Büyük İslâm
kadını, mu'minlerin anası, Allah
Resulü'nün (s.a.a) değerli zevcesi Hz.
Hatice (r.a) hicretten 68 yıl önce, asil
bir âilede dünyaya geldi. Babası Huveylid,
Kureyş'in büyüklerinden ve servet sahibi
birisiydi. Annesi Fâtıma ise Mekke'nin
tanınmış ve iffetli kadınlarından
sayılırdı.
Cahiliyet
zamanında yaşamalarına rağmen böyle
değerli âilede yetişen Hz. Hatice,
öylesine şeref, haysiyet, iffet ve
temizlik dolu bir hayat yaşıyordu ki
toplum içerisinde
"Tâhira"
(temiz) diye meşhur olmuştu. Halbuki
nefsânî heveslerini ve şeytanî arzularını
gerçekleştirmesi için her türlü maddî
imkana sahip idi.
O, hatta
Müslüman olmadan önce dahi, insanın değer
ve üstünlüğünü paraya-pula, dünya malına,
ırka, makama değil, onda bulunan güzel
sıfatlara, insanî ve ahlakî değerlere
bağlıyordu. O gün Mekke'nin en zengin, en
ileri gelen şahsiyetlerinin (Ebu Süfyan,
Ebu Cehil, Akabe b. Ebi Muayt gibi)
evlenme tekliflerini reddetmiş ve gözü
sürekli fazilet, insanlık, dürüstlük,
sadâkat vb. sıfatlara süslenmiş birisini
aramış ve Allah Resulü'nü tanıyıncaya
kadar başka birisiyle evlenmeye gönlü rıza
göstermemişti. Fakat Resulü Ekrem'le
tanıştıktan sonra, Hazret'in fakirlik ve
öksüzlüğüne bakmamış, bizzat kendisi
evlilik teklifinde bulunmuştu.
Hz.
Hatice'nin bir başka özelliği ise o
değerli insanın nedenli akıllı, basiret ve
dirayet sahibi oluşudur. Öyle ki babasını
cahiliyet zamanında meydana gelen
"Ficar"
harbinde kaybetmesinin ardından,
babasından kalan serveti büyük bir dirayet
ve basiretle ticarete atmış ve gün
geçtikçe servetini artırmış ve Mekke'nin
en önde gelen zenginleri arasına girmişti.
Tarih Hz.
Hatice'nin serveti hakkında şöyle diyor:
"Onun
sadece ticaret yaptığı mallarını 80 bin
deve taşıyordu. Dört yüz hizmetçi onun
ticaret ve sair işlerini yürütmekle
görevliydi."
Bu servete
sahip olan Hz. Hatice fakirlere,
düşkünlere yardım etmeği de ihmal etmemiş
ve bu adetini Resulullah'la evlendikten
sonra da devam ettirmişti."
Evet, küçük
bir malını kaybetmekle dünyaları yıkılan
veya başkalarına en ufak bir şey verirken
canları çıkan, çoğu insanların tam aksine
Hz. Hatice bütün servetini Hz.
Resulullah'ın ayağına dökmüş ve onun yüce
hedefi için sadece kendi servetini değil,
canını dahi adamıştı ve o yüce hedef
uğruna bütün çilelere severek katlanmıştı.
Burada Hz.
Hatice'nin Hz. Resulullah'la evlenme
olayına geçmeden önce şunu hatırlatmamız
gerekir ki bir çok muhakkik âlim ve
tarihçinin de dediği ve çeşitli
delillerle ispatlamaya çalıştığı gibi, Hz.
Hatice Resul-i Ekrem'den (s.a.a) önce
kimseyle evlenmemiş ve bâkire olarak Allah
Resulü ile ilk evliliğini
gerçekleştirmiştir. Biz makalemizin
sonunda bu iddiayı delilleriyle birlikte
sizlere ispatlamaya çalışacağız inşallah.
Evet
dediğimiz gibi Hz. Hatice uzun yıllar
beklemiş ve bütün Kureyş kabilelerinin
büyüklerini reddederek Resulullah gibi
manevi değerlerle donatılmış birisini
aramış ve karşılaşınca da bizzat kendisi
evlenme teklifinde bulunmuştur. Öte yandan
Allah Resulü de Hz. Hatice kendisinden bir
hayli yaşlı olmasına rağmen, onda gördüğü
fazilet, iffet ve insanî değerlerden
dolayı onun evlilik teklifine seve-seve
olumlu cevap vermiş ve evlenmişti.
Bazı batılı
yazarlar, İslam'a ve Resulullah'a olan
düşmanlıklarından dolayı, Allah Resulü'nün
Hz. Hatice'nin servetinden dolayı onunla
evlendiği ortaya sürmüşlerdir. Halbuki
Resulullah'ın hayatını az da olsa
araştıranlar biliyorlar ki Resulullah'ın
asla değer vermediği şeylerden birisi de
dünya malı idi. Kaldı ki evlenme
teklifinde bulunan, bizzat Hz. Hatice'nin
kendisi idi, Resulullah (s.a.a) değil.
Sonra Resul-i Ekrem'in evlendikten sonra
Hz. Hatice'ye gösterdiği sevgi muhabbet
ve saygı (ki bu Hz. Hatice'nin ölümünden
sonra bile bütün sıcaklığıyla devam etmiş
ve hatta bu durum bazı diğer hanımlarının
kıskançlık duygularını kabartmış ve
Resulullah'a itirazda bulunmuşlardı) en
açık şekilde Allah Resulü'nün Hz.
Hatice'nin serveti değil, fazilet ve
insanî değerlerinden dolayı onunla
evlendiğini gösteriyor. Evlendikten sonra
dahi Hz. Hatice, gönüllü olarak servetini
İslâm yoluna harcamış ve hiçbir zaman
Resulullah bu konuda bir teklifte
bulunmamıştı. Nitekim bu servetin hepsi
İslâmî hedefler uğruna harcanmış ve
kendilerine hiçbir şeyi biriktirmemişlerdi.
Şimdi tekrar
Hz. Hatice'yle Resul-i Ekrem'in (s.a.a)
evlenme olayına dönelim. Önce de dediğimiz
gibi, bu iki büyük şahsiyeti birbirine
yakınlaştıran ve hayatlarını
birleştirmelerine vesile olan şey, asla
maddî değil, tamamıyla manevî ve İlahî
sâiklerden ibaretti. Şimdi bu iddiamızı
kanıtlayan delillerden sadece bir kaçını
sizlere aktarmakla yetineceğiz:
1-Hz.
Hatice'nin kölesi olan ve Hz. Muhammed'le
(s.a.a) ticaret seferine çıkan Meysere
isimli zat, yolculuk esnasında Kureyş
Emini'nde gördüğü kerametleri ve Şam
rahibinden onun hakkında duyduğu sözleri
Hatice'ye anlatırken Hz. Muhammed'e karşı
içinde aşırı bir sevgi duyarak şöyle
diyordu:
"Yeter
artık Meysere! Muhammed'e karşı sevgimi
iki kat artırdın; git seni azâd ettim;
karın da senin olsun; ayrıca iki yüz
dirhem, iki at ve bir kıymetli elbiseyi
sana bağışladım."
Ondan sonra Meysere'den duyduklarını Arap
bilgini Varaka b. Nevfel'e anlatıyor;
Nevfel de: "Bu kerametlerin sahibi Arabî
Peygamber'dir"
diyordu.
2-Bir gün
Hz. Hatice evinde oturmuş, cariye ve
köleleri etrafını sarmıştı. Bir Yahudi
âlimi de o mecliste bulunuyordu. Bu sırada
Kureyş genci (Hz. Muhammed (s.a.a) )
Hatice'nin evinin yanından geçiyordu.
Yahudî âliminin gözü Peygamber'e ilişti.
Peygamber'den birkaç dakikalığına meclise
katılmasını istedi. Resul-i Ekrem (s.a.a)
Yahudî âliminin ricası üzerine meclise
katıldı. Hz. Hatice Yahudî âlimine dönerek
şöyle dedi:
"Eğer
onun amcaları senin bu soruşturma ve
teftişlerinden haberdar olurlarsa,
kuşkulanır ve kötü bir tepki gösterirler;
çünkü onlar yeğenleri hususunda
Yahudîlerden korkuyorlar."
Yahudî âlimi bu sözleri duyunca
"Sen
ne diyorsun? Muhammed'e kim zarar
verebilir? Oysa Allah onu, nübüvvetin
hatmi ve halkın hidâyeti için seçmiştir"
dedi. Hatice, "Onun böyle bir makama
erişeceğinin delili nedir?" diye sorunca,
o şu cevabı verdi:
"Ben
ahir-üz zaman peygamberinin alametlerini
Tevrat'ta okumuşum. Onun alametlerinden
bazıları şöyledir: Onun babası ve annesi
ölür; ceddi ve amcası onu himayeleri
altına alırlar. O Kureyş'ten bir kadınla
evlenir."
Sonra Hatice'ye dönerek şöyle dedi:
"Ne
mutlu onun eşi olma iftiharını elde eden
kadına!"
3-Arap
bilginlerinden olan Hatice'nin amcazadesi
Varaka'nın Ahdeyn (Tevrat ve İncil)
kitapları hakkında çok bilgisi vardı.
Varaka defalarca şöyle demişti:
"Kureyş'ten
bir kişi, Allah tarafından insanları
hidayet etmek için görevlendirilecek ve
Kureyş'in zengin kadınlarından biriyle
evlenecektir."
Hatice de
Kureyş'in zengin kadınlarından olduğu için
Varaka ara sıra ona, "Bir gün gelir ki
yeryüzünün en üstün, en şerefli erkeğiyle
evlenirsin" diyordu.
4-Bir gece
Hz. Hatice rüyasında güneşin Mekke
üzerinde döndüğünü ve yavaş yavaş aşağı
inerek onun evine girdiğini gördü.
Rüyasını Varaka'ya anlattı. Varaka onun
rüyasını şöyle tabir etti: "Şöhreti âlemi
tutacak büyük birisiyle evleneceksin."
