|
ALGILAMA VE DÜŞÜNME ÜZERİNE
Âdem'in iki oğlunun yaşam öyküsünün bu kesiti, yani;
"Derken Allah, ona
kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için yeri
eşeleyen bir karga gönderdi. 'Yazıklar olsun bana! Şu karga
kadar olup da kardeşimin cesedini gömmekten aciz miyim ben?'
dedi ve böylece pişman olanlardan oldu." ayeti,
türü arasında bir benzeri bulunmayan tek bir ayettir. Bu
ayette, duyu organlarının algılarından yararlanan insanın
durumu somutlaştırılıyor. İnsanın, algılama yoluyla eşyanın
niteliklerini, özelliklerini kavradığı anlatılıyor. Ardından
insanın bu algılarını, hayata ilişkin amaçlarını
gerçekleştirmeye yönelik düşüncenin malzemeleri hâline
getirdiği dile getiriliyor. Ki bu, bilimsel araştırmaların
vardığı şu sonucu haklı çıkarıyor: İnsanın sahip olduğu
bilgiler algılara ve sezgilere dayanır. Ve bu, anma ve fıtrî
bilgi teorisini savunanların tezlerine aykırı bir söylemi
ifade eder.
Bunu
biraz daha açacak olursak: İnsanı, sahip olduğu bilgi formları
yani tasarım ve yargı nitelikli, tikel veya tümel olanı,
çeşitli nitelikler arz eden bilgileri ve kavrayışlarıyla
birlikte gözlemlediğimiz zaman, insanların en cahilinin,
anlama ve düşünme kapasitesi bakımından en zayıf bile olsa,
birçok formlara ve büyük bir yekûn tutan bilgilere sahip
olduğunu görürüz. Öyle ki bunları neredeyse saymak mümkün
olmayacaktır. Daha doğrusu, âlemlerin Rabbinden başka kimse
bunların sayısını bilemez.
Çokluğuna ve istatistiklerin kapasitesini aşmasına rağmen,
insanın dünya hayatı boyunca sürekli arttıkları, geliştikleri
de gözlemlenen bir olgudur. Süreci geriye doğru işletmek
mümkün olsa, yavaş yavaş azalıp sonunda sıfıra dayandığını
görürüz. İnsan, bilgi namına hiçbir şeye sahip olmayan bir
varlık olarak belirginleşir. Nitekim yüce Allah şöyle
buyurmuştur: "İnsana
bilmediğini öğretti."
(Alak, 5)
Bu ayette verilmek
istenen mesaj; Allah, insana bilmediğini öğretir, bildikleri
hususunda ise insanın Allah'ın eğitimine ihtiyacı yoktur,
değildir. Çünkü şurası göz ardı edilemez bir gerçektir ki,
hangisi olursa olsun, insanın sahip olduğu bilgi, varoluşunu
olgunlaştırma ve hayatı çerçevesinde yararlanma sürecinde ona
yol göstericilik yapma işlevini görür. Doğal uyarılmalar ve
etkilenmeler sonucu cansız varlık türlerinin vardıkları hedefe,
canlı varlıklar -bu arada insan oğlu- da bilgi aydınlığıyla
ulaşır. Bu demektir ki bilgi, hidayetin nesnel
karşılıklarından biridir.
Yüce Allah, birçok ayette hidayet olgusunu mutlak olarak
kendisine nispet etmiştir:
"Her şeye yaratılışını
verip sonra onu doğru yola iletendir."
(Tâhâ, 50),
"O ki her şeyi yarattı,
düzenledi. Ve O ki her şeyin miktarını, biçimini belirleyip
hedefini gösterdi." (A'lâ,
2-3)Algılama ve düşünme yoluyla yol göstermenin bir
türüne işaret edilen bir diğer ayette de şöyle buyruluyor:
"Yahut karanın ve denizin
karanlıkları içinde size yol gösteren kim?"
(Neml, 63)Önceki
bölümlerde, "hidayet"in anlamına ilişkin bazı açıklamalara yer
vermiştik. Kısacası her bilgi hidayet ve her hidayet de
Allah'tan olduğuna göre, insan sahip olduğu tüm bilgileri,
Allah'ın eğitmesiyle öğrenmiştir.
