İmam Hasan'ın (a.s) hayatından bir kıssa
Yazan: S.H. Ketbi
Çeviren: İsmail
Bendiderya
öğlen mİsafİri
Bismillahirrahmanirrahim
Hava sıcak mı sıcaktı.
Gökten ateş yağıyorcasına, topraktan alev yükseliyorcasına
korkunç bir sıcaklık... Dikenli çalılar arasından yükselen
cırcır böceği sesleri etrafa hakim olan sessizliği bozuyordu.
Karşı tepeden üç kişi yuvarlanırcasına aşağıya indiler;
ortalığı bir toz bulutu kaplamıştı. Birinci adam tepenin
eteğine varınca durdu. Yüzüne sıkıca doladığı bez parçasını
açarak bitkin bir tavırla:
-Saatlerdir bu çölde
dolaşıp durmadayız, diye mırıldandı, fakat halâ bir damla su
bulabilmiş değiliz!
İkinci adam üzgün ve
endişeli bakışlarla çevresine bakındı, terden sırılsıklam
olmuştu. Yorgun elleriyle yerden bir avuç toprak alıp havaya
savurarak kısık bir sesle söylendi:
-Toprak kupkuru... Su
kokusu gelmiyor burnuma... Kim bilir, belki de kaderimiz bu
çölün ortasında susuzluktan ölmek?...
Üçüncü adam bitkin
adımlarla tepenin çevresini dolanmaya başladı. Diğer iki kişi
de onun ardısıra gittiler. Kızgın toprak, yumuşak ve kalın bir
kum tabakasıyla örtülüydü. Her adımda dizlerine kadar kuma
gömülüyordu. Üç adam, yorgun ve susuz bir halde dört bir yanı
aranıp durmadaydı. Ancak, nereye dönseler uçsuz bucaksız
kızgın çölden başka birşey çıkmıyordu karşılarına. O sırada
birisi elini alnına götürerek güneşin kamaştırdığı gözlerine
siper edip diğer eliyle gösterdiği noktaya doğru bağırdı:
-Hey! Bakın!..
-Tepenin biraz ötesinde,
birkaç hurma ağacı görünüyordu.
Hurma ağaçlarının uzun
yaprakları, minik bir pınara doğru eğilmişti. Ağaçlarının
gölgesinde bir koyun yatıyordu. Daha ötede küçük bir kulübe
çarpıyordu göze. Kulübenin hemen yanında oturan yaşlı bir
kadın elindeki iğle konuşurcasına yün eğirmekle meşguldü. Üç
adam, sabırsızlıkla ona doğru koşmaya başladılar. Onları gören
yaşlı kadıncağız ilkin neye uğradığını şaşırdı. Ancak
kendisini çabucak toparlayarak hemen yanıbaşındaki sopaya
sarılıp ayağa kalktı. Elindeki sopayı tehdit edercesine bir
tavırla onlara doğru sallamaya başladı.
Bunun üzerine öndeki
adam:
-Hey! Nine! diye bağırdı.
Bizden korkmana gerek yok! Biz yolcuyuz, şu çölün ortasında aç
ve susuz kalıverdik!
Yaşlı kadın tereddütlü
bakışlarını onlardan ayırmaksızın
-Sizi tanımıyorum! dedi,
kimsiniz?!
Adam bitkinlikle cevap
verdi:
-Tanrı misafiri!...
Mekke'ye, Allah'ın evini ziyarete giden hac yolcularıyız! Bize
biraz su verirsen minnettar oluruz!
Kadıncağız:
-Ka'be'yi ziyarete yaya
mı gidiyorsunuz?! diye sordu hayretle.
Yorgun adam, terbiyeli
bir hareketle başını öne eğip:
-Rabbimin evine yaya
gitmemeye utanırım! dedi, adağımız böyle. Allah'ın evine
yürüyerek gitmeyi ahdettik!..
Yaşlı kadın sopayı tutan
elini yavaşça yere indirerek:
-Allah'ın evini ziyarete
gidenlere kapımız her zaman açıktır! dedi, buyrun, içerde
dinlenin biraz!
Üç yorgun adam, kulübeye
girdi.
Yaşlı kadın koyunu sağdı.
Çok geçmeden elinde süt
dolu bir kâseyle içeri girip:
-Kızgın çölde su içmek
göze zarar verir, dedi. Yol yorgunusunuz, önce biraz süt için
hele!
Üç adam, yaşlı kadının
getirdiği taze sütü sırayla ve büyük bir iştahla içtiler.
Yaşlı kadın:
-Ben ve kocam burada
yaşarız, dedi. Kocam her gün sabahın erken vakitlerinde çöle
gider, günbatımına doğru çölden gelir. Biliyorum ki açsınız;
fakat ne yazık ki yiyecek hiçbir şeyimiz yok... Fakat...
