1- İSLAM ŞERİATİNİN KÜLLİYATİ HAKKİNDAKİ ME’MUN’UN
SORULARİNA VERDİĞİ CEVAP
Rivayet olunmuştur ki: Me'mun, Zürriyaseteyn lakabıyla
tanınmış olan Fazl ibn-i Sehl'i şu mesajla İmam Rıza
aleyhi's-selam’ın yanına gönderdi: ''İslam'ın helal
ve haramlarını, farz ve müstehaplarını benim için bir araya
toplamanı istiyorum. Çünkü siz Allah'ın halka olan hücceti
ve ilim kaynağısınız."
İmam
aleyhi's-selam bunun üzerine, mürekkep ve kağıt
isteyip Fazl'a: "Yaz" diye buyurdular:
Bismillahirrahmanirrahim.
Her şeyden önce, Allah'tan başka ilah olmadığına, birliğine,
muhtaçların sığınağı olduğuna, eşi ve çocuğu olmadığına,
kayyum (her şeyi koruyan ve kendisi hiçbir şeye muhtaç
olmayan), işiten, gören, güçlü, kaim, baki ve nur olduğuna,
cehli olmayan alim, aczi olmayan kadir, muhtaç olmayan
zengin ve zulmetmeyen adil olduğuna, her şeyi yarattığına,
hiçbir şeyin onun gibi olmadığına, benzeri, zıddı, misli ve
dengi olmadığına ve Muhammed salla'llâhu aleyhi ve alih’in,
O'nun kulu, elçisi ve emini olduğuna, insanlar arasından onu
seçtiğine, elçilerin efendisi, peygamberlerin sonuncusu ve
âlemlerin en üstünü olduğuna ve O'ndan sonra hiçbir
peygamberin gelmeyeceğine, şeriatının değişmiyeceğine,
getirdikleri bütün şeylerin apaçık hak olduğuna şehadet
ederiz. Onu (Peygamber'i) ve ondan önceki Allah'ın bütün
resullerini, peygamberlerini ve hüccetlerini tasdik ederiz.
O’nun sadık kitabını doğrularız. O kitap ki, "Ne önünden,
ne de arkasından batıl ona nüfuz edemez. Hüküm ve hikmet
sahibi, hamda layık mabud tarafından indirilmiştir."[1]
Bütün kitapları koruyandır; evvelinden sonuna kadar hepsi
haktır. Muhkem ve müteşabihine, husus ve umumuna, vaad ve
vaidine, nasih ve mensuhuna ve bütün haberlerine iman
ederiz. Yaratıklardan hiçbir kimse onun mislini getiremez.
Şehadet ederiz ki, Peygamber’den sonra mü’minlere hüccet ve
kılavuz olan, müslümanların işlerini idare eden, Kur'an'dan
konuşan, ahkâmına alim olan, Peygamber’in kardeşi, halifesi
ve vasisi olan, Peygamber’e olan nisbeti, Harun'un Musa'ya
olan nisbeti gibi olan Ali ibn-i Ebi Talib aleyhi's-selam
'dır. Mü’minlerin emiri, muttakilerin rehberi, elleri,
ayakları ak, yüzleri nurlu olanların (kıyamet günü abdest
uzuvları parlayanların) imamı, mü’minlerin reisi ve
peygamberlerin vasilerinin en üstünüdür. Ondan (Hz.Ali'den)
sonra da Hasan ve Hüseyin aleyhime's-selam ve
günümüze kadar birbiri ardınca gelen diğer imamlardır. Onlar
Peygamber'in zürriyeti, kitap ve sünnete herkesten daha
alim, yargıda herkesten daha adil, her asır ve zamanda
imamete herkesten daha layık olanlardır. Onlar, sağlam kulp
ve hidayet imamlarıdır; varislerin en hayırlısı olan Allah,
yer ve ehline mirasçı oluncaya dek dünya ehline
hüccettirler. Onlara muhalefet eden sapıktır ve sapıklığa
davet edendir; hak ve hidayeti terketmiştir.
Onlar Kur'an'ın tercümanı, Peygamber’in sözcüleridirler. Kim
onları, isimleri ve babalarının isimleriyle tanımadan ve
velayetlerini kabul etmeden ölürse, cahiliye ölümüyle
ölmüştür. Takva, iffet, sıdk, salah, gayret, iyiye de kötüye
de emaneti iade etmek, secdeleri uzatmak, geceleri (ibadet
için) kalkmak, haramlardan kaçınmak, sabırla fereci
(kurtuluşu) beklemek, güzel arkadaşlık ve güzel komşuluk
yapmak, ihsanda bulunmak, eziyet etmemek, güler yüzlülük,
mü’minlere nasihat etmek, acımak ve Yüce Allah’ın kitabında
emrettiği gibi, yüzü ve elleri yıkayıp, başa ve ayaklara
meshederek abdest almak onların dinî tavır ve
gidişatlarıdır.
Abdestte, yüz ve elleri yıkamanın bir defası farz, ikincisi
ikmaldır ve fazlası günahtır, sevabı yoktur. Abdesti ancak
(bağırsaktan çıkan) gaz, bevl (idrar), gait (dışkı), uyku ve
cünüplük bozar. Kim mestin üzerine meshederse Allah’a,
Peygamber’e ve Kur'an'a muhalefet etmiştir; abdesti de
batıldır. Çünkü Ali aleyhi's-selam mestin üzerine
meshetmede diğerlerine muhalefet etmiştir. Ömer:[OA1]
"Ben Peygamber’in (mest üzerine) meshettiğini gördüm."
dediğinde Ali aleyhi's-selam şöyle buyurdular:
"Maide suresi[2]
inmeden önce mi yoksa indikten sonra mı?" Ömer:
"Bilmiyorum." dedi. İmam Ali aleyhi's-selam: "Ama
ben biliyorum, Resulullah, Maide suresi indikten sonra artık
mestlerinin üzerine meshetmedi." buyurdular.
Cenabet, ihtilam ve hayızdan dolayı gusletmek ve ölüyü
yıkayanın gusletmesi farzdır. Cuma, kurban ve fıtır bayramı
guslü, Mekke ve Medine'ye girme guslü, ziyaret, ihram ve
arefe gününün guslü, Ramazan ayının birinci, on dokuzuncu,
yirmi birinci ve yirmi üçüncü gecelerinin gusülleri ise
sünnettir.
(Günlük) Farz namazlar: Öğle dört rek'at, ikindi dört
rek'at, akşam üç rek'at, yatsı dört rek'at ve sabah 2 rek'at
olmak üzere toplam 17 rekattır. Sünnet namazlar da 34
rek’attır: Öğleden önce 8 rek’at, öğleden sonra 8 rek’at,
akşamdan sonra 4 rek'at, yatsıdan sonra oturarak kılınan iki
rek’at -ki 1 rek’at sayılır-, seher vakti 8 rekat, 3 rek’at
vitir (iki rek’atı şef’, bir rek'atı da vitir niyetiyle
kılınır) ve vitirden sonra da 2 rek’at (sabah namazı
nafilesi). Namaz, vaktin evvelinde kılınmalıdır. Cemaatle
kılınan her rek’at, ferdî kılınan iki bin rek’ata bedeldir.