"Allah sizi, hiçbir şey
bilmediğiniz durumda annelerinizin karın-larından çıkardı;
size işitme, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz."
(Nahl, 78) ayeti, bu
açıdan, "İnsana
bilmediğini öğretti."
(Alak, 5)ayetine yakın
bir anlam içermektedir.
İnsan davranışları ve bunlarla ilgili Kur'ân ayetleri üzerinde
eş zamanlı olarak durup düşündüğümüz zaman, insanın sahip
olduğu teorik bilgilerin, yani eşyanın özelliklerine ilişkin
bilgilerin ve bunların birer yansıması olarak beliren aklî
marifetlerin başlangıcı olarak sezgi ve algıdan
kaynaklandıklarını görürüz. Allah, insana eşyanın
özelliklerini bu yolla öğretiyor.
"Derken Allah, ona
kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için... bir
karga gönderdi."
ayeti bunu açıklıyor.
Şu hâlde, cesedin nasıl gömüleceğini göstermek için karganın
gönderilişinin Allah'a nispeti, gömmenin nasıl olacağının
bilinmesinin de O'na nispet edilmesi anlamına gelir. Gerçi
karga, kendisini gönderenin Allah olduğunun bilincinde değildi.
Aynı şekilde Hz. Âdem'in (a.s) oğlu da, düşünme ve öğrenme
yeteneğini yönlendiren bir yönlendiricinin farkında değildi.
Karganın nedenselliğinin ve yeri eşelemesinin onun
öğrenmesiyle ilintisi, yüzeysel bir bakış açısına göre, insana
dünya ve ahiret işleriyle ilgili yöntemleri öğreten diğer
tesadüfî yöntemler gibi, tesadüfî bir nedensellikti.
Ancak insanı yaratan ve hayattaki hedeflerini gerçekleştirmek
için ilmî olgunlaşmaya yönelten yüce Allah'tır. Yüce Allah,
evrene öyle bir düzen egemen kılmıştır ki bu düzen, bilgi
aracılığıyla olgunlaşmayı gerektirici niteliktedir. İnsan
evrenin parçalarıyla kurduğu ilişkiler ve etkileşimler sonucu
bilgi edinme imkânını bulmaktadır. Dolayısıyla insan,
hayattaki hedeflerini gerçekleştirmesine yardımcı olacak
bilgiyi, eğitimi evrenden alır. Kargayı ve başka şeyleri
göndererek insanın bir şeyler öğrenmesini sağlayan Allah'tır.
O hâlde O, insanın öğreticisidir.
Bu anlama yakın ifadeler içeren benzer ayetlerin sayısı çoktur:
"Allah'ın size
öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz av köpekleri-nin..."
(Mâide, 4) Bu
ayette yüce Allah, insanların bildiklerini ve avcı hayvanlara
öğrettiklerini, Allah'ın kendilerine öğrettiği şeyler olarak
nitelendiriyor. Oysa, o bilgileri ya başka insanlardan
öğrenmişler ya da bizzat kendileri düşünerek icat etmişlerdir.
"Allah'tan korkun,
Allah size öğretiyor."
(Bakara, 282) Oysa onlar
elçiden öğreniyorlardı.
"Yazıcı Allah'ın kendisine
öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın."
(Bakara, 282)Oysa bir
katip, bildiklerini diğer bir katipten öğrenir. Fakat bütün
bun-lar, yaratılış düzeninde ve evrensel plânlama çerçevesinde
öngörülen olgulardır. Dolayısıyla bunlar aracılığıyla elde
edilen ve insanın olgunlaşmasına katkıda bulunan bilgiyi, bu
sebepler aracılığıyla Allah öğretir. Tıpkı bir öğretmenin
öğrencilerine söz ve empozeyle, bir katibin söz ve kalemle
bildiklerini öğretmesi gibi.