İşte bütün
bunlar ve Allah Resulü'nün harikulade
şahsiyeti ve manevî faziletleri, Hz.
Hatice'nin yıllardır düşlediği ve o yaşa
kadar beklediği yegâne insanı ona
tanıtmıştı. Hz. Hatice, bilahare Hz
Muhammed (s.a.a) ile evlenmeye karar
vererek, bir vasıtayla bu arzusunu ona
bildirdi. Resul-i Ekrem de, onda olan
değerleri, onun fazilet, iffet ve
dirayetini bildiği için bu isteğine olumlu
cevap verdi.
Evlenmenin
nasıl gerçekleştiği hakkında tarihçiler
şöyle yazıyorlar: Hz. Hatice'nin bizzat
kendisi bu evliliğe meyilli olduğunu
açıklayarak şöyle demişti:
"Amca
oğlu! Ben senin kendi kavmin arasında olan
izzet ve azametin, doğruluğun
emanettarlığın ve güzel huyun için seninle
evlenmek istiyorum."
Kureyş'in Emini de ona şöyle cevap
vermişti: Amcalarıma haber verip onlara
danışmam gerekir."
Bu bazı tarihçilerin yazdığıdır. Fakat
tarihçilerin çoğu Hz. Hatice'nin mesajını
Aliyye kızı Nefise'nin şu şekilde
Peygamber'e ulaştırdığını yazıyorlar:
"Ya
Muhammed! Niçin hayatını temiz bir eşle
aydınlatmıyorsun? Eğer seni güzelliğe
servete, şerâfet ve izzete davet edersem
kabul eder misin? Peygamber:
"Kimi
kastediyorsun?" deyince, "Hatice'yi" diye
cevap verdi. Peygamber şöyle buyurdu: "Hatice
bu işe razı olur mu? Onunla aramızda çok
fark vardır! Nefise, "Ben onu razı ederim;
yeter ki sen bir vakit tayin et de
Hatice'nin vekili Amr b. Esed ile senin
akrabaların bir araya toplansınlar ve
nikah merasimini yerine getirsinler"
dedi.
Resul-i
Ekrem bu hususta değerli amcası Ebu
Talib'e danıştıktan sonra, Kureyş
büyüklerinin de katıldığı görkemli bir
toplantı düzenlendi. Önce Ebu Talip
Allah'a hamd ü senâyla başlayan bir hutbe
okuyarak yeğenini tanıttı. Ardından
Hatice'nin akrabalarından olan Varaka b.
Nevfel de bir hutbe okuyarak Hz.
Muhammed'in ve kavminin üstünlük ve
fazlını itiraf edip bu evliliğe razı
olduklarını ilan etti. Nikah akdi okundu
ve mihriye olarak dört yüz dinar veya bazı
rivîyetlere göre yirmi deve tayin edildi
ve böylece izzet, fazilet ve saâdet dolu
bir hayatın temeli atılmış oldu.
Bu mübârek
evlilik takriben 15 yıl sürdü ve Hz.
Hatice 65 yaşında iken gözlerini dünyaya
kapadı ve şeref, izzet ve iftihâr dolu bir
hayatı geride bıraktı. Hz. Resul-i Ekrem
(s.a.a), Hz. Hatice hayatta olduğu
müddetçe başka biriyle evlenmemiş ve ona
olan sonsuz saygı ve muhabbetini böylece
ortaya koymuştu.
Hz. Hatice,
Resul-i Ekrem (s.a.a) peygamberliğe
seçilir seçilmez ona iman etmiş ve böylece
ilk Müslüman kadın olma iftiharını da
diğer iftiharlarına eklemişti. O yüce
kadın, Allah Resulü'ne (s.a.a) iman
ettikten sonra dâima Resulullah'ın yanında
olmuş ve bu büyük görevinde var gücüyle
ona yardımcı olmaya çalışmıştı. Bu
doğrultuda bütün kınamalara, bütün
çilelere, işkencelere katlanmış ve uzun
müddet Mekke'de ilk Müslüman olan erkek
Hz. Ali (a.s) ile birlikte tek başlarına
Resulullah'ın yanında yer alarak, onunla
birlikte müşriklerin gözü önünde Mescid-ül
Haram'da namaza durmuş ve bütün bir küfür
ve şirk cephesine karşı durmuşlardı.
Hz.
Hatice'nin bir başka özelliği, Allah
Resulü'nün mübarek neslinin ondan devam
etmesidir. Zira Hz. Mâriye hariç (ki onun
oğlu İbrâhim küçük yaşta vefat etmiştir)
diğer hanımlarının hiçbirisinin çocuğu
olmamıştır.
Evet Hz.
Hatice, Fâtıma gibi bir evladı dünyaya
getirme saadetine nâil olmuş ve
Resulullah'ın mübarek nesli kendisinden
devam etmiş ve hepsinden önemlisi on bir
masum imamın büyük annesi olma şerefini
kazanmıştır. Hz. Hatice'nin erkek
evlatları ise küçük yaşta dünyadan gitmiş
ve yaşamamışlardır. Hz. Hatice'ye isnâd
edilen Zeynep, Ümm-ü Külsüm ve Rukayye
isimli kızlar hakkında ise ihtilaf vardır.
Bazıları onların da Hz. Hatice ve Hz.
Peygamber'in evlatları olduğunu söylemiş;
bazıları ise Hz. Hatice'nin önceden
başkalarıyla evlendiğini söyledikleri için
onların Hz. Hatice'nin önceki kocalarından
olduklarını ve böylece Hz. Muhammed'in
üvey evlatları olduğunu söylemişlerdir.
Ancak sonra da ispatlayacağımız üzere Hz.
Hatice önceden evlenmediği için bu görüş
yanlıştır.
İnşallah
delilleriyle ispatlayacağımız üzere bu
kızlar Hz. Hatice'nin kız kardeşi
"Hâle"nin
kocasının kızlarıdır ki kocasının vefat
etmesi üzerine onlarla birlikte bacısı Hz.
Hatice'nin himayesi altına girmiş; daha
sonra Hâle de vefat edince Hz. Hatice'nin
kefaleti altında kalan kızlar, Hz Hatice
Resulullah'la evlendikten sonra Allah
Resulü'nün kefaleti altına girmiş ve
onların saâdet hânelerine intikal
etmişlerdir. Biz, konunun dağılmaması için
bu bölümü makalenin sonunda ayrıyeten ele
alıp delilleriyle birlikte ispatlamaya
çalışacağız.
Burada Hz.
Hatice'nin makam ve faziletinin daha iyi
anlaşılması için Resulullah'ın bazı
hadislerini nakletmeği uygun buluyoruz:
Bir
hadisinde şöyle buyurmuştur:
"Hatice
cennetin faziletli kadınlarındandır."
Hz. Ali (a.s)
den şöyle nakledilmiştir:
"Resulullah
(s.a.a) bir gün hanımlarının yanında
Hatice'den söz ederek ağladı. Buna
kıskanan Âişe:
"Beni
Esed'in şu kırmızı, ihtiyar kadınının
neyine ağlıyorsun? Allah sana daha genç
birisini nasip etmemiş mi?" diye itirazda
bulundu. Allah Resulü buna çok rahatsız
oldu; öyle ki başının tüyleri titremeye
başladı ve şöyle buyurdu:
"Hayır
Allah'a andolsun ki, Hatice'den daha
iyisini bana nasip etmemiştir. O, korku ve
buhran dolu bir zamanda bana iman etti ve
İslâm yolunda her türlü fedakarlıktan ve
bana yardımdan geri durmadı."
Yine şöyle
buyurmuştur:
"Allah'a
andolsun ki, Allah bana Hatice'den daha
iyisini nasip etmemiştir; her kes beni
inkar ettiği sırada, o bana iman etti. Her
kes beni yalanladığı zaman, o beni tasdik
etti. İnsanlar beni mallarından mahrum
bıraktıkları sırada, o, kendi servetiyle
benim yardımıma koştu. Allah, ondan bana
evlat nasip etti (başka hanımlarımdan
değil)."
Evet Allah
Resulü Hz. Hatice'yi vefatından sonra da
hiçbir zaman unutmaz ve hatta Hatice'nin
dostları ve arkadaşlarına dahi fevkalade
saygı gösterir ve sürekli onlara hediyeler
gönderir ve iyilikte bulunurdu.
Hz.
Hatice'ye fazilet ve üstünlük olarak bu
yeter ki Allah-u Teâla Cebrail (a.s)
vasıtasıyla ona selam gönderiyordu. Bunu
son olarak vereceğimiz ziyâret metninde
görebilirsiniz.
Evet Allah
Resulü'nün gözünde böyle yüce bir makam ve
değer sahibi olan ve onun en büyük
yardımcılarından sayılan birisinin,
ayrılığı ve vefatı da pek tabiidir ki onun
derinden yaralanmasına ve üzülmesine neden
olsun. Nitekim de öyle olmuş ve Resulullah
(s.a.a) Hz. Hatice ile birlikte, diğer
büyük hâmisi Hz. Ebu Talib'i de aynı yılda
kaybedince o yıl
"Hüzün
Yılı"
diye adlandırılmıştır.
Artık iki
büyük hamî, âhiret yurduna göçmüş, ama her
biri yerine bir diğer hâmiyi bırakıp
gitmişlerdi. Ebu Talip, oğlu Hz. Ali'yi (a.s)
ve Hatice, kızı Hz. Fatıma'yı (a.s).
Artık bu görev onların omuzlarına ağırlık
etmekteydi.
Allah Resulü
hastalanıp ölüm döşeğine düşen Hz.
Hatice'nin başucuna gelip onu şöyle
müjdelemişti:
"Ey
Hatice, sevin ki Allah seni İmran kızı
Meryem ve Firavun'un zevcesi Asiye'yle
eşit kılmıştır."