Fâsıkın arkasında namaz kılma ve velayet ehlinden başkasına
iktida etme. Murdar ve yırtıcı olan hayvanın derisinde namaz
kılma. Gidişi bir menzil, dönüşü de bir menzil olan dört
fersahlık yolda namaz seferidir; namaz seferî kılındığı
yerde orucu da yersin. Dört namazda kunut vardır: Sabah,
akşam, yatsı, cuma ve öğle namazlarında.[3]
Bütün kunutlar, rükudan önce ve kıraattan sonradır. Cenaze
namazı beş tekbirdir; cenaze namazının ne rükuu vardır, ne
de secdesi. Ölünün mezarı dört köşeli (ve düz) olmalıdır;
(deve hörgücü gibi) tümsek yapılmamalıdır. Fatiha suresinin
besmelesi namazda sesli olarak okunur.
Her iki yüz dirhemin (gümüş paranın) farz olan zekâtı beş
dirhemdir; bundan azının zekâtı yoktur. Bundan fazlasının
her 40 dirheminden bir dirhem zekât verilir; 40 dirhemden az
artışın zekâtı yoktur; üzerinden bir yıl geçmedikçe de zekât
farz olmaz. Zekât ancak velayet ve marifet ehline verilir.
Her yirmi dinar (altın paran)ın zekâtı, yarım dinardır.
Humus, bütün mallarda sadece bir defa farz olur. Buğdayın,
arpanın, hurmanın, kuru üzümün ve yerden bitip beş vask'a
(yaklaşık 850 kg.) ulaşan diğer bütün hububatın zekâtı,
(yağmur, ırmak ve nehir gibi) akar sularla sulanırsa onda
birdir. Ama kuyu suyuyla sulanırsa onda yarımdır (yani
yirmide birdir). Bu hüküm fakir ve zengin için aynıdır.
Diğer hububattan da bir iki avuç verilir. (Buğday, arpa,
hurma ve kuru üzümde zekât farzdır, ama diğer hububatta
müstehaptır.) Çünkü Allah hiç kimseyi, gücünün yeteceğinden
fazla bir şeyle yükümlü kılmaz; kulunu, gücünü aşan bir şeye
zorlamaz. Vask 60 sa’dır, her sa’ 6 rıtl veya dört muddur,
her mud Irak rıtlına göre iki rıtl ve rıtlın dörtte biridir.
Hz.Sadık aleyhi's-selam şöyle buyurmuştur: Sa’, Irak
rıtlıyla dokuz, Medine rıtlıyla da altı rıtl'dır. (Bir sa’
yaklaşık üç kg'dır, mud da yaklaşık 750 gramdır, beş vask
ise yaklışk 850 kg’dır.) Fıtır zekâtı, küçük, büyük, hür ve
köle olan herkes için farzdır. Fıtır zekâtı buğdaydan,
yaklaşık yarım sa’ (1,5 kg) hurma ve kuru üzümden de bir
sa’dır.[4]
Fıtır zekâtının, velayet ehlinden başkasına verilmesi caiz
değildir. Çünkü fıtır zekâtı farz (olan sadakalardan)dır.
Hayız on günden çok, üç günden de az olmaz. Müstehaze kadın,
gusül edip namaz kılmalıdır. Hayız olan kadın, namazı
terkeder, kazası da yoktur; orucu da terkeder, ama daha
sonra kazasını tutar.
Ramazan ayının orucu, Ramazan hilalinin görülmesiyle başlar
ve Şevval hilalinin görülmesiyle de sona erer. Teravih
namazı (Ramazan ayı gecelerinde kılınan müstehap namazlar,
diğer müstehap namazlar gibi) cemaatla kılınmaz. Her ay üç
gün oruç tutmak müstahaptır; her on günden birini; ilk on
günde perşembe, ikinci on günde çarşamba, son on gününde de
yine perşembe günü. Şaban ayının orucu güzeldir, sünnettir
de. Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih buyurmuştur
ki: "Şaban ayı benim ayımdır, Ramazan ayı Allah'ın ayıdır."
Ramazan ayının kaza olan oruçları ardarda tutulmasa da olur.
Hacca gitmeye gücü yeten kimsenin gidip Allah'ın evini
ziyaret etmesi farzdır. Gitmeye gücü yetmekten maksat, azık
ve binektir. Uzaktan gelenler için Temettu haccından başkası
caiz değildir; diğerlerinin yaptığı gibi Kıran ve İfrad
haccı câiz değildir. Mikattan önce ihram câiz değildir.
Allah Teâla buyurmuştur ki: "Hac ve Umreyi Allah için
tamamlayın."[5]
Enenmiş (hayaları çıkarılmış) hayvanın kurban edilmesi câiz
değildir. Çünkü o nakıstır. Ama hayası burulmuş hayvanın
kurban edilmesi câizdir.
Cihad, adil imamın emriyle yapılır. Kim, mal, mülk ve canını
savunmak yolunda savaşıp da öldürülürse şehittir. Takıyye
halinde hiçbir kâfiri öldürmek câiz değildir. Ancak can
tehlikesi olmazsa ve (o kâfir) katil veya bağî olursa o
başka. Muhalif veya muhalif olmayan kimselerin mallarını
(haksız yere) yemek câiz değildir. Takıyye yerinde (düşmanın
egemen olduğu ve karşı koymanın mümkün olmadığı bir yerde)
takıyye etmek farzdır. Zalimin zulmünü uzaklaştırmak için
takıyye olarak yemin edip de yemininin üzerinde durmayan
kimseye, yemini bozma keffareti yoktur.
Talak, Allah'ın emri ve Peygambersalla'llâhu aleyhi ve
alih’in sünnetine göre olmalıdır. Sünnete uygun olmayan
talak, doğru değildir. Kur’an'a muhalif olan talak, talak
değildir. Aynı şekilde, sünnete muhalif olan nikah da nikah
değildir. Bir erkeğin, aynı zamanda hür kadınlardan dörtten
fazla hanımı olamaz. Bir kadına, sünnete uygun olarak üç
defa talak verilirse başka birisiyle evlenip boşanmadıkça
(önceki kocasına) helal olmaz. Emir-ül Mü’minin Hz.Ali
aleyhi's-selam şöyle buyurmuştur: "Üç talaklı (bir
mecliste üç defa talak verilen) kadınlardan sakının. Çünkü
(talakları sahih olmadığı için) onların kocaları vardır."
Peygamber salla'llâhu aleyhi ve alih'e her yerde,
(özellikle) rüzgar estiğinde, aksırıldığında ve diğer
zamanlarda salavat getirilir.
Allah'ın dostlarını ve dostlarının dostlarını sevmek,
Allah’ın düşmanlarından nefret etmek, onlardan ve
önderlerinden beraat etmek dinî vazifelerdendir.
Anne ve babaya iyilik etmelisin. Müşrik iseler, onlara itaat
etmeyerek, dünyada onlarla iyi geçineceksin. Çünkü Allah
Teâla şöyle buyurmuştur: "Bana ve anne- babana şükret;
dönüş yalnız banadır. Onlar (anne ve baba), hakkında bilgin
olmayan şeyi bana şirk koşman için çalışırlarsa, onlara
itaat etme."[6]
Emir-ül Mü’minin Ali aleyhi's-selam şöyle
buyurmuştur: "Onlar (Ehl-i Kitap), alim ve rahipler için ne
oruç tutuyor, ne de namaz kılıyorlardı; sadece Allah'a karşı
masiyet etmelerini emrettikleri zaman, onlara itaat
ediyorlardı."[7]
Daha sonra buyurdular ki, Resulullahsalla'llâhu aleyhi ve
alih'ten duydum ki, şöyle buyuruyordu: "Kim Allah'a
itaatin dışında bir mahluka itaat ederse kâfir olmuş,
Allah'tan başkasını ilah edinmiştir."
