Ayetin Açıklaması
"Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman..."
Ayetin orijinalinde geçen "kumtum" fiilinin mastarı olan "kıyâm"
kelimesi, "ilâ" harf-i cerriyle geçişli kılındığı zaman,
bazı zamanlar sözü edilen şeyin istendiğinden kinaye olur.
Çünkü bu ikisi birbirinden ayrılmazlar, birbirlerini
gerektirirler. Bir şeyi istemekle, ona yönelik hareket
sergilemek birbirinden ayrı düşünülemez. Örneğin bir
insanın oturduğu varsayılsın. Bu normal olarak
hareketsizliğinin hâli ve durgunluğunun gereğidir. Öte
taraftan istenilen şeyin de normal olarak kendisine doğru
hareket edilmeyi ve yinelenmeyi gerektiren bir eylem
olduğu varsayılırsa, bu durumda onu gerçekleştirmek genel
olarak ondan taraf bir kıyamı, bir kalkışı gerektirir.
Dolayısıyla insanın hareketsizliği
terk edip ameli algılamaya başlaması, fiili işlemeye
kalkması demektir. Bu da istemenin ve iradenin ayrılmaz
bir unsurudur. Şu ayet, bu ayetin bir örneği konumundadır:
"Sen de içlerinde
bulunup onlara namazı kıldırdığın zaman."
(Nisâ, 102) Yani,
onlara namazı kıldırmak istediğin zaman. Bunun aksi
örnekliğini de bir açıdan şu ayet oluşturmaktadır:
"Eğer bir eşinizi
bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan
birine yüklü miktarda mal (mehir) vermiş olsanız bile
ondan hiçbir şeyi geri almayın."
(Nisâ, 20) Yani, bir
eşi boşayıp, bir başkasıyla evlendiğiniz zaman. Burada bir
fiili işleme isteği ve talebi, onu işlemenin yerinde
kullanılmıştır.
Kısacası, tefsirini sunduğumuz ayet,
namaz kılmak için bazı organların yıkanmasının,
bazılarının da meshedilmesinin, yani abdest alınmasının
şart olduğunu vurguluyor. Şayet ayetin ifadesi her açıdan
mutlak olsaydı, "Eğer
cünüp iseniz temizlenin (gusül edin)."ifadesini
bir an için görmezlikten gelseydik, her namaz için bir
abdest almanın şart olduğunu söyleyebilirdik. Ne var ki,
yasa nitelikli hükümler içeren ayetlerin her açıdan mutlak
olmaları pek az rastlanan bir durumdur.
Kaldı ki,
"sizi tertemiz kılmak...
istiyor" ifadesinin, ileride değineceğimiz gibi,
bu şartın açıklayıcısı olması mümkündür [yani, amaç manevî
temizliktir. Öyleyse alınan abdest bozulmadıkça, onunla
namaz kılınabilir ve her namaz için bir abdest
gerekemez].Ayetin tefsiri bağlamında söyleyebileceklerimiz
bundan ibarettir. Bundan ötesi, ki tefsir bilginleri uzun
uzun söz etmişlerdir, fıkıh biliminin alanına girer;
tefsirle ilgisi yoktur.
"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın."
Ayette geçen "igsilû" fiilinin mastarı olan "gasl=yıkamak",
bir şeyin üzerine su dökmek, üstünden su akıtmak demektir.
Genellikle temizleme, kir ve pasağı giderme amacına
yönelik olur. Yüz, bir şeyin sana bakan tarafına denir.
Daha çok, insan gibi bir canlının başının ön kısmı, yani
üzerinde göz, burun ve ağız gibi organların bulunduğu
taraf için kullanılır. Bunun sınırı ise, karşılıklı
konuşmalarda taraflar için belirgin bir şekilde görünen
miktarda belirlenir.
Ehlibeyt İmamlarından gelen
rivayetlerde yüzün miktarı şu şekilde belirlenmiştir:
Uzunluğu alnın üzerindeki saçlardan başlayıp çenenin alt
kısmına kadar devam eder. Eni ise, baş parmak, orta parmak
veya şehadet parmağının çevreleyebileceği kadardır.
Tefsircilerin ve fıkıhçıların çizdikleri başka çerçeveler
de vardır.
Ayetin orijinalinde geçen "el-eydî" "yed"in
çoğuludur ve "el" demektir. Tutma, bırakma ve yakalama
gibi fiiller bu organla gerçekleştirilir. Omuzla parmak
uçları arasında kalan kısma denir. Organlar bağlamında
daha çok insanın onunla ilintilendirdiği amaç esas alınır.