Sebepler dünyasında yüce Allah'ın kendisine nispet ettiği
olguları bu şekilde algılamak gerekir. Çünkü onların
yaratıcısı Allah'tır. Allah ile yarattığı varlıklar arasında
sebepler yer alır. Bunlar, zahirî işlevleri itibariyle
sebeptirler, bir şeyin varoluşunun gerçekleşmesini sağlayan
aletlerdirler. Dilersen şöyle de diyebilirsin: Bunlar, varlığı
her yönüyle ve her tarafıyla sebeplerle ilintili varlığın
koşullarıdır. Söz gelimi, Amr ve Hind'den olma Zeyd'in
varoluşunun koşulu, öncesinde Amr ve Hin-d'in olmaları,
bunların evlenmeleri ve aralarında cinsel birleşmenin
olmasıdır. Aksi takdirde, varsayılan Zeyd olmayacaktır. Gören
bir göz-le görmenin koşulu, önceden gören bir gözün olmasıdır.
Benzeri şeylerde de durum aynıdır.
Bir kimse, sebepleri olumsuzlayarak, onları geçersiz kılarak
Allah'ı birlediğini iddia eder, O'nun mutlak kudretini
olumlamak ve acizliği olumsuzlamak bakımından bunun çok daha
etkili olduğunu ileri sürerse, bunun yanında, arada sebeplerin
varlığının zorunlu olduğunu savunmanın yüce Allah'ın yaratma
hususunda, adeta iradesiz imiş gibi, özel bir yol izlemek
zorunda olduğu anlamına geldiğini söylerse, farkında olmadan
kendisiyle çelişkiye düşmüş olur.
Kısacası, insanların duygu organları aracılığı ile bir şekilde
algıladıkları eşyanın özelliklerini onlara öğreten Allah'tır.
Allah, bunları duyu organları aracılığıyla öğretir. Bunun
yanında yerde ve gökte bulunan her şeyi onların hizmetine
sunmuştur: "Göklerde ve yerde bulunan şeyleri, kendinden
bir lütuf olarak size boyun eğdirdi."
(Câsiye, 13)
Hiç kuşkusuz, bu boyun eğdirme, insanın bir şekilde onlar
üzerinde tasarrufta bulunup onları hayattaki hedeflerine
ulaşmanın ve beklentilerini gerçekleştirmenin aracıları olarak
kullanmasından başka bir şey değildir. Diğer bir ifadeyle yüce
Allah, onlardan yararlansın diye, göklerde ve yerde bulunan
her şeyi insanın varoluşuyla irtibatlandır-mıştır. İnsanı da
bunlar üzerinde nasıl tasarrufta bulunacağını, onları nasıl
kullanacağını ve nasıl aracı edineceğini kavrasın, algılasın
diye düşünme yeteneğiyle donatmıştır. Bu çıkarsamamızın
kanıtları şu ayetlerdir:
"Görmedin mi Allah,
yerdekileri ve emriyle, denizde akıp giden gemileri sizin
buyruğunuza verdi." (Hac,
65) "...Size
bineceğiniz gemiler ve hayvanlar yarattı."
(Zuhruf, 12)
"...Onların ve gemilerin
üstünde taşınırsınız."
(Mü'min, 80) Buna benzer
daha birçok ayeti örnek göstermek mümkündür.
Ayetlerin ifade tarzları son derece ilginçtir: İnsan yapımı
olan geminin varlığı Allah'a nispet ediliyor. Geminin ve
hayvanların yaptığı taşıma işi de öyle. Gemilerin denizde akıp
gitmeleri de O'na nispet edilerek zikrediliyor. Oysa,
gemilerin yüzmeleri doğrudan deniz akıntısıyla, rüzgarın
esişiyle veya buhar gibi şeylerle ilintilidir. Sonra bütün
bunlar, O'ndan insanın lehine bir boyun eğdirme olarak
isimlendiriliyor. Çünkü yüce Allah'ın iradesinin gemiler ve
yerde ve gökte benzeri işlevi gören hayvanlar üzerinde bir tür
egemenliği vardır, onları öngörülen hedeflere yöneltir.