Hayvanlarda cenininin boğazlanması, annesinin
boğazlanmasıyladır (yani hayvanın başını kestiklerinde
karnındaki yavrusu da helal olur).
Peygamberlerin günahları, nübüvvet makamının saygısı için
bağışlanmış olan küçük şeylerdir.
Allah’ın emrettiği şekliyle faraizde (Allah’ın kitabında
miktarı açıklanan paylarda) avl[8]
yoktur. Anne, baba ve evladın olmasıyla, koca ve karıdan
başka hiçbir kimseye miras ulaşmaz. Mirasda belli bir payı
olan, payı olmayandan daha evladır. Asabe[9]
de Allah'ın dininden değildir.
Yeni doğan erkek veya kız çocuğunun yedinci günü, akika
kurbanı verilir, saçı kesilir, ismi konulur ve yine o günde
saçının ağırlığı miktarınca altın veya gümüş sadaka verilir.
Kulların fiilleri, tekvin yaratılışıyla değil, takdir
yaratılışıyla Allah’ın mahlukudur. Ne cebre[10]
inan, ne de tefvize[11]
Allah Teâla, suçsuzu günahkârın suçuyla hesaba çekmediği
gibi evlat ve çocukları da babaların suçuyla cezalandırmaz.
Çünkü Allah Teâla buyurmuştur ki:
"Doğrusu hiçbir kimse başkasının suçunu yüklenmez."[12]
"Doğrusu insana, kendi (emek ve) çabasından başkası yoktur."[13]
Allah Teâla bağışlar, zulmetmez. Allah Teâla, kullara
zulmedeceğini ve onları saptıracağını bildiği kimseye, itaat
etmeyi farz kılmaz. Kâfir olacağını ve Allah’ı bırakıp
şeytana ibadet edeceğini[OA2]
bildiği kulları da peygamberliğe seçmez. İslam, imandan
başkadır. Her mü’min müslümandır, ama her müslüman mü’min
değildir. Hırsız, mü’min olduğu halde hırsızlık yapmaz.
Şarab içen de mü’min olduğu halde şarap içmez. Mü’min mü’min
olduğu halde Allah'ın haram kıldığı nefsi öldürmez. Had
(şer’i ceza’yı) hakkeden kimseler, ne mü’mindirler, ne de
kâfir (yani müslümandırlar). Allah, kendisine cenneti ve
orda ebedi kalmayı vaad ettiği bir mü’mini, cehenneme
sokmaz. Nifak, fısk veya büyük bir günahtan dolayı cehennem
ateşini hakkeden kimse, ne mü’minlerle haşrolur ve ne de
onlardan sayılır. Cehennem ancak kâfirleri kuşatır. Sürekli
işlenmesiyle sahibini cehenneme götüren her günah fıskdır.
Allah’a şirk koşan, O’nu inkâr eden, munafık olan ve büyük
günah işleyen herkes de fâsıktır. Şefaat, şefaat dileyenler
için câizdir. Dil ile iyiliği emretmek ve kötülükten
sakındırmak farzdır.
İman, farzları yerine getirmek, haramlardan sakınmaktır.
İman, kalple inanmak, dille ikrar etmek ve uzuvlarla da amel
etmektir.
Kurban bayramındaki (özel) tekbirler, kurban bayramı gününün
öğle namazından itibaren on (farz) namazdan sonra söylenir.
Ramazan bayramındaki tekbirler ise, bayram gecesinin akşam
namazından itibaren beş (farz) namazdan sonra söylenir.
Kadın, çocuk doğurduktan sonra yirmi günden fazla namazı
terkedemez. Eğer bu müddetten önce temizlenirse namazını
kılar; aksi takdirde yirmi günden sonra gusledip istihaze
hükümlerine riayet ederek müstehaze kadın gibi namaza
başlar.[14]
Kabir azabına, nekir ve münkere, öldükten sonra dirilmeye,
hesaba (sorgu suale), teraziye ve sırata iman etmek, dalalet
imamlarından ve onların takipçilerinden uzaklaşmak, onlardan
beraat etmek, Allah’ın dostlarını sevmek, şarabın azını da
çoğunu da haram bilmek dinimizdendir.
Her sarhoş edici şey şaraptır. Çoğu sarhoş eden şeyin, azı
da haramdır. Mecburiyette kalan kimse bile şarap
içmemelidir. Çünkü şarap onu (aklını mahvederek ruhi yönden)
öldürür. Her azı dişli yırtıcı hayvanın ve her penceli kuşun
etini, kan olduğu için dalağı, cirri'yi (bir çeşit uzun ve
pulsuz yılan balığı), tafiyi (öldüğünde suyun yüzüne çıkan
pis bir balık), yılan balığını, zimmiri (bir çeşit dikenli
balık), pulsuz olan her çeşit balığı ve kursaksız olan her
çeşit kuşu haram biliyoruz.
İki tarafı birbiriyle eşit olmayan her çeşit yumurtanın
yenmesi helaldir. İki tarafı birbiriyle eşit olan her çeşit
yumurtanın yenmesi de haramdır.
Kaçınılması gerekli olan büyük günahlar da şunlardır:
Allah'ın, öldürülmesini haram kıldığı nefsi öldürmek, şarap
içmek, anne babaya eziyet etmek, savaştan kaçmak, zorla
yetimin malını, murdarı, kanı, domuz etini ve zaruret
olmaksızın Allah'ın adı getirilmeden kesilen hayvanın etini
yemek, belli olduktan sonra faiz ve haram mal yemek, kumar
oynamak, tartı ve ölçüde eksik vermek, iffetli hanımlara
iftira etmek, zina ve livata yapmak, yalan yere şehadet
etmek, Allah'ın rahmetinden ümit kesmek, Allah'ın cezasından
korkmamak, zalimlerle yardımlaşmak, onlara dayanıp güvenmek,
yalan yere yemin etmek, sıkıntıda olmaksızın halkın hakkını
vermemek, kibirli olmak, küfür (inkâr), savurganlık,
hıyanet, tanıklığı gizlemek (tanıklık etmekten kaçınmak),
(şarkı ve çalgı aletleri gibi) Allah'ı anmaktan alıkoyan
şeylerle eğlenmek ve küçük günahları yapmakta ısrar etmek.
İşte bunlar dinin esaslarıdır. Hamd, âlemlerin Rabbi olan
Allah'a mahsustur. Allah'ın salat ve selamı Peygamber'in ve
soyunun üzerine olsun.
Tevhİd HakkIndakİ Sözlerİ
İmran-us Sabi, Me'mun’un, İslam’a muhalif olan tüm
bilginleri İmam aleyhi's-selam ile tartışmak için topladığı
büyük bir mecliste, İmam aleyhi's-selam’a birçok sorular
sordu; İmam da sorulan soruları birer birer cevaplandırarak
ordaki bilginlerin hepsine galip oldu. Hadis uzun olduğundan
dolayı biz, kitaba uygun olan bir bölümünü zikretmekle
yetindik.