Allah'ın
selamı rahmet ve bereketi o yüce İslâm
kadınının üzerine olsun ve bizi onun ve
kızı Fâtıma'nın, kocasının ve evlatlarının
yolundan ayırmasın ve kıyamette
şefaatlerine nâil eylesin.
Evet Hz.
Hatice, hayatının bütün yönleriyle, iffeti,
hayası, takvâ ve temizliği, ibâdet ve
itâati, fedakarlık ve dünyaya meyilsizliği,
kocasına olan itâat ve teslimiyeti ve
Allah yolunda ona yardımıyla ve bilahare
yetiştirdiği evlatlarıyla bizler için
büyük örnektir.
Burada son
olarak hem Hz. Hatice'nin faziletlerini
daha iyi anlamak, hem de onu ziyâret etmek
için Hz. Hatice için nakledilen şu
ziyâretnameyi de tercümesiyle birlikte
huzurunuza takdim ediyoruz:
"Selam
olsun sana, ey mü'minlerin anası. Selam
olsun sana, ey Resullerin efendisinin
zevcesi. Selam olsun sana, ey dünya
kadınlarının efendisi olan Fâtımet-üz
Zehrâ'nın anası. Selam olsun sana, ey ilk
iman eden kadın. Selam olsun sana, ey
malını, servetini Seyyid-ül Enbiyâ'nın
yardımında sarfeden, ona elinden gelen
hiçbir yardımı esirgemeyen ve düşmanlar
karşısında onu müdâfaa eden. Ey Cebrâil'in
kendisine selam verdiği ve yüce Allah'tan
kendisine selam getirdiği kimse. Ne mutlu
sana Allah'ın verdiği fazl-u ihsandan
dolayı. Allah'ın selamı, rahmet ve
bereketi senin üzerine olsun."
HZ.
HATİCE ALLAH RESULÜ'NDEN
BAŞKASIYLA
EVLENMEMİŞTİR
Önceden de
hatırlattığımız gibi, bu bölümde Hz.
Hatice'nin Resulullah'tan başkasıyla
evlenmediği görüşünü ispatlamaya
çalışacağız.
Bazı
tarihçiler, Allah Resulü'nün evlendiği
hanımlarının (Âişe hariç) hepsinin dul
olduğunu, Hz. Hatice'nin ise,
Peygamber'den önce, Atiq b. Âbid-il
Mahzûmî ve Ebû Hâle et-Temîmî, isimli iki
şahısla evlendiğini, hatta bunlardan evlat
sahibi olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Ancak biz bu
rivâyetlerin doğruluğundan şüpheliyiz ve
bunların uydurulmasında, daha çok siyasi
emellerin yattığını ve bazıları için
fazilet ve üstünlük üretmenin
amaçlandığını düşünmekteyiz. Bu konudaki
bazı delillerimizi kısaca şu şekilde
sıralayabiliriz:
1-Her şeyden
önce bu rivâyetleri inceleyen bir kimse,
onların arasında bir çok çelişki ve
ihtilafların bulunduğunu açıkça görebilir.
Örneğin, bazı rivâyetlerde Ebû Hâle
künyesini taşıyan şahsın isminin "Nebbâş
b. Zurâre", bazısında "Zurâre b. Nebbâş",
bazısında "Hind", bazısında ise "Mâlik"
olduğu geçmektedir. Bazı rivâyetler onun
sahâbî olduğunu, bazısı ise olmadığını
ileri sürmektedir. Bazısı onun Atiq'ten
önce, bazısı ise sonra Hz. Hatice'yle
evlendiğini söylüyor. Sonra rivâyetler,
Hz. Hatice'nin bu kişilerden "Hind"
isminde bir çocuğunun olduğunu ileri
sürmüş, ancak bazısı bu çocuğun kız çocuğu
olup Atiq'e ait olduğunu, bazısı ise erkek
çocuğu olup diğer kocasına ait olduğunu
ileri sürmüşlerdir. Yine erkek olduğunu
iddia eden rivâyetlerin bazısında bu
çocuğun tâûn hastalığından öldüğü,
bazısında ise Cemel savaşında Hz. Ali'nin
cephesinde şehid düştüğü iddia edilmiştir.
2-Bu
iddiaların aksini iddia ve rivâyet eden
âlimler ve tarihçiler de vardır: İbn-i
Şehrâşub Menâkıb-ı Âl-i Ebi Talib
kitabında şöyle diyor: "...Ahmed Belâzurî,
(Ensâb-ul Eşraf kitabında, Ebulkâsım Kûfî
(El-istiğâse) kitabında, büyük Şia âlimi
Seyyid Murtaza "Eş-Şâfi" kitabında,
Şia'nın bir diğer büyük âlimi Ebu Cafer
Tûsî (Telhis-üş Şâfi) kitabında, Allah
Resulü'nün Hz. Hatice'yle bâkire olduğu
halde evlendediğini rivâyet etmişlerdir.
Ayrıca "El-Envâr-u vel-Bide" isimli
kitapta Rukayye ve Zeyneb'in Hatice'nin
kız kardeşi Hâle'nin kızları olduğu görüşü
de bu naklettiğimiz rivâyeti
güçlendirmektedir.
3-Ebulkâsım
Kûfî yine kitabında şunları kaydetmektedir:
"Eser
sahipleri ve haber nakilcilerinin (tarihçilerin)
umum, husus hepsi icmaî bir şekilde şöyle
rivâyet etmişlerdir: "Kureyş eşrâfı,
büyükleri ve zenginlerinden, Hatice'yle
evlenmek için ona talip olmayan kalmadı;
ancak o, onların hepsini reddetti ve
hiçbirisiyle evlenmedi. Sonradan
Resulullah (s.a.a) ile evlendiğinde,
Kureyş kadınları ona öfkelenerek küstüler
ve şöyle dediler: "Kureyş'in eşrâfı ve
emirleri sana talip oldular; fakat sen
onların hepsini reddedip Ebu Tâlib'in
parasız, malsız, yetim ve fakir yeğeniyle
evlendin?!"
Şimdi, böyle
bir konuma sahip olan Hatice'nin, Kureyş
büyüklerini ve eşrâfını bırakıp da Temimli
bir bedeviyle evlenebileceğini hangi akıl
sahibi ihtimal verebilir? Görüş ve teşhis
sahibi kimseler bunu en muhal, en
itibarsız sözlerden saymazlar mı?!"
4-Maddî,
manevî hiçbir değer, şan ve şöhrete sahip
olmayan bir bedeviyle evlenmesi,
kendilerini reddeden Hatice'yi yermek, onu
küçümseyip alay etmek için Kureyşlilerin
elinde en iyi bir koz ve en güzel bahane
değil miydi? Resulullah'la evlendiğinde
olduğu gibi. Halbuki hiçbir kaynakta böyle
bir şeye rastlanmamıştır.
Bazıları,
Haris b. Ebî Hâle isimli birisinden
bahsederken, onun Hatice'nin oğlu olduğu
ve Mekke'de Allah Resulü davetini ilk
açığa vurduğunda, Müslümanların verdiği
ilk şehid olduğunu iddia etmiş ve bunu,
Hz. Hatice'nin önceden başka birisiyle
evlendiğine delil olarak göstermeğe
çalışmışlardır.
Buna
cevabımız şudur ki evvelâ bu şahsın Hz.
Hatice'nin oğlu olduğu iddiası hiçbir
delile dayanmamaktadır ve zâhiren Hz.
Hatice'nin Ebu Hâle isminde birisi ile
evlendiği rivâyetine dayanmaktadır. Biz de
zaten bunun yanlış olduğunu ispatlamağa
çalışmaktayız.
Saniyen "Haris"
denen bu şahsın ilk İslâm şehidi olduğu
iddiası da doğru değildir; zira bu
iddiayla çelişen bir çok meşhur rivâyet
mevcuttur. Örneğin İbn-i Abbâs'tan şöyle
rivâyet edilmiştir. "Ammâr'ın babası ve
annesi öldürüldüler ve o ikisi
Müslümanlardan ilk şehid düşen kimselerdir."
Yine sahih
bir senetle şöyle rivâyet edilmiştir:
"İslam'da
ilk şehid Sümeyye'dir (Allah ona rahmet
eylesin.)"
Aynı şey
Mücahid'den de nakledilmiştir.
Bazıları,
Sümeyye'nin ilk kadın şehid, Haris'in ise
ilk erkek şehid olduğunu iddia etmek
istemişlerse de bu iddia da geçersiz bir
iddiadır; zira evvela İbn-i Abbas'ın
rivâyeti gereği ilk erkek şehid de
Ammar'ın babası Yâsir'dir. Saniyen şehid
kelimesi bir çok diğer kelime gibi
Arapça'da kadın erkek arasında müştereken
kullanılan bir kelimedir. Nitekim yukarıda
naklettiğimiz rivâyette aynı Sümeyye için
şehid tabiri kullanılmıştı.
HZ.
HATİCE'DEN OLDUĞU SÖYLENEN
RESULULLAH'IN KIZLARI
Eb-ul As
b.Rabi' ve Osman b. Affân ile evlendikleri
söylenen Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm
isimli kızlara gelince, bunların da yine
bir çokları tarafından Resulullah'ın Hz.
Hatice'den dünyaya gelen kızları olduğunu,
birisinin Ebul'âs b. Rabi' ile
diğerlerinin de Osman b. Affân ile
evlendikleri iddia edilmiş ve daha çok bu
görüş şöhret kazanmıştır. Fakat bize göre
bu iddia da doğru değil ve söz konusu
kızlar Resulullah'ın gerçek kızları
değillerdir.
Bu
görüşümüzün delillerini de aşağıda kısaca
açıklamaya çalışacağız:
Evvela bu
görüşü reddeden ve başka bir görüş ileri
süren tarihçiler, de vardır. Ebulkâsım
Kûfî ve diğer bazıları şöyle
kaydetmişlerdir: "Hatice'nin "Hâle"
isminde bir kız kardeşi vardı. Benî Mahzûm
kabilesinden birisi onunla evlenince onun
için "Hâle" isminde bir kız çocuğu doğurdu.