Kısacası, yüce Allah, insana algıladığı şeyler üzerinde
düşünme yeteneğini bahşetmiştir, ki o bu düşüncesi
aracılığıyla kendisi için öngörülen olgunlaşma hedefine
yönelir. Varlıklar âlemindeki olgulara ilişkin teorik
bilgileri yani, nazarî ve kesbî bilgileri nedeniyle bu
öngörülen amaçları gerçekleştirme çabası içine girer. Yüce
Allah bir ayette şöyle buyuruyor:
"Size işitme, gözler ve
gönüller verdi ki şükredesiniz."
(Nahl, 78)
Yapılması ve yapılmaması gereken şeylerle ilintili pratik
bilimlere gelince, bu alanda belirleyici olan Allah'ın ilham
etmesidir, algı yeteneğinin ya da teorik aklın bu hususta bir
etkinliği olmaz. "Nefse
ve onu biçimlendirene, ona bozukluğunu ve korunmasını ilham
edene andolsun ki, nefsini yücelten kazanmış, onu alçaltan da
ziyana uğramıştır." (Şems,
7-10) "Sen
yüzünü Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın
yaratma kanununa (fıtrat)
ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın yaratması
değiştirilmez. İşte doğru din odur."
(Rûm, 30)Bu ayetlerde,
yapılması gerekenlerin, yani iyiliğin ve yapılmaması
gerekenlerin, yani kötülüğün bilinmesi, ilâhî ilhamla, yani
Al-lah'ın kalbe telkinde bulunmasıyla elde edilen bir durum
olarak değerlendirilmiştir.
Dolayısıyla insanın elde ettiği bilgiler, ilâhî yol
göstericiliğin yansıması ve ilâhî yol göstericilikle
gerçekleşmiştir. Ancak bunların da tür olarak farklılık arz
ettiklerini görüyoruz. Eşyanın dışsal özellikleri söz konusu
olduğunda yüce Allah'ın, bunları öğrenme hususunda insanı
yönelttiği yol, algılama yeteneğidir. Tümel-düşünsel bilgiler
söz konusu olduğunda, bunlara ulaşmanın yolu, ilâhî bağış ve
boyun eğdirmedir. Aynı zamanda algı yeteneğinin de işlevsel
olması, bu durumu olumsuzlamaz ya da insan, bu bağlamda hiçbir
şekilde ilâhî boyun eğdirmeden müstağni olmaz. Salih ya da
fasit amellerle, takva ve günahla ilintili pratik bilimlere
gelince; bunun yolu ilâhî ilhamdır, kalplere telkin etmesidir,
fıtrat kapısını açmasıdır.
Özü itibariyle ilhama dayanan üçüncü kısmın işlevsel olarak
başarılı olması ve beklenen sonuçları vermesi, ikinci kısmın
salih oluşuna, doğru ve tutarlı bir zemine dayanmasına
bağlıdır. Nitekim aklın doğru ve tutarlı bir etkinlik
göstermesi de insanın takva ve fıtrî dini açısından dosdoğru
bir çizgide hareket etmesine bağlıdır. Yüce Allah, konuyla
ilgili olarak şöyle buyuruyor:
"Sağduyu sahiplerinden
başkası düşünüp öğüt almaz."
(Âl-i İmrân, 7)
"Allah'a yönelenden
başkası ibret almaz."
(Mü'min,
13) "Gönüllerini
ve gözlerini ters çeviririz, ilkin ona inanmadıkları gibi."
(En'âm, 110)
"Nefsini aşağılık yapan
beyinsizden başka, kim İbrahim dininden yüz çevirir?"
(Bakara, 130) Demek
isteniyor ki, aklını ifsat edip, onu normal çizgisinden
saptıranlardan başkası fıtratın gerektirdiği eylemleri
yapmaktan kaçınmaz.
Akıl ile takva arasındaki bu gerektiriciliği pratikte de
gözlemlemek mümkündür. Hiç kuşkusuz, insanın teorik gücünde
bir anormallik varsa hakkı hak olarak, batılı da batıl olarak
algılayamaz. Bu bakımdan hakka sarılmanın ve batıldan
kaçınmanın gerekliliğini de sezinleyemez, yüce Allah
tarafından bu yönden bir ilhama da muhatap olamaz. Söz gelişi,
dünya hayatının ötesinde bir hayatın olduğuna inanmayan bir
kimse, ahiret hayatı açısından en iyi azık konumunda olan dinî
takva duygusunun ilham edilmesini algılayamaz.