İmran-es Sabi, İmam aleyhi's-selam’a: "Biz Allah'ı
künhüyle mi biliyoruz, yoksa sıfatlarıyla mı? Bana açıklar
mısınız?" diye sorunca İmam aleyhi's-selam şöyle
buyurdular:
İlk, tek ve ezeli nur olan O yüce zât, birdir; ortağı ve
O'nunla beraber olan bir şey yoktur. O, ikincisi olmayan
birdir. Ne (künhü) malumdur, ne de (vücudu) meçhul. Ne
muhkemdir, (diğer varlıklar gibi açıktır), ne de müteşabih
(gizli). Ne hatırdadır, ne unutulmuştur ve ne de diğer
hiçbir varlığın ismiyle adlandırılabilecek bir şeydir. Bunun
için kendi künhüyle kaim olan ilk varlıktır; (kendi zatına
dayanmaktadır); kendisinden başkasına ihtiyacı olmayan
müstağni (ihtiyaçsız) bir nurdur. Ne bir vakitten (itibaren)
vardır ve ne de bir vakite kadar olacaktır. Ne bir şeyin
üzerinde durmuş (başka bir tabirle ne mekânı vardır), ne bir
şeyin arkasına saklanmış ve ne de bir şeyin içerisine
gizlenmiştir. İnsanın aklına O’nunla ilgili bir ışık, bir
misal, bir karartı veya bir gölge geldiği zaman da onu
kelimelerle ifade edemiyor. Bütün bu sıfatlara, O'ndan başka
hiçbir şeyin olmadığı zamanda ve yaratılıştan önce sahip
idi. "Hiçbir şeyin olmadığı zaman" demek de doğru değil,
çünkü zaman da yoktu. Bunlar, sonradan ortaya çıkan
tabirlerdir ki, maksadı anlatmak için onlardan
yararlanılmaktadır. Ey İmran, anladın mı? İmran da: "Evet
anladım." dedi.
İmam aleyhi's-selam daha sonra şöyle buyurdular:
"Bil ki tasavvur, meşiyyet ve iradenin manası birdir. Fakat
isimleri farklıdır. Allah'ın, ilk irade ve meşiyyeti
harflerdir ki onları, her şeyin aslı ve her müşkülün çözümü
kılmıştır. Tasarım merhalesinde bu harfler kendilerinden
başka hiçbir manayı, hiçbir varlığı ifade etmiyorlardı;
varlıkları tasarıma bağlıydı. Allah tasarımdan öncedir.
Çünkü Allah’tan önce hiçbir şey olmadığı gibi O'nunla
beraber olan bir varlık da yoktur. Tasarım da harflerden
öncedir. Çünkü harfler tasarımla ortaya çıkmıştır. Tasarım
olduğunda gidilecek yol yoktu. Tasarım Allah’tandır; ama
Allah’ın aynı değildir. Görmüyor musun, her şeyin fiili ve
haddi kendisinden başkadır. Her şeyin sıfatı da yine
kendisinden başkadır. Çünkü harfler, birbirlerinden ayrı
oldukları müddetçe kendi başlarına harftirler ve
kendilerinden başka hiçbir şeye delalet etmezler. Ama terkib
edildiği zaman isim veya sıfat olarak, kendilerinden başka
şeylere de delalet ederler.
Bil ki, vasıflandırılmayan bir şeyin sıfatı,
adlandırılamayan bir şeyin adı ve sınırlandırılamayan bir
şeyin sınırı olmaz. Allah’ın isimleri ve sıfatları, O’nun
kemal ve varlığına delalet ederler. Bunlar, bir dörtgen,
daire veya üçgenin bir alanı kuşattığı gibi Allah'ı
kuşatmazlar. Allah isimler ve sıfatlarla tanınır; ama
sınırlandırma şeklinde değil. Allah hakkında böyle bir şey
olmaz. Bu yüzden yaratıklar, kendilerini tanıdıkları gibi
Allah’ı tanıyamazlar. Eğer Allah'ın sıfatları O’na delalet
etmeseydi, isimleri O’nu bildirmeseydi, halk Allah’ın
isimleri ve sıfatlarına ibadet etmiş olurdu, hakikatine
değil. Böyle olunca da ibadet edilen mâbud, Allah’tan başka
olurdu. Çünkü sıfatları O’ndan başkadır.
İmran, İmam aleyhi's-selam’a: "Tasarımın mahluk
olup olmadığı hakkında bana bilgi ver." dediğinde de
İmam aleyhi's-selam şöyle buyurdular:
Tasarım sakin (hareketsiz) bir mahluktur; sakin olduğundan
dolayı da idrak olunmaz. Mahluk olmasının sebebi de sonradan
var oluşudur. Onu sonradan var eden de Allah'tır. "Şey" diye
isimlendirildiğinde mahluk olmuştur. Varlık âleminde Allah
ve yaratığından başka üçüncü bir şey yoktur. Allah'ın
yarattığı sakin, (hareketsiz) müteharrik (hareketli),
değişik, karışık (mürekkeb), malum ve müteşabih olabilir.
"Şey" diye isimlendirilen her şey mahluktur.
Seçkİn Kullar Hakkindakİ Sözlerİ
Irak ve Horasan alimlerinden bir grup Me'mun’un meclisinde
toplanmışlardı, Hz.Rıza aleyhi's-selam da oturuma
katılınca, Me'mun mecliste bulunan alimlere: "Sonra da
kitabı, kullarımızdan şeçtiklerimize miras kıldık."[15]
ayetinin manasını bana söyleyin.'' dedi.
Ulema: "Allah, bu ayetten bütün ümmeti kasdetmiştir."
Me'mun:"Ya Ebe-l Hasan, sen ne söylüyorsun?"
İmam aleyhi's-selam:"Ben onların dediği şekilde
demiyorum. Ben diyorum ki, Allah Teâla, bu ayetten
Peygamber’in pâk Ehl-i Beyt'ini kastetmiştir."
Me'mun: "Allah, nasıl ümmeti değil de yalnız Ehl-i Beyt'i
kasdetmiştir."
İmam aleyhi's-selam: "Eğer Allah Teâla ümmeti
kasdetmiş olsaydı o zaman bütün ümmet mutlaka cennete
giderdi. Allah Teâla mezkur ayetin ardından şöyle buyuruyor:
"Artık onlardan kimi kendi nefsine zulmeder, kimi orta bir
yoldadır (mutedil hareket eder), kimi de Allah'ın izniyle
hayırlarda yarışır. İşte bu, pek büyük lütuf ve ihsandır."
Daha sonra hepsine cennet vaadinde bulunup şöyle
buyurmuştur: "Adn cennetleri (onlarındır); oraya
girerler."[16]
Buna göre, ayette söz konusu olan miras Resulullah'ın pâk
Ehl-i Beyt’ine mahsustur; başkalarına değil. Bunlar o
kimselerdir ki, Allah onların vasfında şöyle buyurmuştur:
"Ancak ve ancak Allah, siz Ehl-i Beyt'ten her çeşit kiri
(günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak
ister."[17]
Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih de onların
hakkında şöyle buyurmuştur: "Ben kendimden sonra sizin
aranızda iki değerli şey bırakıyorum: Biri Allah'ın kitabı,
diğeri ise itretim olan Ehl-i Beytimdir. Bunlar havuzun
(Kevserin) başında benimle buluşuncaya kadar asla
birbirlerinden ayrılmazlar. Benden sonra onlara nasıl
davranacağınıza dikkat edin. Ey insanlar, onlara bir şey
öğretmeye kalkışmayın. Çünkü onlar sizden daha alimdirler."