Hatice'nin bacısı bu adamdan ayrıldıktan
sonra bu sefer Benî Temim kabilesinden Ebu
Hind isminde birisiyle evlendi; onun için
de "Hind" isminde bir çocuk doğurdu. Beni
Temim'den olan bu adamın Hâle'den başka
bir eşi daha vardı ki ondan da Zeynep ve
Rukayye isminde iki kız çocuğu oldu; sonra
Zeynep ve Rukayye'nin anneleri, ardından
da babaları vefat etti; bunun üzerine
Hâle'nin o adamdan olan Hind isimli çocuğu
babasının kabilesine döndü. Ortada kalan "Hâle"
ve kocasının iki çocuğu Zeynep ve
Rukayye'yi de Hz. Hatice kendi yanına aldı.
Sonradan Hz. Hatice Resulullah'la evlenip,
Hâle de vefat edince Zeynep ve Rukayye
isimli çocuklar Hz. Hatice ve
Resulullah'ın kefâleti altına girdiler...
Öte yandan Araplar, üvey evladı da gerçek
evlat telakki ettikleri için bu iki kız da
Resulullah'ın kızları olarak anılmaya
başlandı. Halbuki bunlar Peygamber'in
değil, Hâle'nin kocası Ebu Hind'in kızları
idiler..."
Görüldüğü
gibi Hz. Hatice'ye isnad edilenler, bacısı
hakkında söylenenlere bir çok açıdan
benzerlik arz etmektedir. Belki de Hz.
Hatice hakkında (kasıtlı veya kasıtsız)
yapılan yanlışların bir çoğu da buradan
kaynaklanmaktadır.
Saniyen,
söz konusu kızların Peygamber'in (s.a.a)
kızları olduğunu iddia edenlerin
kendilerinin naklettikleri rivâyetler
arasında akıl almaz çelişkiler mevcuttur;
mesela bir taraftan şöyle rivâyet
ediyorlar: "Rukayye ve Ümmü Külsüm
cahiliyyet zamanında "Ebu Leheb'in iki eli
kurusun; kurudu da" âyeti nazil olduğunda,
Ebu Leheb ve eşi, babalarının dinine
girdiklerini gerekçe göstererek
çocuklarına Resulullah'ın kızlarını
boşamalarını emrettiler; onlar da henüz
cinsel bir ilişkide bulunmadan eşlerini
boşadılar. Ardından Osman b. Affân Rukayye
ile evlenip onunla birlikte Bi'setin
beşinci yılında Habeşe'ye hicret etti. O
sırada hamile olan Rukayye, geminin
içerisinde çocuğunu bir kan pıhtısı
halinde düşürdü. Daha sonra Habeşe'den
döndüklerinde Medine'de vefat etti.
Diğer
taraftan aynı adamlar yine şöyle rivâyet
ediyorlar; mesela Makdisî diyor ki: "Hatice
cahiliyyet zamanında, Abd-û Menaf isminde
bir erkek çocuk, İslam'dan sonra ise iki
erkek ve dört kız çocuğu olmak üzere şu
isimdeki çocukları doğurmuştur: Kâsım; (ki
bu çocuğa atfen Allah Resulü'ne "Ebul
Kâsım" deniyordu), bu çocuk büyüyünceye
kadar yaşadı, sonra vefat etti.
Küçük yaşta
vefat eden Abdullah, Ümm-ü Külsüm, Zeyneb,
Rukayye ve Fâtıma."
Veya
Kastalânî ve Diyarbekrî şöyle diyorlar:
"Allah Resulü'nün bi'setten önce Abd-û
Menâf isminde bir çocuğu oldu ve bununla
birlikte Resullah'ın çocuklarının sayısı
on ikidir; Abd-û Menâf hariç hepsi
İslâm'dan sonra dünyaya gelmişlerdir."
Zübeyr b.
Bekkâr ve diğer bir çoğundan ise şu
bilgiler rivâyet edilmiştir: "Abdullah,
sonra Ümm-ü Külsüm, sonra Fâtıma, daha
sonra da Rukayye, hepsi sırayla İslam'dan
sonra dünyaya gelmişlerdir."
Tarihçi
Süheylî de Resulullah'ın bütün
çocuklarının İslâm zamanında doğduğunu
kaydetmektedir."
Yine
bazıları, Rukayye'nin hepsinden, hatta Hz.
Fâtıma'dan küçük olduğunu söylemişlerdir."
Şimdi bütün
bunlardan sonra, Rukayye ve Ümm-ü
Külsüm'ün cahiliyyet zamanında Ebu
Leheb'in çocuklarıyla evlendiğini nasıl
iddia edebiliyor ve bu açık çelişkiyi
göremiyorlar?!
Yine
İslam'dan sonra dünyaya gelen Rukayye'yi
hemen Osman'la evlendirebiliyorlar;
halbuki bütün tarihlerin yazdığına göre
Habeşe'ye birinci hicret, bi'setin 5.
yılında gerçekleşmiştir. Hatta eğer
İslam'ın ilk yılında dünyaya geldiğini
kabul etsek dahi beş yaşındaki bir çocuğun
nasıl evlendiğini ve hemen hamile kalıp
gemide çocuk düşürdüğünü söyleyebiliriz?!
Kaldı ki onlar daha da ileriye gidip önce
Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlendiriyor;
sonra da boşatıp, Osman b. Affan'la
evlendiriyorlar!!
Yine
diyorlar ki: "Ebu Leheb ve eşi, "Mesed"
suresi indiğinde, çocuklarına,
Resulullah'ın kızlarını boşamalarını
emrettiler. Onlar da boşadıktan sonra,
Osman b. Affan Rukayye ile evlendi."
Bu da yine
bir çok rivayetleriyle çelişmektedir; zira:
a)-Bir çok
rivâyete göre (ki doğrudur da) bu sure,
Müslümanlar Şi'b-i Ebi Tâlib'de muhasara
altında tutuldukları sırada inmiştir.
Bu ise önceki söyledikleriyle
çelişmektedir. Zira söz konusu muhasara
bi'setin altıncı yılında gerçekleşmiştir.
Yani Habeşe hicretinden bir yıl sonra.
Gördüğünüz gibi iki rivâyet arasında
yılların fasılasını gerektiren bir çelişki
söz konusudur.
Bazıları bu
surenin "Yakın akrabalarını korkut" (Şuarâ,
214) âyeti indikten sonra gerçekleştirilen
toplantıda, Ebu Leheb'in Resulullah'a
hakaret etmesinin ardından nazil olduğunu
söylemişlerse de bu doğru değildir. Zira
hem ayetlerin siyâkı, hem de bu konudaki
rivâyetler
bu surenin âyetlerinin toplu bir şekilde
nâzil olduğunu göstermektedir. Bu surenin
son âyetlerinde Ebu Leheb'in eşi Ümm-ü
Cemil'in Allah Resulü'ne ettiği eziyet
dile getirilerek şiddetli bir şekilde
kınanmıştır.
Açıktır ki
Kureyşlilerin Resulullah'a eziyetleri
biraz önce verdiğimiz İnzar âyeti indikten
sonra, Resulullah'ın onların ilahlarına ve
düşüncelerine açıkça karşı çıkmasının
ardından başlamıştır.
Bu sure (Mesed)
hakkında nakledilen diğer bir rivâyet de
bizim bu sözümüzü te'yid etmektedir; şöyle
ki: "Allah Resulü'nü görmek için gelen
elçi heyetler, Resulullah'ı amcası Ebu
Leheb'e sorar ve "Sen onu daha iyi
bilirsin" diye Peygamber (s.a.a)
hakkındaki görüşlerini almak isterlerdi. O
da onlara, "Bu adam sihirbazdır" cevabını
verir; onlar da Resulullah ile görüşmeden
geri dönerlerdi. Yine bir gün gelen bir
heyete aynı cevabı verdi; fakat ne
hikmetse bunlar, öncekilerin aksine "Şu
adamı görmeden geri dönmeyeceğiz" dediler.
Ebu Leheb bu sefer şöyle dedi: "Biz uzun
zamandır, hala onu, delilikten kurtarmaya
çalışıyoruz; kahrolası adam!"
Ebu Leheb'in
bu sözleri Resulullah'a ulaşınca Hazret
buna üzüldü ve (Allah Resulü'ne teselli
amacıyla) bu sure nazil oldu. Öte yandan
biliyoruz ki çeşitli temsilci heyetlerin
Mekke'ye gelerek Resulullah ile
görüşmeleri, İnzar âyetinin inmesinden
yıllar sonra gerçekleşmeye başlamıştır. Bu
da gösteriyor ki "Mesed" suresinin İnzar
âyetiyle ilintili olarak inmesi yersiz
bir iddiadan ibarettir.
Burada
üzerinde durulması gereken bir diğer husus
ise şudur: "Eğer Rukayye ve Ümmü Külsüm'ün
"Mesed" suresinin inmesi ve müşriklerin
eziyetlerinin başlamasının ardından
boşanmalarının gerçekleştiğini söylersek,
o zaman şu sorunun cevabını vermemiz
gerekecektir ki, neden o uzun zamana kadar,
Ebu Leheb'in çocukları hiçbir mazeret ve
engel bulunmadığı halde eşleriyle cinsel
ilişkide bulunmamışlardı? Halbuki yine
aynı rivâyetlerin açık iddiasına göre
Osman onlardan birisiyle evlenir evlenmez
cinsel ilişkiye girerek hemen hamile
bırakmış ve eşi Habeşe'ye giderken gemide
çocuk düşürmüştü!!
Öte yandan
Mısırlı büyük yazar Tevfik Ebu İlim'in "Tarih-u
Ehl-il Beyt" isimli kitabında naklettiği
bir rivayet de dikkatimizi çekmiş ve
yukarıda bahsettiğimiz görüşlere daha bir
şüpheli bakmamıza vesile olmuştur. O şöyle
diyor: "...Rukayye'ye gelince, o Utbe b.
Ebî Leheb ile evlenmiş ve henüz onun
eşiyken vefat etmiştir."