Yaşlı kadın bir an
durakladı. Hurma ağaçlarının gölgesinde yatan koyuna
bakıyordu. Hafif bir esinti hurma ağaçlarının uzun dallarını
yavaşça oynatıyordu. Yaşlı kadın:
-Eğer, diye mırıldandı
kendi kendine, koyunu kesersem şu yorgun misafirlere yiyecek
bir şeyler hazırlayabilirim!
Yaşlı kadın bu düşünceyle
koyuna doğru yürüdü. Misafirlerden biri de yerinden doğruldu o
sırada. Pınara gidip abdest aldı. Yaşlı kadın onun bütün
hareketlerini sessizce izlemiş, şaşırmıştı. Zira adamcağızın
eli ayağı titriyordu, rengi de iyiden iyiye sararmıştı
birden... İhtiyar kadın:
-Açlık ve yorgunluktan mı
bu titreyişin oğul?! dedi, bir ana şefkatiyle.
Adam:
-Hayır, dedi tedirgin bir
tavırla; namaz kılmak için alemlerin Rabbi'nin huzuruna çıkmak
istiyorum, bu titreyiş O'nun korkusundan...
Adamın yüzü tanıdık
gelmişti yaşlı kadına. "Onu nerede gördüm acaba? Tanıyor
gibiyim..." dedi kendi kendine.
Beyaz teni güneşte
yanmış, yer yer bronzlaşmıştı. Saçları sık, gür ve kıvırcıktı.
Kara gözleri; çölün geceleri gibi simsiyahtı. Yaşlı kadın onu
gördüğünde çocukluğunda başından geçen bir olayı hatırladı.
Bir gün annesinin hurma ağacına çıkarak, beyazlaşan kısır
filizleri koparıp onun için yere atmadaydı. Hurmalık, elvan
elvan yeşillik kokuyordu o gün. Adeta dünyanın bütün
bitkilerini koparıp havaya saçmışlardı... O sırada koşarak
gelen babası nefes nefese "Sevindirici bir haberim var!" diye
bağırmıştı heyecanla, "Muhammed adlı biri, herkesi tek
Tanrıya, Allah'a tapmaya çağırmış!... Putlara karşı olduğunu,
kız çocuklarının diri diri toprağa gömülmesini kınadığını
söylüyorlar! Allah'ın elçisiymiş! Gökten yeryüzüne bizler için
mutluluk ve saadet mesajı getirmiş!..."
Yaşlı kadın derin bir
nefes alarak adama tekrar bakıp "Allah'ım ! Kim bu adam?" diye
düşündü, "Niçin o günü hatırlatıyor bana acaba?!"
Adam, onun düşündüklerini
sezmiş gibi:
-Nine! Ne düşünüyorsun
öyle? diye sordu. Yaşlı kadın kendisini toparlamaya çalışarak:
-Ben mi? dedi, hiç...
Biriniz şu koyunu kesse de, etiyle size yemek pişirsem
diyorum...
Adam:
-Hayır nineciğim! dedi;
kocan gelir de koyunu soracak olursa ne cevap verirsin o
zaman?
Yaşlı kadın başını
kaldırarak:
-Benim kocam kimseyi
çölün ortasında aç bırakmaya razı olmaz! dedi, gururla...
Sonra da misafirlere
dönüp birinin koyunu kesmesini rica etti. Koyunun etiyle
çabucak yiyecek bir şeyler hazırlayıp onları doyurdu. Yemek
bittikten sonra üç adam ayağa kalkıp kulübeden çıktılar.
İçlerinden biri yaşlı kadına dönüp:
-Allah razı olsun
nineciğim! dedi, sağ olasın! Bize iyilikte bulundun... Şimdi,
Mekke'ye hangi taraftan gidebileceğimizi söyler misin?..
Yaşlı kadın, eliyle çölün
batısını gösterdi. Güneş, son ışıklarını da yerden toplayarak
gitmeye hazırlanıyordu. Üç adam yaşlı kadınla vedalaşarak yola
koyuldular. İhtiyar kadın, batmak üzere olan güneşin kızıl
ışıkları altında, kayboluncaya kadar bir an olsun gözlerini
ayırmaksızın öylece durup seyretti onları...
-*-
Çok geçmeden kocasının
gür sesi bütün çölde yankılanırcasına kulaklarında çınladı:
-Hey! Kadın! Neredesin!
Biraz süt getir de içeyim... Elini çabuk tut! Akşamın bu
vaktinde ne kadar yorgun ve susuz olduğumu bilmiyor musun?!
Yaşlı kadın ürperdi...
Koyunun boş olan yerine baktı korkuyla... Kocası halâ
bağırıyordu:
-Süt kâsesi niçin boş
bugün! Koyunu sağmadın mı daha?!