Söz gelimi el organı denilince, tutma ve bırakma olguları
akla gelir. Elin ilintili olduğu amaç, büyük ölçüde
dirseklerden parmak uçlarına kadar olan kısmıyla
gerçekleşir. Bu yüzden bu kısma da ayrıca el denir. Yine
aynı gerekçeyle bilekten başlayıp parmak uçlarına kadar
olan kısma da ayrıca el denir. Böylece el lafzı, organın
bütünü ve parçaları arasında ortak veya buna benzer bir
isim işlevini görmüş oluyor.
Bu ortaklık, anlamlardan sadece biri
kastedildiğinde, buna ilişkin somut ve belirleyici bir
karinenin zikredilmesini kaçınılmaz kılar. Bu yüzden yüce
Allah, "ellerinizi"
ifadesini "dirseklere
kadar..."ifadesiyle kayıtlandırmıştır. Ki
maksadın, dirseklerde son bulan elin yıkanması olduğu
anlaşılsın. Sonra bu somut karine, bununla organın avucu
da içeren kısmının kastedildiğini ortaya koyuyor. Nitekim
hadisler de maksadın bu olduğunu göstermektedir.
"İla" harf-i cerrinin kullanıldığı
yerlerde ifade ettiği anlam, hareketin sürekliliğini ifade
eden bir fiilin sona erişidir. Fakat başına "ila" edatı
gelen nesnenin öncesindeki ifadeye ilişkin hükmün
kapsamına girip girmediği hususu edatın anlamının
dışındadır. Dolayısıyla yıkama hükmünün dirsekleri de
kapsaması "ila" edatına değil, hadislerin açıklamasına
dayanır.
Bazıları,
"Onların mallarını
kendi mallarınıza katarak yemeyin."
(Nisâ, 2)ayetini
örnek göstererek "ila" edatının "beraber" (mea) anlamında
kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Bunu söylerken de,
Peygamberimizin (s.a.a) abdest alırken dirseklerini de
yıkamış olmasını dayanak olarak göstermişlerdir. Ama bu,
Allah'ın sözünün tefsiri açısından oldukça cüretkâr bir
değerlendirmedir. Çünkü bu hususta nakledilen hadisler ya
Peygamberin fiilini aktarır, ki fiiller çok yönlü ve
müphem olurlar, herhangi bir lafzın anlamı onlar
aracılığıyla belirlenemez; nerede kaldı ki lafzın
anlamlarından biri sayılsın. Ya da bu husustaki hadisler
bir hükmün açıklamasına ilişkin sözdür, ayetin tefsiri
değildir.
Fakat dirseklerin yıkanmasının
insanın fiili tam olarak yerine getir-diğinden emin
olmasından dolayı gerekmiş olabildiği gibi,
Peygamberimizin (s.a.a) de bir eklemesi olabilir. Nitekim
Peygamber efendimizin (s.a.a) böyle bir yetkisi vardı ve
sahih rivayetlerde belirtildiği gibi, günlük beş vakit
namazla ilgili olarak bu yetkisini kullanmıştır. [Sahih
rivayetlerde yer aldığına göre, namazlar iki rekât olarak
farz kılınmıştır; ancak Peygamber (s.a.a) bazı eklemelerde
bulunmuştur.]
"Onların mallarını
kendi mallarınıza katarak yemeyin."
(Nisâ, 2) ayetine
gelince, ekl=yeme
fiili "ila" edatıyla geçişli kılındığından, katma ve
benzeri bir anlam içerir. Yoksa "ila" edatı "mea=beraber"
anlamında kullanılmamıştır.
Buraya kadar yaptığımız
açıklamalardan anlaşılıyor ki:
"dirseklere kadar"
ifadesi, "ellerinizi..."ifadesine
ilişkin bir kayıttır. Dolayısıyla dirseklerle ilintili
yıkama mutlak olur, bir sınırla kayıtlı olmaz. Bu bakımdan
yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam
etmek mümkündür. Nitekim abdest dışındaki hâllerde
insanlar ellerini doğal olarak bu şekilde yıkarlar. Ya da
parmaklardan başlanıp dirseklere kadar devam edilir. Fakat
Ehlibeyt İmamlarından (hepsine selam olsun) nakledilen
hadislerden, yıkamanın birinci şekilde olması gerektiği
anlaşılıyor; ikinci şekilde olması değil.