Bu rivâyet
gereği Ebu Leheb'in oğlunun Rukeyye'yi
boşadığı iddiası da şüpheli duruma
düşmekle birlikte, buna gösterdikleri
sebep (Mesed suresinin inişi ve kızların
Müslüman oluşu) de itibarını kaybeder ve
surenin Şi'b-i Ebi Tâlip muhasarası
zamanında nâzil olduğu iddiası daha da
güçlenmiş olur.
Bir Başka
Çelişki:
Zübeyr b.
Bekâr ve ibn-i Esâkir, Cafer b.
Muhammed'den, o da babasından şöyle
rivâyet etmektedir: "Resulullah'ın oğlu
Kâsım Mekke'de vefat etti; Allah Resulü
oğlunun defin merasiminden dönüşünde, Âs.
b. Vâil ve oğlu Amr b. Âs'ın yanından
geçerken, Âs Resulullah'ı gördüğünde "Şimdi
ben şunu kızdıracağım" dedi ve şöyle devam
etti: "Hiç şüphesiz bu adam artık soyu
kesik, ocağı sönük duruma düştü." Bunun
üzerine Allah'u Teala "Hiç şüphesiz soyu
kesilen sana kin ve buğz besleyen
düşmanındır."
ayetini indirdi.
Bir diğer
rivâyette ise şöyle diyor: "Önce
Resulullah'ın oğlu Kâsım dünyaya geldi,
sonra Zeynep, sonra Abdullah, sonra Ümm-ü
Külsüm, Fâtıma, daha sonra da Rukayye.
Sonra önce Kâsım, daha sonra da Abdullah
vefat edince Âs b. Vâil "Onun nesli
kesildi; o ebterdir" deyince söz konusu
ayet nâzil oldu."
Bazıları âyetin, Âs b. Vâil değil, oğlu
Amr b. Âs hakkında nâzil olduğunu rivâyet
etmişlerdir.
Süddî ve İbn-i Abbâs'ın rivâyetinde,
Resulullah'ın bir oğlunu, bir diğer
rivâyette ise bir evladının vefatının
ardından Âs b. Vâil'in söz konusu sözü
söylemesi üzerine indiği nakledilmektedir.
Meşhur sözü söyleyenin, Âs. B. Vâil değil,
Akabe b. Ebi Muayt
veya Ebu Leheb
veya Kureyş
olduğu da söylenmiştir.
Hatta bir
rivâyette Resulullah'ın oğlu İbrahim'in
vefatı münasebetiyle Ebu Cehl'in
Resulullah hakkında söylediği sözler
üzerine söz konusu âyetin nâzil olduğu
söylenmektedir.
Öte yandan tarihçiler arasında; Kasım'ın
Resulullah'ın (s.a.a) en büyük evladı
olduğu meşhurdur.
Önceden verdiğimiz rivâyet ise Kâsım'ın
bi'setten sonra vefat ettiğini,
Abdullah'ın ise Kâsım'dan bir ay sonra
vefat ettiğini söylüyordu. Buna bir de
kesinlik kazanan Abdullah'ın bi'set
sonrası doğup vefat ettiği gerçeğini
eklersek olay daha bir netlik kazanmış
olacaktır.
Aşağıdaki
rivâyetleri de göz ardı etmemeliyiz;
diyorlar ki:
"Kâsım vefat
ettiği zaman iki yaşındaydı."
"Kâsım
yürüme çağına gelinceye kadar yaşadı."
Belazurî
ise ikisinin arasını toplanmış ve şöyle
demiştir: "Kâsım iki yaşına geldiği ve
yürüdüğü bir sırada vefat etmiştir."
Bazı diğer
rivâyetler, Resulullah'ın evlatlarının süt
emdikleri bir çağda vefat ettiklerini
kaydetmiş, bazısı "Bi'set sonrası"
tabirini eklemiş,
bazısı ise şu ifadeyi kullanmıştır: "Çocuklarının
hepsi de çok küçük yaşta vefat etmişlerdir."
Mücâhid'in Kâsım hakkındaki görüşü ise
şudur: "O yedi gün (veya yedi gece)
yaşadı."
diğer bir rivâyetde "On yedi ay yaşadı"
tabiri kullanılmıştır.
Tarihçi Süheylî ise şöyle diyor konu
hakkında: "Kâsım yürüme çağına varmıştı,
ancak henüz sütten kesilmemişti."
Bu konuda üç
ayrı rivâyet ise şu şekildedir:
"Kâsım ve
Tayyib, henüz küçük yaşta iken Mekke'de
vefat ettiler."
"Kâsım
hayvana binecek ve at sürecek kadar büyüdü."
"Kâsım vefat
ettiği sırada dört yaşında idi."
Buraya kadar
Kâsım'ın küçük yaşta öldüğünü değişik
rivâyetlerin diliyle cûz'î farklarla
aktardık. Şimdi Kâsım'ın ne zaman dünyaya
geldiğine bakalım:
Müsned-i
Feryâbi'de Kâsım'ın İslam'dan sonra
dünyaya geldiğini içeren bilgilere
ilaveten, aşağıdaki iki rivâyet de bunu
te'yid etmektedir:
a)-Kâsım
vefat ettiğinde dört yaşındaydı. Ondan bir
ay sonra da Abdullah, henüz sütten
kesilmemişken vefat etti. Hz. Hatice: "Ya
Resulallah, keşke yaşasaydı da sütten
kesseydim" dediğinde, Allah Resulü: "Onun
süte doyup kesilmesi cennette
gerçekleşecektir" buyurdu.
b)-Müsned-i
Feryâbî'de şöyle kaydedilmiştir:
"Resulullah (s.a.a), Kâsım'ın vefatından
sonra Hatice'nin yanına geldiğinde onu
ağlar şekilde buldu. Hz. Hatice, ya
Resulallah dedi, (göğsümde) Kâsım'ın sütü
çoğaldı; eğer yaşayıp da süt emme
süresini tamamlasaydı, (ayrılığının)
tahammülü daha kolay olurdu benim için.
Cevabında Allah Resulü şöyle buyurdu: "Onun
için cennette, süt emme süresini
tamamlatacak süt annesi tahsis edilmiştir."
Hz. Hatice "Böyle olduğunu bilince daha
kolay olur benim için" deyince, Allah
Resulü "İstersen cennetten sesini sana
duyurabilirim" buyurdu. Hz. Hatice ise
"Ben Allah'ı ve Resulü'nü tasdik ediyorum"
cevabını verdi.
Süheylî bu
hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: "Bu
hadis Kâsım'ın cahiliyyet zamanında
ölmediğini gösteriyor."
Bu iki
rivâyet, hem Kâsım vefat ettiği sırada
Allah Resulü'nün peygamberliğe eriştiğini,
hem de henüz süt emdiği sırada vefat
ettiğini, dolayısıyla da büyük ölçüde
bi'setten sonra dünyaya geldiğini
gösteriyor.
Kısacası bir
yandan, Kevser suresinin Kâsım'ın vefatı
üzerine bi'setten kaç yıl sonra nâzil
olduğunu, yine Kâsım'ın doğumu ve
vefatıyla ilgili verdiğimiz diğer
rivâyetleri, diğer taraftan Ümm-ü Külsüm
ve Rukayye'nin Kâsım ve Abdullah'ın
vefatından sonra dünyaya geldiklerini
dikkate aldığımızda, bu iki kızın
kesinlikle bi'setten kaç yıl sonra dünyaya
geldiğini anlamış oluyoruz. Hal böyle iken,
onların cahiliyyet zamanında Ebu Leheb'in
iki oğlu ile evlenmeleri, onlardan
boşandıktan sonra ise Rukayye'nin Osmân b.
Affân ile evlenip bi'setin beşinci yılında
Habeşistan'a hicret ederken gemide çocuk
düşürmesi nasıl düşünebilir?!.
Gerçi bu
konuda Ebu Hilâl-il Askerî aykırı bir
rivâyet de nakletmiştir; ancak rivâyetin
içerisinde açık çelişki bulunmaktadır. O
şöyle diyor: "Kâsım ve Tâhir, nübüvvetten
önce vefat ettiler. Resulullah (s.a.a)
Kâsım'ın cenazesinden döndüğünde Âs b.Vâil
ve oğlu Amr'ın yanından geçerken Amr "Şimdi
ben ona karşı düşmanlığımı sergileyeceğim"
dedi. Bunun üzerine Âs şöyle dedi: "Hiç
şüphesiz o ebter (soyu kesik) oldu."
Ardından Allah-u Teâlâ "Şüphesiz sana
düşmanlık besleyen var ya, işte odur asıl
ebter olan"
âyetini indirdi.
Görüldüğü
gibi bu rivâyet, önce Kâsım'ın nübüvvetten
önce öldüğünü, ardından bu münasebetle
Kevser suresindeki âyetin indiğini
söylüyor. Oysa hepimiz bilmekteyiz ki
Allah Resulü'ne âyetler nübüvvetten sonra
nâzil olmaya başlamıştır. Bazıları âyetin
olayın hemen ardından değil, birkaç yıl
sonra nazil olup, önce yaşanan bir olaya
değindiğini ileri sürebilir belki; ancak
bu oldukça uzak bir ihtimaldir ve
bildiğimiz gibi genellikle âyetler
olayların yaşandığı sırada inmiştir.
Elbette bu
yanlışlığın bir kalem hatasından
kaynaklanarak "Nübüvvetten sonra" yerine
"Nübüvvetten önce" yazılmış olması
mümkündür.
RESULLAH'IN EN KÜÇÜK KIZI KİMDİR?
Cürcânî
diyor ki: "Benim yanımda sahih olan görüş
şudur ki Rukayye Resulullah'ın en küçük
kızı idi; hatta Fâtıma'dan (a.s) da
küçüktü."
Bazıları ise
Ümm-ü Külsüm'ün hepsinden küçük olduğunu
söylemişlerdir.