Ulema: "Ya Ebe-l Hasan, İtret’ten maksat Âl (Ehl-i
Beyti)mdir, yoksa başkası mıdır?"
İmam aleyhi's-selam: "Evet, İtret’ten maksat Âl'dır.
(Ehl-i Beyt’tir)."
Ulema: Resulullahsalla'llâhu aleyhi ve alih’den şöyle bir
hadis nakledilmiştir:
"Ümmetim
Âl’imdir" ve ashap da inkâr edilmeyecek müstefiz
rivayetlerle, "Muhammed'in Âl'i, onun ümmetidir."
demişlerdir."
İmam aleyhi's-selam: "Söyleyin bakalım, sadaka Âl-i
Muhammed'e haram mıdır, yoksa helal mı?"
Ulema: "Evet haramdır."
İmam aleyhi's-selam: "Öyleyse sadaka bütün ümmete de
haram mıdır?"
Ulema: "Hayır, haram değildir."
İmam aleyhi's-selam: İşte bu, Âl ve ümmet arasındaki
farktır. Yazıklar olsun size, sizi nereye götürüyorlar?
Zikir’den (Kur’an'dan) yüz mü çevirdiniz, yoksa azgın bir
kavim misiniz? Rivayetin[18],
açıkça seçkinler ve hidayet olanlar hakkında olup başkaları
hakkında olmadığını bilmiyor musunuz?"
Ulema: "Ya Ebe-l Hasan, bu sözün delili nedir?"
İmam aleyhi's-selam: Şu ayet: "Andolsun biz Nuh'u
ve İbrahim'i (elçi olarak) gönderdik, peygamberliği ve
kitabı onların soylarında kıldık. Öyle iken, içlerinde
hidayeti kabul edenler vardır, birçoğu da fâsık olanlardır."[19]
Derken nübüvvet ve kitab mirası, hidayeti kabul edenlere
geçti, fâsıklara değil. Nuh'un, Rabbinden şöyle bir istekte
bulunduğunu bilmiyor musunuz? "Dedi ki: Rabbim şüphesiz
benim oğlum ailemdendir ve senin vaadin de doğrusu haktır."[20]
Çünkü Allah Teâla Nuh'un kendisini ve ehlini kurtaracağını
vaad etmişti. Rabbi de cevabında şöyle buyurdu: "Ey Nuh,
kesinlikle o senin ailenden değildir. Çünkü o, salih olmayan
bir iş (yapmıştır). Öyleyse hakkında bilgin olmayan şeyi
benden isteme. Gerçekten ben, cahillerden olmayasın diye
sana öğüt veriyorum."[21]
Me'mun: "Allah, İtret’i (Ehl-i Beyt’i), diğer insanlardan
üstün kılmış mı?"
İmam aleyhi's-selam: "Evet, Allah İtret’i, Kur’ân'ın
inkâr edilmeyecek kesin ayetlerinde başkalarından üstün
kılmıştır."
Me'mun: "Kur’ân'ın neresinde?"
İmam aleyhi's-selam: Kur’ân'ın şu ayetinde:
"Gerçek şu ki Allah, Adem’i, Nuh’u, İbrahim âl'ini (soyunu)
ve İmran âl'ini âlemler üzerine seçti. Onlar birbirlerinden
türeme bir zürriyettir. Allah işiten ve bilendir."[22]
Diğer bir ayette de şöyle buyurmuştur: "Yoksa onlar,
Allah'ın fazlından verdiği şeyler için insanlara (Peygamber
ailesine) haset mi ediyorlar? Doğrusu biz İbrahim âl'ine
(soyuna) kitabı, hikmeti verdik ve onlara büyük bir mülk de
verdik."[23]
Daha sonra bu ayetin ardından mü’minlere hitaben şöyle
buyurmuştur:
"Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber’e ve sizden
olan ulü’l-emre de itaat edin."[24]
Yani Allah'ın, kitap ve hikmeti miras olarak verdiği
kimselere itaat edin. (Ama bazıları) Bu iki mirasdan dolayı
onlara haset ettiler. Nitekim üstteki ayette şöyle geçti:
"Yoksa onlar, Allah’ın fazlından verdiği şeyler için
insanlara haset mi ediyorlar? Doğrusu biz İbrahim âl'ine
(soyuna) kitabı ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir mülk
de verdik."
Bu ayette seçkin ve pâk insanlara itaat kasdedilmiştir.
Burada mülkden maksat onlara itaat etmektir."
Ulema: "Allah Teâla Kur’an'da seçkin insanları açıklamış
mı?"
İmam aleyhi's-selam: "Evet, batına ilave olarak
zahirde de Kur’ân’ın on iki yerinde açıkça beyan etmiştir."
Birinci ayet şudur: "(Öncelikle) En yakın akrabalarını
korkut."[25]
Allah Teâla'nın bu ayette Peygamber’in Âl'ini kasdetmesi
(onlar için) güzel bir makam, büyük bir fazilet ve yüce bir
şereftir. İşte bu (on iki ayetten) birincisidir.
İkinci ayet de şudur: "Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah
sizden her çeşit kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi
tertemiz kılmak ister."[26]
Bu da hiçbir katı düşmanın dahi inkâr etmediği bir
fazilettir.
Üçüncüsü de şudur: Allah Teâla, yaratıklarından tertemiz
olanları ayırdığında, Mübahele ayetinde Peygamber’ine şöyle
emretti: "(Ey Muhammed) De ki: Gelin, oğullarımızı
ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi
ve kendinizi çağıralım, sonra da dua edelim ve Allah'ın
lanetini yalan söylemekte olanların üstüne kılalım."[27]
Peygamber salla'llâhu aleyhi ve alih bu ayetin
düsturu gereğince Ali, Hasan, Hüseyn ve Fatıma'yı
(aleyhim'us-selam) Medine’nin dışarısına çıkardı ve onları
kendisi gibi kabul etti. Ayette geçen "kendimiz" ve
"kendiniz"den maksadın ne olduğunu biliyor musunuz?
Ulema: "Allah, onunla Peygamber’in kendisini
kasdetmiştir."
İmam (a.s): (Hayır) Yanıldınız. Çünkü Allah onunla Ali
aleyhi's-selam’ı kasdetmiştir. Buna delil de
Peygamber’in salla'llâhu aleyhi ve alih buyurduğu şu
sözdür: "Ya, Beni Velia kabilesi bundan vazgeçeceklerdir
veyahut kendim gibi olan bir kişiyi onlara (karşı koymak
için) göndereceğim." Yani Ali aleyhi's-selam’ı. İşte
bu hiçbir kimsenin, ötesine geçmiyeceği bir özelliktir;
hiçbir kimsenin ihtilaf etmediği bir üstünlüktür ve daha
önce hiçbir yaratığın elde edemediği bir şereftir. Çünkü
Peygamber, Ali'nin nefsini kendi nefsi gibi saymıştır. Bu da
üçüncü ayettir.