Böylece ileri sürülebilecek, cümlenin
"dirseklere kadar..."ifadesiyle
kayıtlı olması gösteriyor ki, yıkamaya parmak uçlarından
başlayıp, dirseklere doğru devam edip tamamlamak gerekir,
şeklindeki değerlendirmeler de kendiliğinden çürümüş
oluyor. Şöyle ki bu problem,
"ilel merafik=dirseklere
kadar..." sözünün
"feğsilû=yıkayın..."
sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt olarak
algılanmasından ileri gelmektedir. Oysa, bu ifadenin
"eydîkum=elleriniz..."
ifadesine [yani hükmün konusuna] ilişkin bir
kayıt olduğunu belirtmiştik. Bunun böyle olması
kaçınılmazdır. Çünkü "el",belirleyici somut bir karineyi
gerektiren ortak bir isimdir. Hem "eller", hem de "yıkayın"a
yönelik bir kayıt olmasının da bir anlamı yoktur.
Kaldı ki, Mecma-ul Beyan tefsirinde
belirtildiği gibi, İslâm ümmeti, abdest alırken ellerini
yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına doğru devam
eden kimsenin abdestinin sahih olduğu noktasında görüş
birliği içindedir. Bunun nedeni ise ancak ayetin lafzı bu
ihtimali içeriyor olmasıdır ve yine
"dirseklere kadar"
sözünün "yıkamaya" değil, "ellere" ilişkin bir kayıt
oluşundan kaynaklanıyor.
"Başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar
ayaklarınızı meshedin." Meshetme, elin ya da
dokunan herhangi bir organın bir şeye doğrudan
dokundurularak üzerinden geçirilmesi demektir. Araplar bu
anlamda, "Mesehtu'ş şey'e" ve "Mesehtu biş-şey'i" derler.
Bu fiil, kendisiyle geçişli kılındığı zaman kapsama
anlamını ifade eder [yani o şeyin hepsini meshettim]. "Ba"
harf-i cerriyle geçişli kılındığında, kapsama ve kuşatma
anlamını içermeden nesnenin bir kısmının meshedildiğine
delâlet eder.
Bu bakımdan, "vemsehû biruûsikum=başlarınızı
meshedin" ifadesi, cümle içinde başın bir kısmının
meshedilmesini ifade eder. Kastedi-len kısmın başın hangi
tarafı olduğu hususu ise, ayetin anlamsal maksadının
dışındadır. Bunun açıklaması sünnetin alanına girer. Sahih
rivayete göre de başın alın tarafının, perçemin
kastedildiği anlaşılıyor.
"ve... ayaklarınızı..."
ifadesinin orijinali "ve erculikum" şeklinde okunmuştur.
Dolayısıyla kaçınılmaz olarak "ruûsikum=başlarınız"
ifadesine matuftur. Bazıları, mecrur oluşun, tıpkı
"ve cealna minel mâi
kulle şeyin hayyin=Her
canlı şeyi sudan
yarattık."
(Enbiyâ, 30)
ayetinde olduğu gibi tâbi oluştan kaynaklanan bir durum
olduğunu söylemişlerdir. [Aslına bakılırsa "hayyen"
denilmesi gerekirken, "hayyin" denilmesi, "şey'in"
kelimesine tebaiyetten kaynaklanmıştır.] Bu yanlıştır.
Çünkü tâbi kılma söz sanatı açısından itibar edilmeyen,
seviyesiz bir uygulamadır. Allah'ın sözünün böyle bir
kullanımla yorumlanması ihtimal dışıdır.
"Her canlı şey"
ifadesinin orijinalindeki "cealna" kelimesi,
"kıldık" anlamında değildir, yaratma anlamına gelir. [Buna
göre "hayyin" kelimesi, "şey'in" kelimesinin sıfatıdır.]
Burada tâbi kılmaya ilişkin bir belirti söz konusu
değildir.
Kaldı ki, söylendiği gibi "tâbi kılma"
ancak tâbi olanla tâbi olunanın bitişik oldukları
durumlarda söz konusu olabilir. Örneğin, Araplar "Kertenkelenin
harap yuvası" anlamında "hucru dabbin haribin" derler.
Burada "haribin" kelimesi, öncekine tâbi oluşu itibariyle
mecrur kılınmıştır [aslında "hucrun"kelimesinin vasfı
olduğu için merfu, yani "ha-ribun"okunması gerekirdi]. Bu
kural, üzerinde durduğumuz ayet hakkında geçerli değildir.