Kadıncağız kâseyi alıp
telaşla pınara doğru koştu. Kâseyi kocasına uzattığında,
içindekinin su olduğunu gören kocası hayret ve öfke dolu bir
sesle:
-Bu da ne! diye haykırdı.
Bu kızgın çölün ortasında su içemeyeceğimi bilmez misin sen?!
Çabuk biraz süt getir bana!..
Kadıncağız ne yapacağını
şaşırmıştı, çaresizdi. Kekelercesine:
-Şey... dedi, şu koyun
vardı ya... Ben... Yani... Onu...
Adam hurma ağaçlarının
olduğu tarafa baktı, koyun her zamanki yerinde yoktu!
-Koyun nerede!... diye
sordu hayretle.
Yaşlı kadın çölün
batısını göstererek gözlerini ufuktan ayırmaksızın:
-Üç kişi geldi... dedi
yavaşça. Aç ve susuzlardı. Tanrı misafiri... Azıkları
bitmişti... Susuzluklarını gidermesi için önce süt ikram ettim
onlara. Sonra da karınlarını doyurmak için koyunu kesmelerini
rica ettim... Koyunun etiyle...
Kocası öfkeden deliye
dönmüştü:
-Ne!!! diye haykırdı
olanca şaşkınlığıyla; üç yabancıya yedirdin ha!?!
Yaşlı kadın gözlerini
ufuktan ayırmaksızın:
-Yabancı değillerdi!
mırıldanırcasına yavaş bir sesle: Birinin yüzü tanıdık geldi
bana. Aşina bir şey vardı çehresinde sanki... Evet...
Peygamberimsi bir nurla parlıyordu yüzü... Büyük insanlara
mahsus bir azamet vardı onda...
Kocası bağırdı:
-Neler söylüyorsun be
kadın! Kimdi o adam?!
Yaşlı kadın kendi kendine
konuşurcasına:
-O, diye mırıldandı,
Allah'ın Resulü Muhammed'e (s.a.a) benziyordu.
Kocası perişan bir halde
ellerini başına götürüp:
-Mahvoldum! diye haykırdı
ve ekledi: Delirdin mi sen!? Resulullah (s.a.a) dünyadan
göçeli yıllar oldu... Onun vefatını duyduğun zaman saçını
başını yolarak ağlamıştın hani... Hatırlamıyor musun?!
Yaşlı kadın
-Allah'a yemin ederim ki
o günü unutmuş değilim, dedi.
Adam hiddetle bağırdı:
-O halde
cezalandırılmamak için deli numarası yapıyorsun öyle mi? Tek
koyunumuzu tutup elaleme bağışlıyor, sonra da cezadan
kurtulmak istiyorsun ha! Çabuk, yaptığından pişmanlık
duyduğunu söyle, hadi!
Yaşlı kadın başını yukarı
doğru kaldırarak:
-Bin tane koyunum
olsaydı, hepsini onlara kurban ederdim! dedi.
Bu cevap adamı çılgına
çevirmişti. Elindeki sopayı yukarı doğru kaldırarak yaşlı
kadına saldırdı. Kadıncağız dehşetle yerinden fırlayarak karşı
tepelerden birine doğru koşmaya başladı. Adam onu izlemekten
vazgeçmişti, var gücüyle bağırdı:
-Defol! Sakın bu
taraflara adımını atma! Eğer buralarda gözüme görünecek
olursan vallahi diri diri gömerim seni!..
O bunları söylerken
kadıncağız tepeyi çoktan aşmış, gözden kaybolmuştu bile...
-*-
Medine sokaklarından
yükselen deve çıngırakları sesi, kulakları okşar gibiydi.
Güneş, hurma ağaçlarının uzun yüksek dallarına çarpıyor, parıl
parıl ışıltılar saçıyordu yapraklardan... Rüzgar hafif bir
esintiyle yerden kaldırdığı toprağı, ak saçlı yaşlı kadının
yüzüne gözüne serpiyordu sevgiyle... Kadıncağız eğilmiş, yerde
bulduğu hurma çekirdeklerini aceleyle elindeki sepete
atıyordu. Medine halkı en az onun kadar aceleci hareketlerle
geçmedeydi sokağı... Yaşlı kadın başını kaldırarak göğün tam
ortasına varmış bulunan güneşe dikti gözlerini:
-Güneş iyice yükselmiş...
diye iç geçirdi, gün ortaya vardı ama benim sepetin yarısı
bile dolmadı daha...
O sırada gri renkli bir
güvercin süzülerek yaşlı kadının hemen yanı başında yere kondu
yavaşça. O da aceleci hareketlerle hurma çekirdeklerinin
arasını gagalamaya başladı.
Yaşlı kadın ona bakarak:
-Sen de mi çekirdek
peşindesin minik güvercin? dedi okşarcasına bir sesle: Sen de
hurma çekirdeği satarak mı kazanıyorsun geçimini yoksa?