Dördüncüsü de şudur: Peygamber salla'llâhu aleyhi ve alih,
Ehl-i Beyt'ten başka bütün insanları, camiden dışarı çıkardı
(onların camiye açılan evlerinin kapılarını kapattı). Bu
duruma halk ve özellikle Abbas itiraz etti. Abbas: "Ya
Resulullah, neden Ali’yi bıra kıp da bizi dışarı çıkardın?"
dediğinde Hz.Resul şöyle buyurdular: "Ben onu bırakıp sizi
dışarı çıkarmadım. Allah onu bıraktı ve sizi dışarı
çıkardı." İşte, Hz.Resulullahsalla'llâhu aleyhi ve alih’in
Ali aleyhi's-selam’a buyurduğu: "Harun Musa’ya
nasıldıysa sen de bana öylesin." sözünün açıklaması da
budur.
Ulema: "Bu üstünlüğün Kur’an'la ne ilişkisi vardır?".
İmam (a.s): "Bu konuda size Kur’an'dan bir ayet getirip
okuyacağım..
Ulema: "Getir."
İmam (a.s): o ayet şudur: "Musa'ya ve kardeşine, Mısır’da
kavminiz için evler hazırlayın ve evlerinizi kıble yapın...
diye vahyettik."[28]
Bu ayet Harun'un Musa'nın nezdindeki makamını beyan ediyor
(Harun, Musa’nın kardeşi, yardımcısı ve veziri idi). Bu ayet
yine Ali aleyhi's-selam’ın, Hz. Peygambersalla'llâhu
aleyhi ve alih'in nezdindeki makamını da beyan
etmektedir. Bununla birlikte Peygamber'in şu buyruğunda da
(Ehl-i Beyt'in üstünlüğü için) apaçık bir delil vardır: "Bu
camiye, Muhammed ve Âl-i Muhammed'den başka hiçbir kimsenin
cünüp ve hayız olarak girmesi caiz değildir."
Ulema: "Bu (çeşit) izah ve beyan ancak siz Resulullah'ın
Ehl-i Beyt’i yanında bulunur." (Yani bu çeşit
açıklamaları sizden başka kimse bilmez ve kabul etmez.)
dediler.
İmam aleyhi's-selam şöyle buyurdular: "Bizim bu
makamımızı kim inkâr edebilir? Oysaki Hz. Resulullah (diğer
bir yerde) şöyle buyurmuştur: "Ben ilmin şehriyim, Ali de
onun kapısıdır. Kim ilim şehrini dilerse, kapısından
girmelidir." İzah ve beyan ettiğimiz şeylerdeki (mevcut
olan) üstünlüğü, şerefi, seçkinliği ve temizliği inatçı
düşmanlardan başka hiç kimse inkâr etmez. Bu nimetlere karşı
Allah-u Azze ve Celle'ye şükürler olsun. Bu da
dördüncüsüdür.
Beşinci ayet de şudur: "Akrabalarının hakkını ver."[29]
Bu, Aziz ve Cebbar olan Allah’ın, Ehl-i Beyt'i mahsus
kıldığı bir özelliktir. Allah Teâla onları bütün ümmetten
seçkin kılmıştır. Bu ayet Resulullahsalla'llâhu aleyhi ve
alih'e indiğinde Resulullah şöyle buyurdular: "Fatıma'yı
yanıma çağırın." Fatıma geldiğinde Resulullah: "Ey Fatıma!"
diye buyurdular. Fatıma: "Buyurun ey Allah’ın Resulü!" dedi.
Resulullah: "Fedek'i elde etmek için ne at sürülmüştür ve ne
de deve. Bu yüzden Fedek bana mahsustur, diğer müslümanlara
mahsus değildir. Ben Allah'ın emri üzerine onu sana
bağışladım. Öyleyse onu kendin ve evladın için al." Bu da
beşincisidir.
Altıncı ayet de şudur: "De ki: Sizden, tebliğime karşılık
bir ücret istemiyorum, isteğim ancak yakınlarıma
sevgidir..."[30]
Bu, sadece İslam Peygamber’ine mahsus olan bir özelliktir,
diğer peygamberlere değil. Yine Ehl-i Beyt'e mahsus olan bir
özelliktir, diğer kimselere değil. Bunun beyanı şudur ki,
Allah Teâla diğer peygamberlerden bu sözü naklederken,
örneğin Nuh aleyhi's-selam’dan şöyle naklediyor:
"Ey kavmim, ben sizden buna karşılık bir mal istemiyorum.
Benim ecrim ancak Allah'a aittir. Ben iman edenleri kovacak
da değilim; şüphe yok ki onlar, Rablerine kavuşacaklar,
fakat ben sizi, cahillik etmekte olan bir kavim görüyorum."[31]
Hud aleyhi's-selam’dan şöyle naklediyor: "Dedi ki:
...Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret
istemi-yorum. Benim ücretim ancak beni yaratana aittir. Hâlâ
akıl etmeyecek misiniz?"[32]
Ama Allah Teâla Resulullah'a salla'llâhu aleyhi ve alih
şöyle buyurmuştur: "De ki: Sizden, tebliğime karşılık bir
ücret istemiyorum; istediğim, ancak yakınlarıma sevgidir."[33]
Allah Teâla, onların kesinlikle dinden çıkmayacaklarını ve
hiçbir zaman sapıklığa yönelmiyeceklerini bildiğinden dolayı
onların sevgisini ve dostluğunu farz kılmıştır. Onları
sevmenin farz olmasının diğer delili de şudur: Eğer bir
kimse bir kimseyle dost olur da akrabalarından bazısı ona
düşman olursa (ister istemez) kalp salim kalmaz (o dostluk
bozulur). Allah Teâla da Peygamber'in mübarek kalbinde
hiçbir mü’mine karşı bir kırgınlık olmamasını istediği için
Ehl-i Beyt'in sevgisini onlara farz kıldı. Kim bu vazifeye
riayet edip, Resulullah'ı ve Ehl-i Beyt'ini severse,
Resulullah'ın onu sevmemesi mümkün değildir. Ama kim bu
vazifeyi terkeder, ona amel etmez ve Peygamber'in Ehl-i
Beyti'ne nefret duyar ve düşmanlıkta bulunursa Hz.
Resulullah da ona nefret duyar. Çünkü o adam ilahi
farizelerden birini terketmiştir.
Bundan daha üstün bir fazilet ve bir şeref var mıdır? Şu
ayet: "De ki: sizden tebliğime karşılık hiçbir ücret
istemiyorum, isteğim ancak yakınlarıma sevgidir." nazil
olduğunda, Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih
ashabı arasında ayağa kalkıp Allah'a hamd u sena etti ve
şöyle buyurdu: "Ey insanlar, Allah size bir vazife farz
kılmıştır, onu yapar mısınız?" Hiç kimse cevap vermedi.
İkinci gün de ayağa kalktı ve aynı sözü tekrarladı. Yine hiç
kimse cevap vermedi. Üçüncü gün de ayağa kalkıp: "Ey
insanlar, Allah size bir vazife farz kılmıştır, onu yapar
mısınız?" diye buyurunca yine hiçbir kimse cevap vermedi.
Bunun üzerine: "Ey insanlar, bu vazife ne altın ve ne de
gümüş gerektirir; ne yiyilecektir ve ne de içilecektir."
buyurduğunda halk: "Artık ne buyuruyorsanız buyurun."
dediler. Bunun üzerine Resulullah mezkur ayeti onlara
tilavet etti. Onlar da: "Allah'ın istediği bu olursa,
bunu yaparız." dediler. Ama onların çoğu, bu söze bağlı
kalmadılar.