Ayetin orijinali "ve erculekum"
şeklinde de okunmuştur. Şayet zihnini bütün ön yargılardan
arındırıp cümleyi öyle okursan, hiç duraklamadan
kesinlikle "erculekum=ayaklarınız"
kelimesinin "ruûsikum =başınız"
ifadesinin takdirî harekesine -ki nasbtır [çünkü gerçekte
mes-hedin fiilinin mefulüdür]- matuf olup mansup olduğuna
karar verirsin ve ifadenin akışından yüzün ve ellerin
yıkanmasının, başın ve ayakların da meshedilmesinin
gerektiğini anlarsın. "Erculekum=ayaklarınız"
ifadesini, ayetin başındaki "vucûhekum=yüzünüz"
ifadesine atfetmek aklına bile gelmez. Çünkü, ayetin
girişindeki, "yüzlerinizi
ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın" hükmü
başka bir hükmün, yani
"başlarınızın bir
kısmını... meshedin" hükmünün başlamasıyla
bitmiş ve kesilmiştir. Sağlam fıtrat, belâgatlı bir
ifadeyi böyle bir kullanıma yorumlamayı kabul etmez; yüce
Allah'ın kelâmı açısından hiçbir şekilde düşünülmez.
Beliğ bir konuşma yapan bir insan, ["Zeyd'in
yüzünü, başını ve ellerini öptüm ve omuzlarına elimi
çektim" ifadesini anlatmak isterken] nasıl "kabbeltu veche
zeydin ve re'sehu ve mesahtu bi kitfihi ve yedehu" der
yani "yedehu" ifadesini mensup okuyarak "veche" ifadesine
atfedebilir [yani şöyle diyebilir: Zeyd'in yüzünü ve
başını öptüm ve omuzlarına elimi çektim ve ellerini öptüm].
Oysa, bir hüküm sona ermiş, diğer bir hüküm araya
girmiştir ve "yedehu=elini"
ifadesinin onun bitişinde olan mecrur ismin mahalline
atfedilip mecrur kılınması câizdir. Özellikle üstelik
Arapların konuşmalarında da bunun örnekleri çoktur. Durum
böyleyken beliğ bir konuşmacının böyle yapması,
edebîsanatlara aykırı basit bir konuşma olur.
Ehlibeyt İmamlarından (a.s) gelen
rivayetler bu yöndedir. Ehlisün-netkanallarından gelen
rivayetlerse, ayetin lafzını tefsir etme özelliğine sahip
olmayıp, Peygamberimizin (s.a.a) fiilini ve bazı
sahabelerin fetvasını anlatma esasına dayanmaktadırlar. Bu
arada kendi aralarında da ihtilaf vardır. Bu rivayetlerin
bir kısmı ayakların meshedilmesini zorunlu görürken, bir
kısmı da yıkanmasını zorunlu görmektedir.
Ehlisünnet âlimlerinin çoğunluğu,
ayakların yıkanmasına ilişkin rivayetleri, onların
meshedilmesine ilişkin rivayetlere tercih etmişlerdir. Bu
konuda onlarla tartışacak değiliz. Çünkü konu fıkıh
bilimini ilgilendirir, tefsir biliminin ilgi alanının
dışındadır.
Bununla beraber, Ehlisünnet âlimleri
ayeti fıkhî görüşlerine uyarlayan bir yaklaşım
içindedirler ve bu konuda farklı yorumlar ileri
sürmüşlerdir. Fakat bunların hiçbiri için ayetten kanıt
edinmek mümkün değildir. Ancak ayetin ifadesinin belâgat
sanatının doruklarından, sıradan zevksiz, karışık bir
konuşmanın diplerine indirgeme başka.
Bazıları demişlerdir ki: Nasb
kıraatine göre "erculekum=ayakları-nız..."
kelimesi "vucûhekum=yüzleriniz"
kelimesine matuftur. Cerr kıraatinde ise, tâbi oluşa
yorumlanır. Ama biz daha önce, insan öz doğasıyla örtüşen
bir beliğ konuşmanın böyle bir ihtimali içermediğini
belirtmiştik.
Bazıları: Cerr kıraatini yorumlarken
bunun anlamsal değil, lafzî bir atıf örneği olduğunu
söylemişlerdir. "alleftuha tibnen ve mâen barî-den=deveyi
samanla yemledim ve soğuk suyla" ifadesinde olduğu gibi.
["Mâen bariden=soğuk
suyla" ifadesi, anlam açısından "tibnen=saman"
ifadesine matuf değildir. Bundan bir fiil takdir edilir.
Örneğin "sakey-tuha", yani suvardım soğuk suyla gibi. Ayet
de bunun bir örneğidir. Yani "erculikum" şeklinde okunsa
bile, bu meshin gerekliliğine kanıt oluşturmaz, lafzî
açıdan "biruûsikum" yerine matuf olsa bile anlam açısından
"erculekum"yerine matuftur ve yıkamanın zorunluluğunu
ifade eder!!!]