Güvercin kendi etrafında
şöyle bir döndükten sonra yeniden toprağı gagalamaya başladı.
Yaşlı kadın ona acımıştı:
-Biliyorum, dedi titrek
bir sesle: Sen de açsın, çekirdekler arasında yiyecek bir
şeyler bulmak zorundasın... Küçük bir kulübem olsaydı seni
yanıma alır, kulübeme götürür, buğday ve arpa koyardım
önüne... Senin yanında oturur, hurma yapraklarıyla sepet
örerdim ben de... Tıpkı eskiden olduğu gibi hani...
Yaşlı kadın
bunları söyledikten sonra derin bir iç çekip düşünceye daldı.
Güvercin, gagasına ince bir dal alıp kanatlandı. Gagasındaki
dalı çamurdan bir duvarın üzerine, iyice kenarına bırakıverdi.
O sırada gelen hafif bir esinti, incecik dalı alıp götürdü.
Yaşlı kadın yavaşça kımıldandı. Yorgun yüzünün terini elinin
tersiyle silerek yeniden yere eğilip işe koyuldu, bir yandan
da şöyle düşünüyordu:
-Oldu bir kere...
Yaptığım iyiliğe pişman değilim ama... O adam Peygamberin
yüzünü hatırlatıyordu bana. Beytullah'a yaya gitmeyi
ahdetmişti. Namaza durduğunda Allah korkusuyla nasıl da
titriyordu öyle!.. O sırada güneş karşısında dupduru ve berrak
bir pınar gibi olduğunu hissettim onun...
Başını kaldırıp göğe
baktı:
-Allah'ım!.. O adam kimdi
acaba?!
O sırada bir çift gözün
bakışlarını üzerinde hissederek başını yere doğru çevirip
etrafına bakındı. Aman Allah'ım! Kalbi duracaktı neredeyse!..
Bir adam yanı başında diz çökmüş ona bakıyordu. Güleç ve nur
dolu bir yüzü vardı, çölün geceleri gibi simsiyah ve pırıl
pırıldı gözleri... Kadıncağız zorlukla kendisini toparlamaya
çalışarak "Aman Allah'ım! Rüya mı görüyorum yoksa?!" dedi
hayretle, "Bu onun hayali!.. Bana bakıyor!.." Ne yapacağını
bilememenin şaşkınlığıyla yavaşça yerinden doğruldu, sepetine
sımsıkı yapışarak arkasına bakmaksızın aceleci adımlarla
oradan uzaklaşmaya başladı.
Adam, yerinden doğruldu:
-Bir dakika!.. diye
seslendi ona.
Yaşlı kadın dehşetle
irkildi, çivilenmiş gibi olduğu yerde kalakaldı öylece... Adam
ona bakarak sordu:
-Beni tanıdın mı?
Yaşlı kadının sesi titrer
gibiydi:
-Hayır... Kimsin sen?..
-Arkadaşlarımla birlikte
bir öğle vakti yarım günlüğüne misafir olmuştuk sana hani...
Hatırlıyor musun?
Yaşlı kadın halâ hayal
gördüğünü sanıyordu, kekelercesine:
-Allahaşkına!.. dedi,
söyle bana, sen o musun, yoksa onun hayali mi?
Adam sevgiyle
gülümseyerek:
-Şu sokaktan
geçiyordum... dedi, yere eğilmiş, hurma çekirdeği toplamakla
meşgul olduğunu gördüm. Şimdi senin dinlenme çağın... Sana bin
koyunla bin altın verirsem kabul eder misin?
Yaşlı kadın hayretten
küçük dilini yutacak gibiydi:
-Bin altınla bin koyun
mu?!!! Aman Allah'ım!.. Fakat... Kimsin sen?!
Adam gülümsüyordu
sevgiyle:
-Allah'ın kullarından
biri... Bir öğle vakti yarım günlüğüne sana konuk olmuş bir
Tanrı misafiri...
Adam bunları söyledikten
sonra bir kağıda bir şeyler yazıp yaşlı kadına vererek
sessizce uzaklaşıp gitti.
Yaşlı kadın:
-İyi ama, kimsin sen!?..
diye haykırdı yalvarırcasına bir sesle.
O sırada oradan geçmekte
olan birisi kadıncağıza yaklaşarak:
-Onu tanımıyor musun
sen?! diye sordu hayretle: Şia Müslümanlarının ikinci imamı
Ali oğlu Hasan'dır (a.s) o !...
Yaşlı kadın hayretle
irkildi... Sokağın sonuna doğru giderek gözden uzaklaşan
İmam'ı seyretti şaşkınlıkla.
Hafif bir esinti,
olgunlaşmış hurmaların taptaze kokusunu saçıyordu "Medine"
sokaklarına.
-*- |