Daha sonra İmam Rıza aleyhi's-selam şöyle buyurdular:
Babam ceddimden, o da babalarından ve onlar da Hüseyin ibn-i
Ali'den şöyle rivayet eder: "Muhacir ve Ensar, Resulullah'ın
huzuruna varıp şöyle dediler: "Ya Resulullah, hem sizin
ve hem de gelen misafirlerin masrafları oluyor. İşte bu
(sizin yetkinizde olan) mal ve kanlarımızdır; bu hususta
istediğiniz şekilde hüküm verin. Çekinmeden dilediğiniz şeyi
bağışlayın ve dilediğiniz şeyi bırakın." Allah Teâla
(onlara cevap olarak) Ruh-ul Emin'i gönderip şöyle buyurdu:
"(Ey Muhammed,) De ki Sizden hiçbir ücret istemiyorum,
isteğim ancak yakınlarıma sevgidir." Benden sonra da
akrabalarımı incitmeyin."
Toplantıda bulunanlardan bazıları dışarı çıktıklarında şöyle
dediler: "Resulullah teklifimizi, kendisinden sonra
yakınlarına özenmemiz için reddetti. Bu, Peygamber’in
(kendi yanından uydurup) Allah'a iftirasından başka bir şey
değildir." Elbette çok ağır bir sözdü bu. Bunun üzerine
Allah Teâla şu ayeti indirdi: "Yoksa, kendisi onu uydurdu
mu diyorlar? De ki: Eğer onu ben uydurdumsa, bu durumda siz
Allah’tan bana (gelecek) olan hiçbir şeye (karşı) malik
olamazsınız. O sizin, kendisi hakkında ne taşkınlıklar
yapmakta olduğunuzu daha iyi bilendir. Benimle sizin
aranızda şahid olarak O yeter. O, çok bağışlayan ve çok
esirgeyendir."[34]
Peygamber salla'llâhu aleyhi ve alih onların peşine
birisini gönderdi, geldiklerinde onlara: "Sizler bir şey mi
söylediniz?" diye buyurdular. Onlar "Evet, ya Resulullah,
bizlerden bazıları bizim için hoş olmayan ağır bir söz
söyledi." dediler. Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih,
nazil olan ayeti onlara okudu. Onlar (bunu duyunca) şiddetli
bir şekilde ağladılar.
Daha sonra Allah Teâla şu ayeti nazil etti: "Kullarından
tövbeyi kabul eden ve kötülükleri affeden ve işlemekte
olduklarınızı bilen O'dur."[35]
Bu da altıncısıdır.
Yedinci ayet de şudur: "Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri
Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler, siz de ona salât
edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin."[36]
Bunu düşmanlar da biliyorlar ki, bu ayet nazil olduktan
sonra halk: "Ya Resulullah, biz sana selam vermeyi
biliyoruz, fakat salat nasıl olur?" diye sordular.
Peygamber salla'llâhu aleyhi ve alih buyurdular ki,
şöyle deyin: "Allahumme salli ala Muhammed’in ve Âl-i
Muhammed, kema salleyte ala İbrahim'e ve Âl-i İbrahim,
inneke Hamidun Mecid." İmam aleyhi's-selam orada
bulunanlara: "Ey Cemaat, sizler arasında bu konuda bir
ihtilaf mı var?" diye sordu. Orada bulunanların hepsi:
"Hayır." dediler.
Me'mun:Bu konuda asla ihtilaf yoktur, bilakis ittifak
vardır. Fakat Ehl-i Beyt hakkında bundan daha açık bir ayet
var mı?"
İmam aleyhi's-selam: Söyleyin bakalım "Yâ-sîn ve’l
Kur’an'il Hakim, inneke le minel murselin, ala sıratin
mustakim" ayetlerinin başında geçen "Yâ-sîn" kelimesinden
kasdedilen kimdir? dedi.
Ulema: "Yasin, Muhammed'dir ve bunda hiçbir şüphe
yoktur."
İmam aleyhi's-selam: Allah Teâla, bu konuda Muhammed
ve Âl-i Muhammed'e öyle bir fazilet vermiştir ki, hiç kimse
vasfının hakikatine erişemez. Çünkü Allah Teâla,
peygamberlerin dışında, başka hiç kimseye selam vermemiştir.
Allah Teâla buyurmuştur ki: "Alemler içinde Nuh'a selam
olsun."[37]
"İbrahim'e selam olsun."[38]
"Musa’ya ve Harun’a selam olsun."[39]
Ama Allah Teâla "Nuh'un âl'ine selam olsun" veya "İbrahim’in
âl'ine selam olsun." veyahut "Musa ve Harun'un âl'ine selam
olsun." buyurmamıştır. Sadece Âl-i Yâsîn'e selam olsun. diye
buyurmuştur. Yani Muhammed’in Ehl-i Beyt’ine.
Me'mun: "Andolsun ki, bu nükte ve bu izah ve beyan, ancak
nübüvvet madeninde olabilir." Bu da yedincisidir.
Sekizinci ayet de şudur: "Bilin ki, ganimet olarak ele
geçirdiğiniz şeylerin beşte biri muhakkak Allah'ın,
Peygamber'in ve yakınlarınındır..."[40]
Allah Teâla, kendine ve Peygamber’ine bir pay ayırdığı gibi
yakınlara da bir pay ayırdı. İşte bu, Âl (Ehl-i Beyt) ve
ümmet arasındaki farktır. Çünkü Allah Teâla, Âl'i (Ehl-i
Beyt'i) bir mevkide karar kılmış, diğer insanları da ondan
aşağıdaki bir mevkide. Kendisi için beğendiğini onlar için
de beğenmiştir ve bu konuda onları seçkin kılmıştır. Kendisi
ve onlar için beğendiği her fey, ganimet ve diğer şeylerde
ilk önce kendisini, sonra Peygamber’i, daha sonra da
Peygamber’in yakınlarını zikretmiştir. Nitekim (Humus
ayetinde) şöyle buyurmuştur: "Bilin ki, ganimet olarak
elde ettiğiniz şeylerin beşte biri mutlaka Allah'ın,
Peygamber'in ve yakınlarınındır..." İşte bu ayet
Allah'ın natık kitabında kıyamete kadar onlar için açık bir
te'kid ve daimi bir emirdir. Öyle bir kitaptır ki ,
"Batıl, ona önünden de ardından da yaklaşamaz. (Çünkü O)
Hüküm ve hikmet sahibi olan ve çok övülen (Allah) tarafından
indirilmiştir."[41]
Ama ayetin ardında zikredilen yetim ve yoksullara gelince;
(onların durumları yakınlardan farklıdır, çünkü) yetim baliğ
olduğunda humus sahipleri sırasından çıkar ve onun için bir
pay olmaz. Yoksul da zengin olduğunda ganimetlerden onun
için bir pay olmaz; ganimeti almak da onun için caiz
değildir. Ama yakınların payı kıyamete kadar, ister zengin
olsunlar, ister fakir, onlar için sabittir. Çünkü Allah ve
Resulü'nden daha zengin hiçbir kimse yoktur, bununla
birlikte kendisi ve Resulü için ganimetten bir pay
ayırmıştır. Kendisine ve Resulü'ne beğendiği şeyi Zilkurba
(yakınlar) için de beğenmiştir. Böylece fey (savaş
yapılmadan elde edilen mal) hakkında da kendisi ve Resulü
için istediği şeyi Zilkurba için de istemiştir. Ganimette
olduğu gibi ilk olarak kendi hakkını, sonra Peygamber’in
hakkını ve daha sonra da Zilkurba'nın (Resulullah’ın
yakınlarının) hakkını zikrederek Zilkurba'yı Allah ve
Resulu'nün ismiyle birlikte ve onların peşinden
zikretmiştir.