Bu görüşle ilgili değerlendirmemiz
şudur: Bu yaklaşımın dayanağı, atfın durumuna ilişkin
iraba uygun bir amelde bulunan bir fiilin takdir
edilmesidir. Buna örnek olarak sunulan şiir kanıt
oluşturur. Ayetle ilgili olarak takdir edilen bu fiil ya "yıkayın"
olacak ve o da harfi cerle değil, bizzat geçişli fiildir
ya da başka bir fiil olacaktır. Bu ise ifadenin zahirine
aykırıdır ve lafız açısından buna ilişkin hiçbir kanıt
yoktur. Öte yandan örnek olarak sunulan şiir ise ya aklî
mecaz dediğimiz türe girer ya da "alleftu" fiilinin "verdim",
"doyurdum" vb. anlamları içermesi şeklinde gerçekleşen
kullanımlardır. Kaldı ki, bu tür kullanımları içeren
şiirler açısından normal bir fiilin takdiri şeklinde bir
uygulamaya baş vurulmazsa, anlamı bozuk ve fasit kabul
edilir. Şu hâlde, bu tür kullanımlar için düzeltici,
normalleştirici ifadelerin takdir edilmesine ihtiyaç
vardır. Fakat ayetin, lafzî açıdan zorunlu ve bilinen
böyle bir takdire ihtiyacı yoktur.
Ayakları yıkamanın zorunluluğu
anlayışından hareketle, "erculi-kum=ayaklar"
ifadesinin mecrur oluşuyla ilgili olarak şu iddiayı ileri
sürenler de olmuştur: Evet atıf önceki kelimeyle
ilintilidir, ancak meshetme yıkamanın hafif şeklidir. Yani
meshetme de bir bakıma yıkamadır. Dolayısıyla ayakların
meshedilmesi ifadesiyle onların yıkanmalarının kastedilmiş
olmasını önleyecek hiçbir engel söz konusu değildir. Bunu
destekleyen bir unsur da ifadede yer alan sınırlandırma ve
vakitlendirmedir. Bu ise, yıkanan organ, yani yüz için söz
konusudur. Meshedilen organ açısından böyle bir duruma
rastlanmıyor. "Ve
üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı..."
ifadesiyle meshetmeyle ilgili sınırlandırma kalkınca,
bunun da yıkama hükmüne tâbi olduğu anlaşılmış oluyor.
Çünkü sınırlandırma açısından yıkama olgusuna daha
uygundur.
Aslında bu, konuya ilişkin yorumların
en seviyesizidir. Çünkü meshetme yıkamadan ayrıdır ve bu
iki eylem arasında birbirini gerektirme gibi bir
zorunluluk yoktur. Kaldı ki, başın değil de ayakların
meshedilmesini yıkama şeklinde yorumlamak, dayanaksız bir
tercihtir. Bu iddiayı ileri sürenlere sormak lazım: Kitap
ve sünnette mutlak olarak meshetme şeklinde geçen bütün
ifadeleri yıkama şeklinde, yıkama olarak geçen ifadeleri
de meshetme şeklinde yorumlamanızı engelleyen nedir? Neden
yıkamadan söz eden rivayetler meshetme ve meshetmeden söz
eden rivayetler yıkama şeklinde algılanmıyor? Böylece
bütün kanıtlar, açıklayıcıları olmaksızın mücmel kanıtlar
olurlar.
İddia sahibinin görüşünü desteklemek
için ortaya attığı şey, [bir lafzı diğer bir lafızla]
kıyas yoluyla lafzı, bir anlama delâlet etmeye zorlamadır.
Bu ise kıyasların en fasididir.
Bazıları da şöyle demişlerdir: "Yüce
Allah, abdest bağlamında ayakların tamamının su ile
meshedilmesini emretmiştir. Teyemmümde yüzün tamamının
toprakla meshedilmesini emrettiği gibi... Abdest alan kişi
bu iki organı ile ilgili emredilenleri yapınca
mesheden-yıkayan adını hakkeder. Çünkü bu iki organın
yıkanması, üzerlerinden suyun geçirilmesi veya onların
suya değdirilmesi demektir. Meshedilmeleri ise, elin veya
el işlevini görebilecek başka bir organın üzerlerinden
geçirilmesi demektir. Bir kimse söz konusu organlar
açısından bu fiili gerçekleştirince, o kimse
yıkayan-meshedendir. Dolayısıyla, 'ercule-kum' şeklinde
okunduğu zaman, bu iki organın yıkanmasının zorunluluğu
esas alınmış olur. 'Erculikum' şeklinde okunduğu zaman da,
kişinin su ile organlarını yıkamak suretiyle meshettiği
anlamı esas alınmış olur." (Bu görüş özet olarak bundan
ibaretti.)
Anlamıyorum: Ayette başın
meshedilmesi ile yıkanmadan meshedilmelerinin, buna karşın
ayakların meshedilmesiyle, onların yıkanarak
meshedilmelerinin kastedildiği sonucuna nasıl varılıyor?