Ebu Ömer de
şöyle demiştir: "Fâtıma ve bacısı Ümm-ü
Külsüm, Resullah'ın en küçük kızlarıdır;
ancak bu ikisinden hangisinin daha küçük
olduğunda ihtilaf edilmiştir. İbn-i
Serrâc demiştir ki: "Ben Ubeydullah-il
Haşimi'nin şöyle dediğini duydum: "Fâtıma,
Resulullah kırk bir yaşındayken dünyaya
gelmiştir."
El-İstiâb
kitabında bu rivâyete "Rukayye'nin
Fâtıma'dan daha küçük olduğu söylenmiştir"
cümlesi de ilave edilmiştir.
Bazıları ise
Hz. Fâtıma'nın, kızların en küçükleri
olduğunu ileri sürmüş ve bu görüşü sahih
bilmişlerdir.
Her
halükârda eğer biz Rukayye ve Ümm-ü
Külsüm'ün Hz. Fâtıma'dan küçük olduğunu
kabul edersek, sonuca varabilmemiz için bu
sefer Hz. Fatıma'nın doğum tarihine
bakmamız gerekecek.
Şimdi bu
görüşlerin hangisini alırsanız alın,
bi'setten biraz önce veya bi'setten sonra
dünyaya gelen Hz. Fâtıma'dan daha küçük
kızların Ebu Leheb'in iki oğluyla
evlenmeleri, boşandıktan sonra da
Rukayye'nin Osman b. Affân ile evlenip
bi'setin 5. yılında Habeşistan'a hicret
ederken yolda çocuk düşürmesi makul bir
ihtimal olabilir mi?!
Şimdi Hz.
Fâtıma'nın bi'setin 5. yılında dünyaya
geldiğini gösteren delillerimizi vermeye
çalışalım:
Bizimle aynı
görüşü (hicretin 5. yılında doğduğunu)
paylaştıklarını açıkça ortaya koyanların
yanı sıra şu delilleri zikredebiliriz:
a)-Hatırlayacağınız gibi bahsimizin
başlarında bir çok râvi ve tarihçiden
nakletmiştik ki, Resulullah'ın bütün
çocuklarının (bazıları sadece Abd-u
Menaf'ı istisna etmişti) bi'setten sonra
dünyaya geldiklerini ileri sürmüşlerdi. Bu
da Hz. Fâtıma'nın bi'setten sonra dünyaya
geldiğini gösteriyor.
b)-Çeşitli
mezheplere mensup hadisçi ve tarihçilerin
naklettiği bir çok rivâyete göre Hz.
Fâtıma'nın nütfesi, Cebrail'in (a.s) miraç
gecesinde Resulullah'a (s.a.a) cennetten
getirdiği meyveden bağlanmıştır. Miraç
olayı ise en doğru görüşe göre bi'setin
ikinci veya üçüncü yılında
gerçekleşmiştir.
Bu
rivâyetler, Sa'd b. Vakkas, Ümm-ül
Mu'minin Âişe, Ömer b. Hattâb, Sa'd b.
Mâlik ve diğer bazı meşhur şahsiyetlerden,
aynı şekilde İmam Cafer-i Sâdık'tan
nakledilmiştir.
Bu rivâyetlerin bazısı üzerinde
tartışılabilir belki; ancak bunlardan bir
çoğu tartışma götürmez derecede
sahihtirler. Zikrettiğimiz kaynaklara
başvurup dikkat eden herkes bunu görebilir.
c)-Yine Hz.
Fâtıma'nın bi'setten sonra dünyaya
geldiğini gösteren bir diğer delil şudur
ki, önceden de değindiğimiz gibi, Hz.
Hatice Resulullah ile evlendikten sonra
Kureyş kadınları onu kınamış ve ona
küsmüşlerdi. Sonradan Hz. Hatice Hz.
Fâtıma'ya hamile kalınca, henüz annesinin
karnındayken onunla konuşuyor ve ona
teselli veriyordu. Hz. Hatice bunu
Peygamber'den saklıyordu. Bir gün
Resulullah (s.a.a) içeri girdiğinde
Hatice'nin (karnındaki bebeği) Fâtımay'la
konuştuğunu gördü ve "Ey Hatice kiminle
konuşuyorsun?" diye sordu. Hatice "Karnımdaki
bebekle; o benimle konuşuyor ve beni
yalnızlıktan çıkarıyor" dedi. Bunun
üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ey
Hatice, işte Cebrail bana onun kız çocuğu
olduğunu haber veriyor..."
Bu hadisten
anlaşılan şu ki, Hz. Hatice'nin Hz.
Fâtıma'ya hamile kalması, Hz.
Resulullah'ın Cebrail (a.s) ile görüştüğü
sıralarda gerçekleşmiştir; bu ise
Resulullah peygamberliğe seçildikten sonra
başlamıştır. Yine aynı hadis bu
hamileliğin bi'setten kaç yıl sonra
gerçekleştiğini gösteriyor; zira
rivâyetten bu hamileliğin Kureyş'in
Resulullah'a karşı eziyetlerinin başladığı
ve Kureyşli kadınların Hz. Hatice'ye
küstükleri sırada olduğu anlaşılmaktadır.
Bu ise bi'setten kaç yıl sonra, yani gizli
davet süresi sona erdiğinde açık davetin
başlamasıyla başlamıştır.
d)-Hz.
Fâtıma'nın bi'setten kaç yıl sonra dünyaya
geldiğini gösteren bir delilimiz de şudur:
Ebu Bekir Hz. Fâtıma'ya talib olduğunda,
Allah Resulü onu reddetmiş, ardından aynı
talepte bulunan Ömer'e de red cevabı
vermiş ve gerekçe olarak da Hz. Fatıma'nın
küçüklüğünü göstermişti. Sonra Hz. Ali (a.s)
tâlip olunca Hz. Fâtıma'yı ona
nikahlamıştı.
Buna gücenenlere de Allah Resulü şu cevabı
vermişti: "Allah'a andolsun ki size engel
olup da ona nikahlayan ben değilim,
Allah'tır."
Öte yandan
şunu da kesin bir şekilde biliyoruz ki Hz.
Fatıma'nın nikahlanması hicretin ikinci
yılında gerçekleşmiştir. Buradan da
anlaşılıyor ki Hz. Fâtıma bi'setten önce (Mesela
bazılarının iddia ettiği gibi 5 yıl önce)
dünyaya gelmiş olsa o zaman Hz. Fâtıma,
söz konusu şahıslar talip olduklarında
takriben 20 yaşlarında olması gerekirdi. O
zaman da 20 yaşındaki birisine Allah
Resulü'nün henüz küçüktür deyip gelenleri
reddetmesi makul ve mantıklı olabilir mi?!
HZ.
HATİCE, RESULULLAH (S.A.A)
İLE NE
ZAMAN EVLENDİ?
Üzerinde
durulması gereken bir diğer husus ise
şudur ki, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün Ebu
Leheb'in iki oğlu ile evlenmeleri iddiası
ancak Resulullah ile Hz. Hatice'nin,
bi'setten bir hayli önce evlenmiş olmaları
halinde mantıklı olabilir. Şimdi bu
evliliğin geçekleşme tarihine bir bakalım:
Rivayetlere
baktığımızda gerçi bu evliliğin bi'setten
15, 16, hatta 20 yıl önce gerçekleştiğini
iddia eden nadir görüşler de vardır;
ancak bunlara karşılık bu evliliğin
bi'setten on yıl önce,
beş yıl önce
ve üç yıl önce
gerçekleştiğini ileri süren rivâyetler de
vardır.
Özellikle
son görüşü te'yid eden nakiller ve
karineler de vardır; mesela Beyhâki Hz.
Hatice'nin 50 yaşında vefat ettiğini ileri
sürüyor.
Hz.
Hatice'nin Resulullah'la evlendiği
zamandaki yaşını, vefat ettiği sıradaki
yaşı ile kıyaslarsak o zaman son görüşün
daha mantıklı olduğunu görürüz.
Yine önceden
de naklettiğimiz gibi, rivâyetler Hz.
Hatice'nin cahiliyet zamanında Abd-ü
Menaf'tan başka bi çocuk doğurmadığını
ileri sürüyorlardı. Bu da Hz. Hatice'nin
Resulullah'la bi'setten bir hayli önce
evlendiği görüşü ile örtüşmemektedir.
Zira çok önceden evlendikleri ve zâhiren
bir mazeret de gözükmediği halde onca yıl
çocuklarının olmaması çok uzak bir
ihtimaldir; bu da bi'sete yakın bir
zamanda evlendikleri görüşünü
güçlendirmektedir.
Böylece bu
delil de, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün
cahiliyet zamanında doğup büyüdüklerini,
önce Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlenip,
boşandıktan sonra da Rukayye'nin Osman b.
Affân'la evlenmeleri görüşünün
tutarsızlığını, verdiğimiz vereceğimiz
diğer delillerle de yan yana konulduğunda
bu görüşün asılsız olduğu kesin bir
şekilde ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan
Ehl-i Sünnet Alimlerinden Dûlâbî ve
Diyarbekri'nin görüşlerine bakılırsa,
Osman b. Affân Rukayye ile cahiliyet
zamanında evlenmiştir.
Bu ise iddia
edilen Peygamber kızlarının Ebu Leheb'in
oğlanlarıyla evlendiğinin doğru olmadığı
demektir; zira söz konu rivayetler, Ebu
Leheb'in kızları boşattırmasının sebebi
olarak onların Müslüman olduğunu ileri
sürüyorlardı; oysa bu rivâyet Ebu Leheb'in
oğlundan sonra Rukayy'le evlendiği
söyleyen Osman'ın dahî onunla cahiliyet
zamanında evlendiğini ileri sürmektedir!
ÜMMÜ
KÜLSÜM HİCRET
SIRASINDA
NEREDEYDİ?