İtaat konusunda da durum aynıdır. Allah Teâla buyurmuştur
ki: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin, Peygamber'e
itaat edin ve sizden olan ulü-l emre."
[42] (Ulü-lemr, Allah ve Resulünden
sonra kendilerine itaat edilecek emir sahipleridir.) Burada
da yine ilk önce kendisini, sonra Peygamber’i ve daha sonra
da Ehl-i Beyt'i zikretmiştir. Velayet ayetinde de Allah
Teâla şöyle buyurmuştur: "Sizin veliniz, (ve yetki
sahibiniz) ancak Allah'tır, O'nun Resulüdür ve
inananlardır..."
[43] Yani Emir-ül Mü’minin Ali’dir.
Allah Teâla ganimet ve fey'de, kendi payını ve Peygamber’in
payını onların payıyla birlikte ve beraber zikrettiği gibi
onların velayetini (yöneticilik hakkını) ve Peygamber’e
itaati kendisine itaatle birlikte zikretmiştir. Yüce
Allah'ın, Ehl-i Beyt'e olan bu nimeti ne kadar da büyüktür.
Ama sadaka (zekât) meselesi geldiğinde; (Allah Teâla)
kendisini, Resulü'nü ve Resul'ünün Ehl-i Beyti'ni ondan
münezzeh kıldı ve şöyle buyurdu: "Sadakalar, Allah’tan
bir farz olarak yalnızca fakirler, düşkünler, (zekât) işinde
görevli olanlar, kalpleri (İslam'a) ısındırılacaklar,
köleler, borçlular, Allah yolunda (olanlar) ve yolda
kalmışlar içindir."[44]
Bunların arasında Allah Teâlanın, kendisi, Resul'ü ve
Zilkurba (yakınlar) için bir pay tayin ettiğini bulabilir
misiniz? Münezzeh kılma sırası geldiğinde, kendisini,
Resul'ünü ve Resul'ünün Ehl-i Beyt'ini ondan münezzeh kıldı.
Münezzeh kılmakla yetinmeyip sadakayı onlara haram kıldı.
Çünkü sadaka Muhammed ve Ehl-i Beyt’ine haramdır. Sadaka
insanların (malının) kiri olduğu için onlara helal değildir.
Çünkü onlar her çeşit kirden münezzeh kılınmışlardır. Allah
onları her çeşit kirden münezzeh kılıp seçtiğinde kendisine
beğendiği şeyi onlar için de beğenmiştir; kendisine
beğenmediği şeyi onlar için de beğenmemiştir.
Dokuzuncusu da şudur: Biz zikir ehliyiz; öyle zikir ehli ki
Allah Teâla, kitabında (onların hakkında) şöyle buyurmuştur:
"Eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun."[45]
Ulema- Allah bu ayetten Yahudi ve Hıristiyan alimlerini
kasdetmiştir.
İmam aleyhi's-selam: "Böyle bir şey mümkün mü? O
zaman bizi kendi dinlerine çağırırlar ve "bizim dinimiz
İslam dininden daha üstündür" derler."
Me'mun: "Ya Ebe-l Hasan, bunların sözünün reddinde bir
izah ve beyanın (delilin) var mıdır?"
İmam aleyhi's-selam: "Evet, zikir Resulullah'tır, biz
ise zikrin ehliyiz. Talak suresinin şu ayetiyle bu konu
açıklığa kavuşmuştur: "Ey inanan akıl sahipleri,
Allah’tan korkup sakının. Doğrusu Allah, O’nun apaçık
ayetlerini size okuyacak bir resul, bir zikir indirmiştir."[46]
Bu ayetteki zikir Resulullah'tır, biz ise onun ehliyiz. Bu
da dokuzuncusudur.
Onuncusu da şu tahrim ayetidir: "Anneleriniz, kızlarınız,
kız kardeşleriniz... size haram kılındı."[47]
Söyleyin bakalım, Eğer Resulullah hayatta olsaydı benim
kızım veya oğlumun kızı veyahut soyumdan gelen kızlarla
evlenmesi doğru olur muydu?"
Ulema: "Hayır, olmazdı."
İmam aleyhi's-selam: "Sizin kızlarınızla nasıl;
evlenebilir miydi?
Ulema: "Evet evlenebilirdi."
İmam aleyhi's-selam: "Öyleyse bu, bizim O’nun Ehl-i
Beyt'i olduğumuza bir delildir, sizin değil. Eğer O’nun
Ehl-i Beyt’inden olsaydınız, bizim kızlarımızın O’na haram
olduğu gibi sizin de kızlarınız O’na haram olurdu. Demek ki
biz onun Ehl-i Beyt’indeniz, siz ise onun ümmetindensiniz.
İşte âl (Ehl-i Beyt) ve ümmet arasındaki fark budur. Âl
(Ehl-i Beyt) Peygamber'in kendisindendir, fakat ümmet böyle
değildir. Bu da onuncusudur.
Onbirincisi de Mü’min suresindeki şu ayettir: "Firavun
âl'inden (ailesinden) imanını gizlemekte olan mü’min bir
adam dedi ki: Siz, benim Rabbim Allah'tır, diyen bir adamı
öldürüyor musunuz? Oysa o, size Rabbinizden apaçık
belgelerle gelmiş bulunmaktadır..."[48]
Bu adam Firavun'un dayısı oğluydu. Allah Teâla onu,
nesebinden dolayı Fıravun’a nisbet etmiştir, dininden dolayı
değil. Böylece biz de doğum yönünden Peygamber’in Ehl-i
Beyt’i olduğumuz için O’na mahsus kılınmışız, din yönünden
ise bütün insanlar gibi sayılmışız. Bu da âl (Ehl-i Beyt) ve
ümmet arasındaki diğer bir farktır. Bu da onbirincisidir.
Onikincisi de şu ayettir: "Ehline namazı emret ve kendin
de ona karşı sabırlı ol."[49]
Allah bizi bu özellikle üstün kılmıştır. Çünkü bizi de
onunla beraber namaza emretmiştir. Sadece bizi bu özellikle
üstün kılmıştır, ümmeti değil. Resulullah bu ayet nazil
olduktan sonra dokuz ay boyunca her gün beş defa namaz
vakitlerinde Ali ve Fatıma aleyhi's-selam’ın kapısına
gelip şöyle buyuruyordu: "Namaza! Allah size rahmet etsin."
Allah Teâla, Peygamber’in bütün ailesi içerisinde bize
yaptığı bu bağışı, peygamberlerin evlatlarından hiçbiri
hakkında yapmamıştır. Bu da âl (Ehl-i Beyt) ve ümmet
arasındaki diğer bir farktır.
Hamd Alemlerin Rabb'i olan Allah'a mahsustur ve Allah'ın
salatı peygamberi Muhammed'e olsun.