Bu da önceki iddia gibidir, hatta bozukluğu ondan daha
fazladır! Dolayısıyla buna karşı söyleyeceklerimiz
öncekinin aynısıdır.
Bu görüşle ilgili olarak
söylenebilecek önceki tutarsızlıklara, "Yüce Allah abdest
bağlamında iki ayakların tamamının su ile meshedilmesini
emretmiştir." diye tutarsız sözünü de eklemek gerekir. Bu
söz onun aleyhine olmak üzere problemi daha da
derinleştiriyor. Çünkü burada abdesti teyemmümle
kıyaslamıştır. Eğer bununla bir hükmün başka bir hükme,
yani kendince sabit olan rivayetlere kıyaslamayı
amaçlıyorsa, ayetin bu hususa delâlet ettiğine kanıt
oluşturacak hangi rivayet vardır acaba? Rivayetler nasıl
bu hususa delâlet ediyorlar? Bilindiği gibi, rivayetlerin
hedefi ayetin lafzını açıklamak değildir. Eğer abdestle
ilgili, "Başınızı
ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin."
ifadesinin, teyemmümle ilgili,
"Onunla yüzünüzü ve
ellerinizi meshedin." ifadesiyle kıyaslamayı
amaçlıyorsa, bu hem kıyaslanan, hem de kıyaslanılan şey
açısından olumsuzdur. Yüce Allah, her iki konuyu da, "ba"
harf-i cerriyle geçişli kılan meshetme fiiliyle ifade
etmiştir. Daha önce "ba" harfiyle geçişli yapılan meshin,
dil açısından meshedilen şeyin kapsanmasını ifade
etmediğini belirtmiştik. Buna ancak kendiliğinden geçişli
meshin delâlet ettiğini vurgulamıştık.
Bu ve benzeri yorumlar, rivayetlerin
korunması için ayeti zahirinin aksine yorumlama temelinden
hareketle, kaçınılmaz olan kitaba muhalefet durumundan
sıyırmak için baş vurulan zorlamalardan başka bir anlam
ifade etmezler. Eğer ayetin zahirinin aksine yorumlamak
suretiyle bir rivayetin anlamını ayete dayatmamız caiz
olsaydı, Kur'ân'a muhalefetten hiçbir örnekten söz
edilemezdi.
Abdest bağlamında ayakların
yıkanmasının zorunlu olduğuna inananların Enes ve Şa'bi
gibi bazı selef kuşağı âlimleri gibi görüşler ileri
sürmeleri daha uygun olurdu. Onlardan nakledilen görüş
şudur: "Cebrail, ayakların meshedilmesine ilişkin hüküm
indirdi. Ancak sünnet yıkanmasını öngördü." Bunun anlamı
kitabın (Kur'ân'ın) sünnet tarafından neshedilmesidir. Bu
durumda mesele, tefsir biliminin sınırlarını aşıp,
metodoloji biliminin kapsamına taşınmış olur: Sünnetin
Kitabı neshetmesi caiz midir, değil midir? Bu konuda
araştırma yapmak usulcünün görevidir, müfessirin değil.
Müfessirin, "Falan rivayet kitaba muhaliftir" sözü
müfessir olması açısından, ancak şunu açıklamak içindir ki
bu haber, maksadın ortaya çıkarılmasında esas alınan
kitabın zahirinin delâlet ettiği anlamla örtüşmüyor. Yoksa
fıkıh bilgininin görevi olan şer'î bir hükme fetva vermek
değildir.
"üzerindeki çıkıntıya
kadar" ifadesinin orijinalinde geçen "kaab",
ayağın arkasında bir çıkıntı biçiminde beliren kemiğe
verilen addır. Bazılarına göre topuk, ayakla bacağı
birbirinden ayıran eklem bölgesinde belirgin olarak fark
edilen kemiğin adıdır ki her bir ayağın eklem bölgesinde
iki çıkıntı olur.
AYETİN hadisler IŞIĞINDA
açıklaması
el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi
rivayet zinciriyle Zürare'den şöyle rivayet eder: İmam
Bâkır'a (a.s) sordum: "Meshin başın bir kısmına ve
ayakların bir kısmına olmasını nereden bildin (çıkardın)
ve söyledin?" İmam (a.s) güldü ve buyurdu: "Ey Zürare,
bunu Resulullah (s.a.a) söyledi ve Allah katından gelen
kitap da bu açıklamayı içermektedir. Çünkü yüce Allah
şöyle buyurmuştur: 'Feğsilû vucûhekum
=yüzlerinizi yıkayın.'
