek, vahiy yoluyla cüzlerini onların nezdinde toplayarak
kemale erdirmesi anlamını ifade eder. Ki kâfirlerin onların
dinlerini yok etmekten yana umutsuzluğa düşmelerinden sonra,
kendileri kemale erdirilmiş bu dinin buyrukları doğrultusunda
Allah'a yönelik kulluk yükümlülüklerini yerine getirsinler.
Bizim söylediğimiz şudur: Yüce Allah'ın
dini kemale erdirmesinin anlamı, farzların yasa niteliğinde
hükme bağlanması açısından kemale erdirilmesidir. Dolayısıyla
adı geçen ayetin inişinden sonra herhangi bir farz
konulmamıştır. Yoksa kastedilen, müminlerin amellerinin,
özellikle haclarının müşriklerin amellerinden ve haclarından
kurtarılması, iki tarafın amellerinin birbirine karışmayacak
şekilde ayrılması değildir. Diğer bir ifadeyle, dinin kemale
erdirilişinin anlamı, onun artıştan sonra eksilişi kabul
etmeyecek şekilde en yüksek mertebeye çıkarılışıdır.
Tefsir-ul Kummî'de müellif der ki: Bana
babam anlattı, o da Saf-van b. Yahya'dan duymuş, ona A'lâ
haber vermiş. O, Muhammed b. Müslim kanalıyla İmam Bâkır'ın
(a.s) şöyle dediğini duymuş: "Allah'ın indirdiği son farz,
velayettir. Ondan sonra herhangi bir farz indirilmemiştir.
Ardından, 'Kura-ul Gamîm' denilen yerde,
'Bugün sizin dininizi
olgunlaştırdım.'ayeti indi. Resulullah (s.a.a) bu
hükmü 'Cuhfe' denilen yerde tebliğ etti. Ondan sonra da
herhangi bir farz inmedi."
Aynı anlamı içeren bir hadisi Tabersi
Mecma-ul Beyan tefsirinde İmam Bâkır ve İmam Sadık'tan (a.s)
rivayet etmiştir. Ayyâşî de kendi tefsirinde Zürare kanalıyla
İmam Bâkır'dan aktarmıştır.
[c.1, s.292, h:20]
Şeyh Tusî el-Emalî adlı eserinde kendi
rivayet zinciriyle Muham-med b. Cafer b. Muhammed'den, o
babasından, o İmam Cafer Sadık'-tan (a.s), o da Emir-ül
Müminin Ali'den (a.s) şöyle rivayet eder: Resu-lullah'ın
(s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "İslâm beş temel üzerine
bina edilmiştir: İki şehadet ve iki arkadaş..." Orada hazır
bulunanlar, "İki şehadeti biliyoruz, iki arkadaş nedir?" diye
sordular. Buyurdu ki: "Namaz ve zekât. Çünkü biri olmadan
diğeri kabul edilmez. Ayrıca oruç ve yol bulabilenlerin
Beytullah'ı haccetmeleri. Bunlar velayetle son bulmuştur."
Ardından yüce Allah,
"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım
ve size din olarak İslâm'a razı oldum." ayetini
indirdi. [c.2, s.132]
Fettal b. el-Farisi "Ravzat-ul Vaizin"
adlı eserinde İmam Bâkır'dan (a.s) Peygamberimizin (s.a.a) hac
için gidişini, Medine'ye dönüş yolunda Ali'yi velayet makamına
atayışını, konuyla ilgili ayetin inişini anlatır. Burada
Resulullah'ın (s.a.a) Gadir-i Hum günü yaptığı uzun bir
konuşmaya da yer verir. [Ravzat-ul
Vaizin, s.89]
Ben derim ki: Benzeri bir hadisi,
Tabersi el-İhticac adlı eserinde kendisi bitişik rivayet
zinciriyle el-Hadremi'den, o da İmam Bâkır'dan (a.s) aktarır.
Ayetin velayet hakkında indiğini Kuleynî el-Kâfi'de,
Şeyh Saduk da el-Uyûn'da
rivayet eder. Tümü rivayet zinciriyle Ab- dulaziz b. Müslim'e,
ondan İmam Rıza'ya (a.s) isnat edilir. Yine ayetin "velayet"le
ilgili olarak indiğini Şeyh Tusi el-Emalî adlı eserinde kendi
rivayet zinciriyle İbn-i Ebi Umeyr'den, o Mufaddal b.
Ömer'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o da atası Emir-ül
Müminin'den (a.s) rivayet eder.
[c.1, s.124]
Bunu Tabersî de
Mecma-ul Beyan tefsirinde kendi rivayet zinciriyle Ebu Harun
el-Abdi'den, o Ebu Said el-Hudri'den rivayet eder. Şeyh Tusî
el-Emalî adlı eserinde konuyla ilgili olarak İshak b. İsmail
en-Nişaburî'den, o İmam Sadık'tan (a.s), o atalarından (a.s),
onlar Hasan b. Ali'den (a.s) bir hadis rivayet ederler.
Konuyu kısa tutmak istediğimizden epey uzun olan bu
rivayetlerin metinlerini sunmadık. Dileyen kaynaklara
başvurabilir. Hidayeti bahşeden Allah'tır.
|
|