İşlediğimiz
konuda bize yardımcı olacak bir diğer
husus Müslümanların Medine'ye hicreti
sırasında Ümm-ü Külsüm'ün muammalı
durumudur. Cahiliyet zamanında Ebu
Leheb'in oğluyla Mekke'de evlenip de sonra
ayrılan ve yıllar sonra Medine'de Osman'la
evlenen Ümm-ü Külsüm'ün, Medine'ye hicret
sırasında ortada adı bile yok. Tarihçiler
müslümanların ardından Hz. Ali'nin
Resulullah'ın kızı Hz. Fâtıma da dâhil,
Fatıma isimli birkaç kadını, Ümm-ü Eymen'i
ve güçsüz mu'minleri alıp kendisiyle
birlikte Medineye getirdi. Ancak hiçbir
kaynakta Ümm-ü Külsüm'ün adından
bahsedilmemektedir. Acaba önceden mi
hicret etmişti? Sonraya mı kaldı? Kiminle
birlikte ve neden?! Güçsüz mu'minlerin
içerisinde miydi? O zaman, neden bacısı
Fâtıma ve Ümm-ü Eymen'den ayrılıp onların
içerisine yerleştirildi?!
Bütün bunlar
cevap bekleyen muammalı sorulardır.
Görüldüğü gibi bazen çok meşhur şeyler
dahi araştırldığında, en azından öyle
zannedildiği kadar da olmadığı ortaya
çıkmış oluyor.
ZEYNEP
HAKKINDA BİR KAÇ NÜKTE
a)-Yazımızın başlarında da değindiğimiz
gibi Ebulkâsım Kufi, Zeyneb'in,
Resulullah'ın değil Hz. Hatice'nin
bacısının kocasının kızı olduğunu
nakletmektedir.
b)-Bazı
rivâyetlerde şöyle nakledilmiştir: "Hatice
Nabbâş b. Zurâre (Ebu Hâle) için üç evlat
doğurdu; bunlar Hind, Hâris ve Zeynep'ti."
Bu rivâyet
iki şeyi teyid etmektedir; biri Zeyneb'in
Resulullah'ın üvey kızı olduğunu, Hz.
Hatice'yle ilgili tarafına gelince, biz
Hz. Hatice'nin Resulullah'tan önce
evlenmediğine inanıyoruz. Bunun
delillerini de önceden aktardık; ancak bu
rivâyette muhtemelen, Hz. Hatice'nin
isminin verilmesi Zeyneb'in Hz. Hatice'nin
kefaleti altında olmasından veya Hz.
Hatice'nin bacısıyla karıştırıldığından
kaynaklanabilir. Kısacası işin bu yanı
bizi fazla ilgilendirmiyor; bizi
ilgilendiren yanı şudur ki bu rivâyet
Zeyneb'in Ebu Hale'nin kızı olduğunun
öteden beri bilindiğini ortaya koyuyor.
Aşağıda vereceğimiz şu iki rivâyet de aynı
te'yidi içermektedir:
"El-Envar"
ve "El-Bideu" isimli kitaplardan şöyle
naklediliyor: "Rukayye ve Zeynep
Hatice'nin bacısı Hâle'nin kızlarıdır."
Yine
El-Envar, El-Keşf, El-Lum'e kitaplarından
ve Belâzurî'den şöyle nakledilmektedir: "Zeynep
ve Rukayye Resulullah'ın üvey evlatlarıdır..."
Bu
rivâyetlerde cüz'î bazı yanlışlar ve
karıştırmalar olsa da, onlardan şu gerçeği
anlıyoruz ki söz konusu kızlar,
Resulullah'ın gerçek kızları değil, onun
üvey evlatlarıdırlar. Ancak onların kimin
evlatları oldukları şimdilik bizi
ilgilendirmiyor. Evet onların,
Resulullah'ın kızları olduklarını ileriye
süren önceden değindiğimiz rivâyetler
arasındaki akıl almaz çelişkileri de
dikkate aldığımızda bu iddiamızın haklılık
payı daha da artacaktır.
HZ. ALİ'YE AİT BAZI HASLETLER
Zeynep,
Rukayye ve Ümm-ü Külsüm diye adı geçen ve
Ebu Leheb'in iki oğlu, Osman ve Ebul'âs b.
Rabi ile evlendikleri söylenen kızların
Resulullah'ın gerçek kızları olmadığını
gösteren bir delil de, Hz. Ali'ye özgü
bazı haslet ve özellikler hakkında
nakledilen rivâyetlerdir. Örneğin
Ebul-Hamrâ, Resulullah'tan (s.a.a) şöyle
rivayet etmiştir:
"Ey Ali,
sana üç haslet verilmiştir ki, senden
başka kimseye, hatta bana dahi
verilmemiştir.: Sana benim gibi bir
kayınpeder verilmiştir; ama bana benim
gibi biri verilmemiştir. Sana kızım gibi
bir Sıddîka verilmiştir; ama bana onun
gibi bir (eş) verilmemiştir. Sana
sulbünden Hasan ve Hüseyin gibi evlatlar
verilmiştir; ama bana benim sulbümden
onlar gibisi bana verilmemiştir; ancak siz
bendensiniz, ben de sizdenim."
Şimdi eğer
Osman ve Ebul'âs ile evlenen kızlar ,
Resulullah'ın gerçek kızları olsaydı,
Allah Resulu'nün bu sözü doğru olmazdı;
zira o durumda onlar da Resulullah gibi
bir kayınpedere sahip olmuş olacaklarından,
bunun Hz. Ali'ye has bir özellik olarak
gösterilmesi yanlış olurdu. Hatta Osman'ın
böyle bir vasfa sahip olması daha uygun
olurdu. Zira o, (iddiaya göre)
Resulullah'ın iki kızıyla evlenmemiş miydi?!
Ebuzer-i
Gıfâri'den nakledilen hadis de bunu te'yid
etmektedir. Ebuzer söz konusu hadiste
Resulullah'tan şöyle nakletmektedir:
"Hiç
şüphesiz Allah-u Teâlâ, Arşından -keyfiyet
ve zevâl söz konusu olmadan- yer yüzüne
baktı ve beni seçti. Ali'yi de (bana)
damat olarak seçip ona (eş olarak)
tertemiz Fatıma-i Betul'ü verdi ki böyle
birisi hiçbir Peygambere verilmemiştir.
Yine Ona Hasan ve Hüseyin verilmiştir ki
onların misli başka hiçbir kimseye
verilmemiştir. Ona benim gibi bir kayın
peder ve (Kevser) havzu (başında
dostlarını suya doyurma hakkı) verilmiştir.
Yine Cennet ve Cehennem'i bölme yetkisi
meleklere değil, ona verilmiştir..."
Bu konuda,
Buhâri'de Abdullah İbn-i Ömer'den
nakledilen uzun bir rivâyet'in bir bölümü
de bizi destekler niteliktedir. Söz konusu
rivâyette kısaca şöyle denmektedir:
"Haricîlerden
bir kişi Abdullah İbn-i Ömer'e gelerek
bazı konularda sorular yöneltip tartışıyor
ve son olarak, üçüncü halife Osman ve Hz.
Ali hakkındaki görüşünü soruyor. Bilindiği
gibi Haricîler, üçüncü halifeyi ve Hz.
Ali'yi hilâfetleri zamanında meydana gelen
fitnelerden dolayı sorumlu tutuyor ve
onlar hakkında ağır ithamlarda
bulunuyorlardı. İşte bu görüşlerinden
hareketle söz konusu Hâricî Abdullah İbn-i
Ömer'in onlar hakkındaki görüşünü
sormaktadır. Abdullah adama şu cevabı
veriyor: "Osman'ı dersen, Allah onu
affetmişti;
ama siz onu affetmeği hoş görmediniz.
Ali'ye gelince, o Resulullah'ın amcasının
oğlu ve dâmâdıdır." Sonra eliyle işaret
ederek: "İşte bu da onun evidir ve
gördüğünüz gibi (Peygamber'in evinin
içerisinde) yer almıştır."
Görüldüğü
gibi bu rivâyette Abdullah İbn-i Ömer,
üçüncü halife Osman'ı savunmak için sadece
Uhut Savaşı'na ve kaçanların affıyla
ilgili âyete değinmektedir. Fakat Hz.
Ali'yi savunurken üç delil zikretmektedir:
1-Resulullah'ın amcasının oğlu olduğunu
2-Resulullah'ın damadı olduğunu 3-Evinin
Resulullah'ın eviyle yanyana olduğunu.
Bu rivâyette
bizim şâhidimiz ikinci delilden ibarettir.
Demek istiyoruz ki eğer gerçekten Osman
Resulullah'ın kendi kızıyla evlenmiş
olsaydı, Abdullah onu da savunurken Hz.
Ali gibi onun da Resulullah'ın damadı
olduğunu vurgulardı; oysa buna şiddetle
ihtiyacı olduğu halde Osman hakkında böyle
bir isnatta bulunmamaktadır. Bu da onun
böyle bir fazilete (Resulullah'ın
damatlığı şerefine) sahip olmadığını
göstermektedir. Evet daha güçlü ve daha
ma'kul bir delil bulunduğu halde, zayıf
bir şahidi (işlenen bir suçun affını;
Osman'ı da kapsadığını kabul etsek dahi)
zikretmek mantıklı bir girişim olmasa
gerek. O halde böyle bir şeyin (damatlığın)
esasen olmadığını söylemek daha mantıklı
olmaz mı?!
MUHTEMEL BİR ÇÖZÜM YOLU
Buraya kadar
ortaya koyduğumuz deliller, Osman ile
evlenen kızların, yine Ebul'âs ile evlenen
Zeyneb'in Resulullah'ın gerçek kızları
olmadığını gösteriyor. Şimdi burada şu
sorunun cevabını vermemiz gerekir ki,
geldiğimiz bu noktada, acaba Resulullah'ın
evlatlarından bahseden rivâyetlerde ismi
geçen Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm
isimli kızların esasen varlığı da mı
şüphelidir; yoksa söz konusu rivâyetlere
muhtemel de olsa makul bir açıklama
getirmek mümkün müdür?