Bu ifadeden anlıyoruz ki, yüzün tamamı yıkanmalıdır.
Ardından 've
dirseklere kadar ellerinizi' buyurmuştur.
Dirseklere kadar elleri yüzlere atfedilmiş ve bitişik
kılınmıştır. Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin
yıkanmasının gerektiğini öğrenmiş oluyoruz."
"Sonra ayetin akışını bölerek
'Meshedin, başlarınızı.'
buyurmuştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum'buyurduğu
için 'ba'harf-i cerrinin fonksiyonundan hareketle, başın
bir kısmının meshedilmesi gerektiğini öğreniyoruz. Sonra
elleri yüzle ilintilendirdiği gibi ayakları da başla
ilintilendirerek, 've
üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı'
buyurmuştur. Ayakların başla ilintilendirildiğini
görünce, ayakların bir kısmının yıkanması gerektiğini
öğreniyoruz. Sonra Resulullah (s.a.a) bunu halka açıkladı;
ama onlar bu açıklamaları yitirdiler."
"Ardından yüce Allah şöyle
buyurmuştur: 'su
bulamadığınız takdirde, doğası üzere olan yeryüzüne
yönelin. Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına
meshedin.' Suyun bulunamaması durumunda
ab-destin askıya alınması öngörülünce, yıkanması gereken
organların bir kısmı için meshetme öngörüldü. Çünkü yüce
Allah, 'bi-vucûhikum' buyurmuştur. Sonra buna,
'eydîkum=elleriniz'
ifadesini eklemiştir. Ardından
'ondan',
yani bu teyemmümden buyurmuştur. Çünkü Allah,elin bütün
yüze çekilmeyeceğini biliyor; çünkü teyemmüm esnasında
elin ayasının bir kısmına toz bulaşmakta, bir kısmına da
bulaşmamaktadır. Ardından şöyle buyurmuştur:
'Allah size herhangi
bir güçlük çıkarmak istemiyor.' Güçlükten
maksat sıkıntıya sokmaktır."
[Füru-u Kâfi, c.3, s.30, h:4]
Aynı eserde, müellif kendi rivayet
zinciriyle Zürare ve Bukeyr'den nakleder ki: Bu iki zat,
İmam Bâkır'dan (a.s) Resulullah'ın (s.a.a) nasıl abdest
aldığını sorarlar. Bunun üzerine İmam içi su dolu bir
leğen -veya küçük bir kap- ister. Sağ elini suya daldırır
ve ondan bir avuç alarak yüzüne döker, onunla yüzünü yıkar.
Sonra sol elini suya sokar, avucunu doldurur, sağ kolunun
üzerine döker, onunla kolunu dirsekten avuca doğru yıkar,
avuçtan dirseğe doğru yıkamaz. Sonra sağ avucunu doldurur,
dirsekten başlayarak sol kolunun üzerine boşaltır. Sağ
koluna uyguladığını sol koluna da uygular. Sonra başını ve
iki ayağını avucunun ıslaklığıyla mesheder. Bu esnada
ellerini yeniden su ile ıslatmaz.
Ravi sonra şöyle diyor: İmam
parmaklarını papucunun tasmasının altına sokmazdı. Sonra
şöyle derdi: "Allah buyurur ki:
'Namaza durmak
istediğiniz zaman, yüzlerinizi ve...ellerinizi yıkayın'
Şu hâlde yüzde yıkanmamış bir yer bırakmamak gerekir.
Ellerin de dirseklere kadar yıkanmasını emretmiştir.
Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmamış bir
yerinin bırakılmaması lazım gelir. Çünkü yüce Allah,
'yüzlerinizi ve
dirseklere kadar ellerinizi yıkayın'
buyurmuştur. Sonra,
'başınızın bir kısmını
ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını
meshedin' buyurmuştur. Dolayısıyla bir insan
başının bir kısmını ve ayağının kâabı ile parmakları
arasında kalan kısmından bir yerini meshederse
yükümlülüğünü yerine getirmiş olur."
Ravilerden biri der ki: Bunun üzerine
ikimiz (Zürare ve Bukeyr) sorduk: "İki kâab nerededir?"
Buyurdu ki: "Burası, bacak kemiğinin bitiş noktasındaki
eklem bölgesinin aşağısında yer alırlar." Dedik ki: "Bu
gösterdiğin [eklemin üstündeki kemiği kastederek]
nedir?"Buyurdu ki: "Bu bacak kemiğidir. Kâab onun
aşağısında olur." Dedik ki: "Allah işlerini düzeltsin,
yüzün ve kolların yıkanması için birer avuç su yeter mi?"