Aynı şekilde, insanın fıtrî dini bozulur ve dinî takva
duygusuyla beslenmezse, şehvet (çekici güç) gazap (itici güç),
sevgi veya nefret gibi içsel algı güçlerinin dengesi bozulur.
Bu güçlerin arasındaki denge durumunun bozulmasıyla birlikte,
teorik kavrama gücü, istenen düzeyde bir işlevsellik görmez.
Kur'ân'ın, insanlar arasında dinî bilgileri yayma ve onlara
yararlı bilgiyi öğretme amacına yönelik açıklamaları bu tarzda
devam eder. Bu bağlamda bilgileri edinmek için
belirginleştirdiği yöntemleri esas alır. Söz gelimi,
algılanmaya elverişli özelliklere sahip olgular, unsurlar söz
konusu olduğunda, açık bir ifadeyle duyu organlarına hitap
eder. Mesela,"Görmedin
mi?, Görmüyorlar mı?,
Gördünüz mü?,
Görmez misiniz?"
gibi ifadeler içeren ayetleri buna örnek gösterebiliriz.
Maddî tümel olgularla ilintili aklî-soyut tümel olgular ya da
fizik âleminin ötesi söz konusu olduğunda, duyular açısından
madde ve maddî çevrenin dışında gaybî olgular bile olsalar,
aklın işlevi kesin belirleyici görülür. Dünya ve ahiret
hayatına ilişkin olguları içeren ayetlerin genelini buna örnek
gösterebiliriz. Bu gibi ayetlerde, özellikle
"akleden bir kavim için...",
"Düşünen bir kavim için...",
"Hatırlayan bir kavim
için..." ve
"derin kavrayış sahibi bir kavim için..."gibi
ifadelere yer verilir.
Amel, takva ve günahlar bağlamında hayır, şer, yarar ve zarar
gibi olgularla ilintili pratik önermeler söz konusu olduğunda,
bu sefer ilâhî ilham esas alınır. İnsanın içsel ilham
algılamasını anımsatıcı olgulara dikkat çekilir.
"Bu, sizin için daha
hayırlıdır...",
"Onun kalbi günah-kârdır.", "O ikisinde günah vardır.",
"Günah ve haksız yere
azmadır.",
"Allah hidayet vermez..." gibi ifadeler kapsayan
ayetleri buna örnek gösterebiliriz. Hiç kuşkusuz bu tespitimiz,
üzerinde durup düşünmeye değerdir.
Bu
tespitten hareketle öncelikle şunu anlıyoruz: Kur'ân-ı Kerim,
duyu organlarının algılamasını ve deneyimi esas alanların
yöntemlerini yanlış bulur. Bunlar, bilimsel araştırmalarda,
salt aklın yargılarını o-lumsuzlarlar. Kur'ân'ın
açıklamalarında öncelikle önem yüce Allah'ın birliğine, yani
tevhit ilkesine verilir. Sonra açıklanan ve insanlara sunulan
tüm gerçek bilgiler bu temele dayandırılır. Bilindiği gibi,
duyu organlarının algılama kapasitesinden en uzak meselelerden
biri de tevhittir. Maddî olgulardan uzak ve salt aklın
yargılarıyla ilintilidir.
Kur'ân, söz konusu gerçek bilgilerin fıtrat menşeli
olduklarını açıklar: "Sen
yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir: Allah'ın
yaratma kanununa (fıtrata) ki, insanları ona göre yaratmıştır."
(Rûm, 130) Buna göre,
insan yaratılışı, bu tür bilgi ve kavrayışlara kaynaklık eden
bir varoluş şeklidir. Yaratılışının değişmesinin bir anlamı
yoktur; elbette bizzat değişim de bir yaratma ve var etme
olursa o başka. Mutlak olarak var etmeyi değiştirmek, yani
varolan hükmü geçersiz kılmak ve iptal etmek tasavvur edilecek
bir anlam değildir. İnsanın buna gücü yetmez; fıtratına
yerleştirilen bilgileri iptal edemez ve hayat için fıtratın
kesin yolundan başka bir yol izleyemez.