Bize göre bu
rivâyetlerde ismi geçen söz konusu
kızların varlığını inkar etmek
istemiyorsak, bu konuda ortaya
koyulabilecek en makul ihtimal şudur ki
evet Peygamber'in Hz. Hatice'den olan
Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isminde
kızları vardı; fakat bunlar (bazı
rivâyetlerin de değindiği gibi) küçük
yaşta vefat etmişlerdir. Yani Peygamber'in
hem üvey evlatlarının ismi Zeynep, Rukayye
ve Ümm-ü Külsüm'dü, hem de kendi
kızlarının; fakat kendi kızları fazla
yaşamadan, küçük yaşta vefat etmişlerdir.
Ebul'âs ve Osman ile evlenen kızlar ise
Peygamber'in üvey evlatlarıdır ve o
zamanlar halk arasında üvey evlatlar da
gerçek evlat gibi telakkî edildikleri için,
söz konusu kızlar da sürekli Resulullah'ın
kızları diye anılarak öyle meşhur olmuş ve
sonrakiler onları Resulullah'ın kızları
zannederek kaynaklara da daha çok o
şekilde kaydetmişlerdir.
Bu
rivâyetleri bu şekilde tevil etmekten
başka bir çaremiz yoktur; aksi taktirde
zikrettiğimiz çelişkilerle karşılaşmamız
kaçınılmazdır.
OSMAN'IN
RUKAYYE İLE
EVLENMESİNE
DÂİR
Resulullah'ın, üvey kızı Rukayye'yi Osman
ile neden evlendirdiği hakkında bazı Ehl-i
Sünnet kaynaklarında şu ipuçlarına
rastlamaktayız.
"Rukayye
fevkalde bir güzelliğe sahipti."
"Bir kâhin
Osman'a Resulullah'ın peygamberliğini
haber vermesinin ardından, o Ebubebekir'e
"Eğer (Peygamber) beni Rukayye ile
evlendirirse Müslüman olurum" diye söz
verdi."
Demek oluyor
ki Resulullah'ın Osman'ı Rukayye ile
evlendirmesi, onu İslam'a ısındırma
amacını taşıyordu.
Öte yandan
bazı rivâyetler de şöyle diyor: "Sâ'd b.
Muâz, Hz. Ali'ye (Resulullah'tan) Hz.
Fâtıma'yı istemesini önerince Hz. Ali şu
cevabı verdi: "Ben ne dünya metaından bir
şeye sahibim..; ne altınım var ne de
gümüşüm; ne de İslam'a ısındırılacak bir
kâfirim ben; zira ilk Müslüman olan benim."
Yine Esmâ
bint-i Umeys aynı öneriyi Hz.Ali'ye
götürdüğünde ona da benzer bir cevapla
şöyle dedi: "Benim ne altınım var, ne de
gümüşüm; dini sahih olmayan, İslam'ı
şüpheli birisi de değilim (ki evlilik
vasıtasıyla İslam'a ısındırılmam söz
konusu olsun!!)
Hz.Ali'nin
bu sözünde, belki de evlilikleri benzer
gerekçelere dayanan kimselere bir tariz
söz konusudur.
Yine
Hz.Ali'nin Hz. Fâtıma'yla evlenmesini
anlatan bazı rivâyetlerde Resulullah'ın
Hz.Ali'ye şöyle buyurduğu kaydedilmiştir:
"O (Fâtıma) senindir ey Ali; sen Deccâl
değilsin."
Bu hadiste
de Hz. Fâtıma'yı önce isteyip de
Resulullah'tan red cevabı alanlara açık
bir tariz olduğu için bazıları (İbn-i Sa'd
ve Bezzâr gibi), hadiste bulunan "Leste" (değilsin)
kelimesindeki zamirin şeklini "Lestu" (değilim)
şeklinde değiştirerek, "Sen deccâl
değilsin" yerine, "Ben deccâl değilim"
manası çıkarmış ve Allah Resulü'nün bu
cümleyle önceden Hz. Ali'ye verdiği vaade
sâdık kalıp kızını ona vereceğini
vurgulamak istediğini iddia etmiş ve
böylece birilerine yönelik olan tarizi
halletmeğe çalışmışlardır. Oysa bu
çabaları da nafiledir; zira:
a)-Aynı
rivâyeti Akilî söz konusu iddiaya yer
bırakmayacak şekilde, şöyle nakletmiştir:
Resulullah (s.a.a) Fâtıma'yı Hz. Ali'yle
evlendirdiğinde Hz. Fâtıma'ya hitaben
şöyle buyurdu: "Ben seni Deccâl olmayan
birisiyle evlendirdim."
Bu hadisin
kelimelerindeki harekeleri değiştirmek
mümkün olmadığı için, yukarıda verdiğimiz
manadan başka bir mana çıkarmak mümkün
değildir.
b)-Resulullah'ın önceden Hz. Ali'ye bu
konuda vaadde bulunduğu iddiası da doğru
değildir; zira eğer bu doğru olsaydı, Ömer
ve Ebu Bekir Hz. Fâtıma'ya tâlip
olduklarında, Allah Resulü onlara "Fatıma
henüz küçüktür" cevabını vermez ve Hz.
Ali'yle sözlü olduklarını söylerdi.
c)-Konuyla
ilgili kaynakların bir çoğu, kendisine Hz.
Fâtıma'yı istemesi bir çokları tarafından
önerilmeden önce, Hz. Ali'nin (kendi
tabiriyle) aklının ucundan bile böyle bir
şeyin geçmediğini nakletmektedir. Durum
böyle iken Resulullah'ın önceden Hz.
Ali'ye söz verdiği iddiası doğru olabilir
mi?!
Hadisin
manasını bu tür soğuk te'villerle
değiştiremeyeceğini anlayan İbn-i Hacer
Askalânî, aynı sened ve aynı râviyle
naklettiği hadisin son bölümünü ("Sen
Deccâl değilsin" cümlesini) maalesef
makaslayarak nakletmiştir.
Bu da onun ne kadar emânet ve insaf sahibi
olduğunu yeterince gösteriyor!!
Bunu sadece
o değil, daha niceleri ve nice yerlerde
gerçekleştirmişlerdir ki yeri olmadığı
için geçiyoruz.
BİR KAÇ
NÜKTE
Son olarak
birkaç nükteye değinip bu bahsi kapatmak
istiyoruz:
1-Zikrettiğimiz bunca delile ve
rivayetler arasındaki bunca çelişkiye
rağmen bazılarının Zeynep Rukayye ve Ümm-ü
Külsüm'ü Resulullah'ın gerçek kızları
olarak göstermekte ısrarlı davrananların
niyetinde belki de Hz. Ali'nin
faziletlerine karşılık başkalarına fazilet
üretmek yatmaktadır. İşte bu yüzden
görüyoruz ki 3. Halife Osman'a "
Zun-nureyn" (iki nur sahibi) lakabını
vermişlerdir. Oysa dünya kadınlarının
efendisi olan ve Resulullah'ın gerçek kızı
ve mübarek neslinin menbaı, olduğunda
zerre kadar şüphe bulunmayan Hz.
Fâtıma'nın kocası Hz. Ali'den benzer bir
lakabı esirgemişlerdir nedense!!
2-Osman'ın
Rukayye ve Ümm-ü Külsüm ile hiç de mutlu
bir hayat yaşamadıklarını ve Osman'ın
onlara karşı çeşitli eziyetlerde
bulunduğunu kaynaklarda okuyoruz.
3- Bütün
bunlara rağmen, ikinci kız (Ümm-ü Külsüm)
de vefat ettiğinde güyâ Allah Resulü'nün "Eğer
on kızım olsaydı yine hepsini Osmân ile
evlendirirdim"
buyurduğunu nakleden kaynaklar, söz konusu
Hz. Ali (a.s) olunca şu utanç verici
uydurma hadisi nakletmekte bir beis
görmüyorlar:
Güyâ Hz. Ali
(a.s), (Hz. Fatıma'yla evli olduğu halde)
Ebu Cehl'in kızıyla evlenmeğe tâlip olmuş;
bunu duyan Resulullah öfkeli bir şekilde
minbere çıkarak bütün ashabın arasında Hz.
Ali'nin bu fiilini teşhir ederek onu
kınamış ve "Ebu Tâlib oğlu eğer bunu
yapmak istiyorsa benim kızımı boşamalıdır;
zira Allah'ın düşmanının kızıyla, Allah'ın
Resulü'nün kızı bir araya toplanmaz"
buyurmuş; ardından da o sıralarda henüz
müşrik olan Ebul'âs b. Rabi'nin (Zeyneb'in
kocası) damatlığını övmüştü?!
Bu kıssayı
uyduranlar bir çok yerin aksine burada
Osman'ı neden unutmuş ve Peygamber'in
methine onun yerine Ebul'âs'ı mezhar
kılmışlardır acaba?! Belki de Hz. Ali'ye
karşı müşrik birisinin övülmesi ona olan
ta'riz ve hicvi daha da galizleştirir de
ondan!! Allah hepimizi nefsimizin ve
Şeytan'ın şerrinden korusun.
4-Önceden de
değindiğimiz gibi bu kızlardan bahseden
Ehl-i Sünnet rivâyetleri, Rukayye ve
Ümm-ü Külsüm'ün Ebu Leheb'in oğlanlarıyla
evlendiği üzerinde te'kid ederken, ısrarla
bu oğlanların kızlarla cinsel ilişkiye
girmeden bakire olarak onları
boşadıklarını ileri sürmektedirler.
Halbuki kaynaklar buna engel olabilecek
herhangi bir engelden bahsetmemiştir.
Fakat sıra Osman'a gelince durum değişiyor.
O evlenir evlenmez cinsel ilişki
gerçekleşiyor; hatta hanımı Habeşe'ye
giderken gemide çocuk düşürüyor. Evet
böyle olmalıdır; aksi taktirde Osman'a bir
fazilet daha nasıl üretilsin?!
13-Es-Siret-ül Halebiyye, C.3, S.308,
Er-Ravz-ül Enf, C.1, S.214.
|