Buyurdu ki: Evet, ama suyun dikkatle tüm organa dökülmesi
şarttır. İki avuç [biri yüz için, biri de bilek için] su
bu hususta yeterli olabilir."
[Füru-u Kâfi, c.3, s.25-26,
h:4]
Ben derim ki: Bu rivayet
meşhurdur. Ayyâşî, Bukeyr ve Zürare kanalıyla İmam
Bâkır'dan (a.s), aynı şekilde Abdullah b. Süleyman
kanalıyla da İmam Bâkır'dan (a.s) aynısını rivayet
etmiştir.Bu
ve bundan önceki rivayetin anlamını yansıtan başka
rivayetler de vardır.
Tefsir-ul Burhan'da, Ayyâşî Zürare b.
A'yen'den ve Ebu Hanife Ebu Bekir b. Hazm'dan şöyle
rivayet eder: Adamın biri abdest aldı ve Mest üzerine
meshetti. Sonra mescide girerek namaz kıldı. Bu sırada Hz.
Ali (a.s) mescide girdi ve adamın boynuna ayağını
bastırarak, "Ya- zıklar olsun sana, abdestsiz mi namaz
kılıyorsun?" buyurdu. Adam, "Böyle yapmamı Ömer b. Hattab
emretti" dedi. Bunun üzerine Hz. Ali adamın elinden
tutarak Ömer'in yanına götürdü ve "Bak, bu adam senin
adına neler söylüyor?" dedi ve sesini de yükseltti. Ömer:
"Evet, ben emrettim, çünkü Resulullah (s.a.a) mest üzerine
meshetti" dedi. Ali, "Mâide suresinden önce mi, sonra mı?"
diye sordu. Ömer, "Bilmiyorum" dedi. Ali, "Peki,
bilmediğin bir şey hakkında nasıl fetva veriyorsun? Mest
üzerine meshetmeyi, Mâide suresi geçersiz kılmıştır."
Ben derim ki: Rivayetlerden
anlaşıldığı kadarıyla Ömer zamanında mest üzerine meshetme
hususunda görüş ayrılıkları yaygınlaşmıştı ve yine
rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ali (a.s) bu
uygulamanın Mâide suresinin ilgili ayetiyle neshedildiği
görüşündeydi. Bu nedenle bazıları Berâ Bilal ve Cerir b.
Abdullah gibi bazı zatlardan, onların Resulullah'ın (s.a.a)
Mâide suresinin inişinden sonra da mest üzerine meshettiği
yönünde görüş belirttiklerini rivayet etmiştir.
Fakat bu tür rivayetler problemlidir. Çünkü bu görüşte
olan, iddia edilen neshin ayete dayanmadığını sanmıştır.
Oysa onların sandığı gibi değil; çünkü ayet, kâaba kadar
ayakların meshedilmesini öngörüyor. Mest ise ayağın bir
parçası değildir. Aşağıdaki rivayetin anlamı da budur.
Ayyâşî kendi tefsirinde Muhammed b.
Ahmed el-Horasanî'den aradaki ravilere yer vermeksizin
şöyle rivayet eder: "Emir-ül Müminin'in (a.s) yanına bir
adam geldi ve ona mest üzerine meshetmenin hükmünü sordu.
Hz. Ali (a.s) bir süre başını eğerek yere baktı, sonra
başını kaldırarak dedi ki: Yüce Allah kullarına temizliği
emretti. Bunu organlar arasında bölüştürdü; bundan yüze
bir, başa bir, ayaklara bir ve ellere bir pay ayırdı. Eğer
senin mestlerin, bu saydığın organlardan birinin bir
parçası ise onlara meshedebilirsin."
[c.1, s.301, h:59]
Aynı eserde
şöyle rivayet edilir: Hasan b. Zeyd İmam Muhammed
Bâkır'dan (a.s) şöyle aktardı: Hz. Ali (a.s) Ömer
zamanında, mest üzerine meshetme hususunda başkalarıyla
ihtilafa düştü. Karşıt görüşü savunanlar: "Biz
Resulullah'ın (s.a.a) mest üzerine meshettiğini gördük."
diyorlardı. Ali (a.s) ise onlara soruyordu: "Mâide
suresinin inişinden önce mi, sonra mı?" Onlar, "Bilmiyoruz"karşılığını
verince, Ali (a.s) "Ama ben biliyorum ki, Mâide suresi
inince Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetmeyi terk
etti. Eşeğin sırtına meshetmek bana göre meste
meshetmekten daha sevimlidir." dedi. Daha sonra İmam şu
ayeti okudu: "Ey
inananlar... dirseklere kadar ellerinizi yıkayın;
başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar
ayaklarınızın bir kısmını meshedin."
[c.1,
s.301-302, h:62]
|