Pratik hayatta, fıtratın hükümlerinden sapma olarak
gözlemlenen durumlar, fıtratın hükümlerinin iptal edilmesi
anlamına gelmezler; bilâkis hükümlerin ve gerektiği gibi ve
gereken yerlerde kullanılmaması olarak değerlendirilmelidirler.
Tıpkı bir atıcının, atışı esnasında hedefi tutturmaması gibi.
Hiç kuşkusuz atış aleti ve diğer malzemeler, öz doğaları
gereği isabet etme özelliğine sahip kılınmışlardır. Fakat
bunların kullanımında yanılmalar, hedeften saptırabilir onları.
Bıçak, testere, matkap ve iğne gibi aletler bir motora yanlış
monte edilirlerse, kesme, delme ve biçme gibi fıtrî
işlevlerini görürler; ama istenen şekilde değil. Bunların
fıtrî işlevlerinden sapmalarına gelince; sözgelimi, testere
ile dikiş yapılması, testerenin iğne gibi kullanılması,
dikişin bıçkı hâline getirilmesi, işte bu, imkânsızdır.
Bazı grupların bilimsel yöntemlerinin doğruluğunu kanıtlamak
için ileri sürdükleri delillerin geneli üzerinde düşünüldüğü
zaman bütün bunlar açık bir şekilde ortaya çıkar. Örneğin
diyorlar ki: Salt aklî araştırmalarda ve duyu organlarının
algılama alanlarından uzak öncüllerin bileşiminden ibaret olan
kıyaslarda yanılma payı çok olur. Salt aklî meselelere ilişkin
ihtilafların çokluğu da bunu gösterir. İnsanın içine sinmediği
için bunlara güvenmemek gerekir.
Yine bazıları somut algı ve deney yöntemlerinin doğruluğunu
kanıtlamak için diyorlar ki: Algılama, zorunlu olarak eşyanın
özelliklerini kavramayı sağlayan bir alet konumundadır. Özel
şartlarıyla birlikte herhangi bir objede bir belirti algılanır,
sonra bu belirti, söz konusu şartlarla birlikte aynı objede
tekrar tekrar gözlemlenirse, her defasında, önceki gözleme
göre bir farlılık ve ayrıtlık gözlemlenmezse, bu, objenin
özelliğidir, tesadüfî bir ilinti değildir. Çünkü tesadüf kesin
olarak devamlılık göstermez.
Yukarıda sunulan iki kanıt, görüldüğü gibi, duyu organlarının
algısına ve deneye dayanmanın zorunluluğunu ve salt aklın
yönteminden uzak durmanın gerekliliğini kanıtlama amacına
yöneliktir. Bununla beraber, her iki kanıtta da esas alınan
önermeler, algı ve deney dışı aklî önermelerdir. Sonra da, bu
aklî önermelere dayanarak, aklî önermeleri esas alan
yaklaşımları geçersiz kılma çabası içine girmişlerdir. Dedik
ya: Fıtrat, kesin olarak iptal edilemez. Yalnızca insan,
fıtratı kullanmada yanlışlık yapar! Bu değerlendirme de buna
ilişkin bir örnektir.
Bundan daha da kötüsü, yasal hükümlerin ve yürürlüğe konulan
kanunların belirlenmesinde deneyim esaslı bir yöntemin
izlenmesidir. Örneğin bir hüküm konulur ve bu hüküm insanlar
arasında uygulanarak, istatistik veya başka bir yolla, bu
hükmün iyi sonuçlarının olup olmadığı sınanır. Şayet
uygulandığı alanlarda, genel olarak iyi sonuçlar alınırsa,
değişmez, uyulması zorunlu bir yasa hâline getirilir. Aksi
takdirde, bu hüküm bir yana bırakılır, yeni bir hükmün
denenmesine gi-rişilir. Kıyas ve istihsan yoluyla hüküm
belirlemek de en az bunun kadar hatalı ve kötü bir yöntemdir.
Kur'ân, bu değerlendirmelerin ve anlayışların tümünü yanlış
sayar, geçersiz kılar ve şeriat kapsamında konulan hükümlerin
apaçık ve fıtrat menşeli olduklarını ortaya koyar. Kur'ân'a
göre, genel olarak takva ve günah olguları ilâhî ilham menşeli
bilgilerdir. Bunların ayrıntılarınınsa vahiy kanalıyla
öğrenilmesi gerekir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Bilmediğin bir şeyin
ardına düşme." (İsrâ,
36) "Şeytanın
adımlarını izlemeyin."
(Bakara, 168)
Kur'ân, fıtrat yasasıyla uyumlu olarak konulan şeriatı "hak"
diye isimlendirir. Örneğin
şöyle buyurur: "...Beraberlerinde, insanların an-laşmazlığa
düştükleri şeyler konusunda, aralarında
hüküm vermek üzere hak
kitapları indirdi." (Bakara,
213) "Zan ise
haktan hiçbir gerçek kazandırmaz."
(Necm, 28)Nasıl
kazandırsın ki, zanna tâbi olma durumunda, her zaman için
sapıklık olan batılın kucağına düşme tehlikesi vardır?!
Nitekim şöyle buyurur:
"Haktan sonra sapıklıktan başka ne var?"
(Yûnus, 32) Yine şöyle
buyurmuştur: "Allah
saptırdığını yola getirmez."
(Nahl, 37) Yani, sapıklık
insanı hayra ve mutluluğa ulaştırmaya elverişli bir yol
değildir. Dolayısıyla hakka ulaşmak amacıyla batılı, adalet
sağlamak adına zulmü, güzelliği elde etmek için kötülüğü,
takva duygusuna sahip olmak uğruna günahı bir yol olarak
izleyen kimse, yanlış bir yola girmiştir.
Ayrıca yeni baştan, kendiliğinden kanun koymaya, yasa icat
etmeye kalkışmıştır ki, insanın kesinlikle böyle bir yetkisi
yoktur. Eğer böy-le bir şey mümkün olsaydı, zıt şeylerin
özellikleri bazında pratize edilme imkânını bulurdu. Birbirine
zıt olan şeyler, yek diğerinin işlevini ve etkinliğini yerine
getirme misyonunu icra ederdi.
Kur'ân-ı Kerim, bilimsel-düşünsel yöntemi iptal etmeyi, fıtrî
mantığı bir yana bırakmayı esas alan "anma" yöntemini de
geçersiz sayar. Ki daha önce buna değindik.
Aynı şekilde Kur'ân, insanlar açısından, Allah korkusuyla at
başı gitmeyen düşünceyi de sakıncalı kabul eder. Bu konuda da
genel bir açıklamaya daha önce yer verdik. Bu yüzden,
Kur'ân'ın dinsel yasaları öğretirken, açıkladığı hükümleri
ahlâkî faziletlerle ve övgüye değer hasletlerle desteklediğini
görürüz. Kur'ân'ın bunu yaparken güttüğü amaç, söz konusu
ahlâkî faziletleri ve övgüye değer hasletleri anımsatarak
insanın iç dünyasındaki takva duygusunu uyandırmak, böylece
hükmün anlaşılması ve derin kavranması hususunda insanı
takviye etmektir. Bunun örneklerini aşağıdaki ayetlerde görmek
mümkündür:
"Kadınları boşadığınız
zaman bekleme sürelerini bitirdiler mi, birbirleriyle maruf
bir biçimde anlaştıkları takdirde, kendilerini kocalarına
nikâhlamalarına engel olmayın. İşte içinizde Allah'a ve ahiret
gününe inanan kimseye bununla öğüt verilir. Bu sizin için daha
iyi ve daha temizdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz."
(Bakara, 232),
"Fit-ne kalkmayıncaya ve
din yalnız Allah'ın oluncaya dek onlarla savaşın. Eğer
vazgeçerlerse, artık zalimlerden başkasına karşı düşmanlık
yoktur." (Bakara,
193), "Namazı
kıl. Çünkü namaz, kötü ve iğrenç şeylerden meneder. Elbette
Allah'ı anmak daha büyüktür. Allah ne yaptığınızı bilir."
(Ankebût, 45)
|
|